Artık şekillerin zamanı geride kaldı. Artık ruhun, yani halkın zamanı başladı. Fakat Öcalan’ın çağrısı, ne bir ağıt ne de bir methiyedir. Bu, varlığın tarihsel momentler içindeki dönüşümüne dair hem bir tanıklık ve hem de bir çağrıdır: Örgütlü halkın özgür yaşamını kurma çağrısı…
Nihat ALTAN
Tarih sadece düz ve çizgisel bir akış mıdır, yoksa kırılmalarla, sıçramalarla, kopuşlarla mı örülüdür?
Tarih, yüzeyde bir çizgi gibi ilerler; takvimler, dönemler, çağlar… Ancak bu çizginin altında derin bir gerilim birikir. Süreklilik ile kopuş arasındaki bu gerilim, tarihin hakikatle olan ilişkisini belirler.
Walter Benjamin, “tarihin kırılma anları” dediğinde, işte bu gerilimin içinden konuşur. Ona göre tarih, sadece düz ve çizgisel bir akış değildir, galiplerin yazdığı kronolojik bir anlatı hiç değildir; tersine, ezilenlerin hatırlanmayı bekleyen çığlıkları, bastırılmış ihtimallerin geleceğe dönük imkanlarıdır tarih! Bu nedenle her gerçek devrimci ‘an’, sadece geleceği değil, geçmişi de kurtarma iddiası taşır. Geçmişin diriltilmesi ise ancak onun bastırılmış olanaklarının bugünde yeniden düşünülmesiyle mümkündür. Tam da bu noktada Heidegger’in “varlık” sorgusu, tarihe ve devrime başka bir boyut kazandırır.
Heidegger’e göre varlık, gündelik olanın arkasında gizlenen anlamdır ve insan, bu anlamla ilişki kurabildiği ölçüde “özgün” (eigentlich) bir varlık haline gelir. Zira insan sadece tarih yapan bir varlık değil, aynı zamanda tarihsellikle var olan bir varlıktır. Tarih onun üzerinden akar, ama insan ancak bu akışı sorguladığında gerçekten var olur. Buradaki varlık sorusu, zamana içkinliği ve ona mesafe alma zorunluluğunu içerir. Bu sorgu, her dönemin “biçimi”ne bakmayı, o biçimin artık düşünceyi taşıyıp taşıyamadığını tartmayı gerektirir. Çünkü her biçim, içinde taşıdığı anlamla değer kazanır ve anlamını yitiren biçimler, düşüncenin mezarına dönüşebilir. Tam da burada, “özne” tanımı belirir. Peki, özne nedir ya da kimdir?
Alain Badiou’ya göre “özne”, bir “olay”a sadakatle bağlı kalan, bu sadakati sürdüren ve bu süreçte kendi varlığını kuran bir varlık iken “olay”; düzenin öngörmediği, hesaba katmadığı bir kopuştur. Bu bağlamda özne, var olanla yetinmeyen, “başka bir dünya mümkündür” fikrine içkin bir etikle hareket eden kişidir. Bu etik, konjonktüre teslim olmamayı, kayıtsızlığa karşı durmayı ve hakikatle doğrusal bir ilişki kurmayı gerektirir. Kim bilir; bugünün politik krizleri, belki de tam da bu türden bir öznelliğin kaybından besleniyor…!
Peki, bir hareket biçimsel olarak ‘sona erdiğinde’ gerçekten biter mi? Ya da şöyle soralım: Eğer devrim, düşüncenin biçim kazanmış hali ise, bu biçimin zamanla düşünceyi taşıyamaz hale gelmesi onun sonu değil, yeniden başlaması için bir işaret olamaz mı? Soruya yanıt, evet’tir! Çünkü bu tür ‘bitişler’, bir son değil; çoğu zaman yeniden bir doğuşun sancılı eşiğidir. Biçim, kendi içeriğini artık ifade edemez hale geldiğinde, düşünce yeni bir biçim aramaya başlamaktadır. Ve işte o arayış, devrimin asıl alanıdır.
Biliniyor ki fikir, zamanın ruhuyla çatıştıkça yenilenir; biçimlerse çoğu zaman bu çatışmadan sağ çıkamaz. O halde, devrimin “bittiği” yerde belki de yeni bir düşünce, yeni bir biçim ve yeni bir özne filizlenmekte ve bitmekte olan her şey, yeniden başlamanın da koşullarını taşımaktadır!
Bu nedenle sorulması gereken şudur: Hangi biçimleri terk etmeli, hangi düşünceleri diri tutmalı, hangi öznellikleri inşa etmeliyiz?
Unutmayalım ki, tarih, ancak bu tür bir düşünme cesaretiyle kırılabilir. Ve her kırılma, özgürlüğün yeniden konuşulabileceği bir başlangıç olabilir… İşte bu metin, bu soruların etrafında dönen bir düşünme pratiği olarak ortaya çıkıyor;
TARİHSEL MOMENTİN AĞIRLIĞI
Tarihsel momentin ağırlığı ve bu ağırlıktan çıkış arayışları, hem Kürt hareketi açısından hem de bölgesel ve küresel politik dinamikler açısından tartışılmazdır. Bu nedenle Öcalan’ın çağrısı, sadece bir örgüt ya da bir halkın iç meselesi değil, aynı zamanda kapitalist modernitenin krizinin, devletlerin dönüşüm zorunluluğunu ve halkların özgürlük mücadelelerinin yeni aşamasının da ifadesi olarak algılanmıştır ve bu algı doğrudur. Bu çağrı ve ardından gelen PKK’nin feshinin, salt siyasal bir olay olmaktan öte, tarihsel ve felsefi bir kavrayışı gerektirmesi bu nedenledir.
KAPİTALİST MODERNİTENİN KRİZİ VE ÖCALAN’IN PARADİGMASI
Kapitalist modernite, sermaye, devlet ve birey ilişkileri üzerine inşa edilmiş bir sistemdir. Ancak ilk günden bu yana ekonomik, ekolojik ve sosyal krizlerle içkin olan bu sistem, gelinen aşamada ise artık bu krizleri taşıyamaz ve yönetemez bir noktaya gelmiştir!
Öcalan’ın 2000’ler başında oluşturmaya başladığı ve en son 27 Şubat çağrısıyla daha da yüksek sesle dile getirdiği demokratik modernite paradigması ise, sadece kapitalist modernitenin bu krizini derinlemesine analiz etmekle kalmamakta aynı zamanda demokratik modernitenin inşası için alternatif bir yol da önermektedir.
Kuşkusuz ki bu öneri, rastgele ya da salt güncel ve politik bir refleksin sonucu değildir. Felsefi olarak çok katmanlıdır. Örnek olsun; modern çağ, varlığı unutmuş, varlığı yalnızca “üretim” ve “tüketim” süreçlerine indirgemiştir. Özne, teknik bir aygıta dönüşmüş, anlamdan kopmuştur. Öcalan, tarihi, toplum ve bireyi değerlendirirken, demokratik moderniteyi, anlamın geri çağrılması ve insanın etik-politik bir varlık olarak yeniden inşası olarak ele almaktadır. Hegel’in diyalektiğiğine sıklıkla vurgu yapması bu nedenledir: Kapitalist modernite, kendi içinde taşıdığı çelişkilerle bir “yokluk” evresine sürüklenirken, bu yıkım aynı zamanda bir “oluş”un zemini hâline gelir. Öcalan bu süreci “devletli uygarlıkların sona gelişi” olarak adlandırır. Hegel’in varlık-yokluk-oluş üçlemesi, burada tarihsel bir gerçekliğe dönüşür. Yani eski olanın yıkımı, yeni olanın doğuşunu imler.
Bu noktada akıllara Marx’ın tarihsel materyalizmi gelse de, Öcalan Marx’ı olduğu gibi sahiplenmez; toplumu sınıflar üzerinden değil, komünalite, ahlaki ve politik bir topluluk olarak tanımlamakta ve anlamlandırmaktadır. Çünkü toplum, öznesiz bir üretim ilişkileri alanı değil, etik bir yaratım alanıdır. Bu anlayışta Hannah Arendt’in kamusal alan ve özgürlük kavramları büyük önem taşır. Arendt’e göre özgürlük, yalnızca iktidardan kurtuluş değil, birlikte eyleme kapasitesidir. Demokratik modernite işte tam olarak bu kapasitenin açığa çıkarılmasıdır: Halk meclislerinde, kadın komünlerinde, yerel özyönetim ağlarında vd…
Murray Bookchin’in ekolojik ve komünalist düşüncesi, Öcalan’ın paradigmasında yaslandığı bir diğer temeldir: Toplumun devletsiz ama örgütlü bir yapıda yeniden inşası, doğayla uyumlu, hiyerarşisiz bir yaşamı hedeflemektedir. Burada kapitalist modernitenin “merkezileşmiş egemenlik” modeli, yerini “yerelden evrensele yayılan halk demokrasisi”ne bırakır.
Bu inşada özne, edilgen bir figür değil, “hakikat sürecinin taşıyıcısıdır.” Tarihin bir noktasında, kırılma anında ortaya çıkar ve yeni bir etik sorumluluk üstlenir. Ancak bu sorumluluk, yalnızca var olanı eleştirmek değil, yeni olanı yaratmak sorumluluğudur.
Özneleşme, bireyin ve toplumun iktidarın tahakküm biçimlerine karşı, kendi üzerinde düşünme ve eyleme kapasitesi geliştirme sürecidir. Demokratik modernite, bu anlamda bir “özgürleşme pratiği” olarak hem toplumsal ilişkileri hem de bireysel varoluşu iktidarın gölgesinden çıkararak yeniden kurmayı amaçlar.
İşte Öcalan’ın paradigması, bu çok katmanlı düşünsel arka plandan doğar ve ‘Kapitalist modernite çökerken, yeni bir anlam, yeni bir yaşam ve yeni bir toplum mümkündür.’ Demektedir.
DEVLET, TOPLUM VE ÖRGÜT İLİŞKİSİNİN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ
Çağrı metni ve PKK’nin fesih açıklamasını sakince okuduğumuzda göreceğiz ki, Öcalan’ın çağrısı, devlete, topluma ve PKK’ye yönelik paradigmatik bir sorgulamayı içermektedir.
A-Tekrar olma pahasına belirtmek gerekiyor: Ortaya çıkış gerekçesi ne olursa olsun, devlet, tarihsel olarak toplumları belirli sınırlar içinde şekillendiren bir araç olmuştur ve bu araç, özgürlük ve eşitlik iddiası taşıyan halklar, kadınlar, dini ve kültürel guruplar başta olmak üzere, toplumun büyük bir kesimi için baskı ve tahakküm mekanizması olagelmiştir. Bu durum, dün olduğu gibi, bugün de modern siyasi düşüncenin temel problemidir.
B-Toplum, devletin dayattığı sınırların ötesinde, kolektif yaşamın ve öz yönetimin kaynağıdır. Öcalan çağrısında, bu öz yönetim halkın kendi kendini yönetmesi olarak yeni bir siyasal varlık biçimine işaret eder.
C– PKK’nin bu çağrıya cevabı, yeni yapının eski biçimi olarak değil, dönüşümün öncüsü olarak kendi varlığını sona erdirme ve fakat öncülüğü bir üst boyuta çıkarma kararı vermesi biçiminde olmuştur!
Burada “Varlığını sona erdirme”, ortadan yok olma ve veya buharlaşma değil; öncülüğün bir halden bir başka hale dönüşümü ve günümüz sosyolojisinin ihtiyaçlarına cevap verecek ifadesi haline gelmesidir. Öcalan’ın çağrısında görülmesi gereken; bu ‘HAL’in biçimsel değil, özsel’iğidir! Bu özsel’liğin zaman içerisinde kendi biçimini yaratması ise elbette ki kaçınılmazdır ve olması gerekendir. Tüm göreliliğine rağmen zaman, bizlere bu biçimi gösterecektir!
PKK’NİN FESİH KARARININ TARİHSEL ANLAMI
Devrim, kendini sürekli yenileyemediği ölçüde donmuş bir mitolojiye dönüşür; PKK’nin doğuşu, 20. yüzyılın son çeyreğinde kapitalist modernitenin periferilerde yarattığı yıkıma karşı devrimci bir cevaptı. Bu cevabın biçimi, reel sosyalist modelden esinlenmiş, ama Kürt özgürlük gerçeğinde somutlaşmıştı. Ancak zaman, her devrimci öznenin önüne yeni görevler çıkarır ve tarihsel süreksizlik burada önem kazanır. “Tarihin kopuş anları” denilen şey tam da budur: sürekliliğin yanılsaması yerine, kırılmaların kurucu gücünü kavramak! PKK’nin feshi, böyle bir kopuş anıdır. Fakat bu an, ne yalnızca bir yenilgidir ne de yalnızca bir zaferdir; bu, tarihin özneye sunduğu yeni olanakların kavranması, eski biçimlerin ölümü, yeni mücadele biçimlerinin doğuşudur!
PKK’nin kendini feshetme kararı, bu anlamda yalnızca ve sadece örgütsel bir dönüşüm değildir ve öyle görülmemelidir; bu, aynı zamanda Kürt halkının siyasal özneleşme sürecinin bir kilometre taşıdır ve bu karar, klasik devrimci örgüt modellerinden farklı olarak, halkın doğrudan öz yönetim yoluyla kendi kaderini tayin etmesini esas almaktadır.
Antonio Gramsci’nin “organiğin ölümü ve yeni organik yapının doğuşu” kavramı konunun anlaşılması açısından yararlı olabilir. PKK’nin feshi, eski organik yapının ‘ölümü’, halkın kendi organik yapısını inşa etmesi için zemin hazırlamaktadır. Ve elbette ki bu, sadece Kürt halkı için değil, aynı zamanda dünya devrimci hareketleri için de yeni bir ufuktur.
KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Öcalan’ın paradigmasında toplumsal cinsiyet özgürlüğü, demokratik modernitenin temel taşlarından biridir. Çünkü kadın özgürlüğü ve cinsler arası eşitlik, erkek egemenliğine dayalı eski toplumsal yapının çözülmesi ve yeni toplumsal ilişkilerin kurulması için zorunludur. Fakat kadının özgürleşmesi, sadece toplumsal cinsiyet rollerinin dönüşümü değil, toplumsal iktidar biçimlerinin sorgulanmasıdır aynı zamanda. (Foucault’nun iktidar ilişkileri ve beden üzerindeki tahakküm analizleri, bu dönüşümü anlamak için önemli teorik araçlardır.) PKK’nin feshi ve toplumun komünler aracılığıyla doğrudan öz yönetimi, bu anlamda yeni bir Dasein’ın (var oluş, anlam üretme) doğuşudur. Bu varlık biçimi, tarihsel olarak inşa edilmiş kimliklerin, sınırların ve rollerin ötesine geçerken; özgürlük ve dayanışma ekseninde yeni bir toplumsal anlam yaratır.
SONUÇ: VARLIKTA KALMAK, YENİDEN KURMAK
Bir oluş ‘sona erdi.’ Ancak bilinmelidir ki bu son, yeni bir başlangıcın habercisidir. PKK’nin feshi, devrimci bir öznenin tarih sahnesinden çekilişi değil; halkın kendisinin doğrudan siyasal özne hâline gelişidir; artık karar verme, yönetme ve değiştirme gücü halka aittir. Bu ‘son’, yeni bir oluşun çağrısı olabileceği gibi, daha derin bir özgürlüğün kapısını aralayacak ve Kürt halkı, ‘dün’ü inkar etmeden kendi tarihini yazmak için yeni başlangıçlar yapacaktır! Unutmamak gerekir ki: Her siyasal kopuş, öznesinden etik bir konum almasını talep eder. Bu ise tarih karşısında sorumluluk alma, halk karşısında hesap verebilir olma, geleceği kurma iradesi gösterme anlamına gelir. Unutulmasın ki “özne, bir hakikat sürecine sadakat gösterdiği oranda vardır.” Ve bu sadakat yalnızca savaşta değil, barışta, inşada, yeni bir toplumsallığın kurulmasında da gösterilmelidir.
Bu noktada Öcalan’ın şu sözü, bu yazının özeti gibidir: “Örgüt varlıksa, halk onun ruhudur. Ruh olmadan şekil cesettir.”
Sözün özü:
Artık şekillerin zamanı geride kaldı. Artık ruhun, yani halkın zamanı başladı. Fakat Öcalan’ın çağrısı, ne bir ağıt ne de bir methiyedir. Bu, varlığın tarihsel momentler içindeki dönüşümüne dair hem bir tanıklık ve hem de bir çağrıdır: Örgütlü halkın özgür yaşamını kurma çağrısı… Bu çağrıya kulak verenler için artık eski yollar tükenmiş, yeni yollar belirmiştir. Ve bu yollar, yalnızca yürüyenlerin ayak izleriyle oluşacaktır…