Bugün Şeyh Sait ile Öcalan’ı birbirinden koparmaya çalışanlar, Kürt tarihinin sürekliliğini parçalamaya çalışmaktadır. Oysa biri bastırılmışlıkta haykırıştı, diğeri o bastırılmışlıktan çıkışın yoludur. Biri soruydu, diğeri cevaptır. Kürt halkı artık bir kıyamın değil, bir çözümün taşıyıcısıdır. Ve o çözüm, artık isyanda değil; müzakere masasında, halkın örgütlü bilincinde, tarihin hakikate dönüşmüş damarındadır.
Amed DİCLE
29 Haziran 1925. Diyarbakır’ın kalbinde, Dicle’nin ağır akışı eşliğinde, sabaha karşı kurulan darağaçları sadece bedenleri değil, bir halkın tarihini de havada bıraktı. Şeyh Sait ve 49 arkadaşı idam edildiğinde, infaz edilen yalnızca bir isyanın liderliği değildi. O gün o sehpada, Kürt halkının temsil kudreti, siyasal ifadesi ve tarihsel iddiası boğuldu.
Cumhuriyet, kendini inşa ederken Kürt’ü inkâr ederek tanımladı. Yeni devletin dili, hukuku, coğrafyası ve hatta tarihi, Kürt’ün dışlanması üzerine kuruluydu. Şeyh Sait Kıyamı, bu dışlanmaya verilen ilk büyük yanıttı. Ama bu yanıt, dönemin koşulları içerisinde sınırlı bir örgütlenme ve dağınık bir siyasal form ile geldi. Bastırıldı. Ve ardından gelen şey, topyekûn bir inkâr rejimiydi.
Şeyh Sait’in önderliğindeki hareket, kimi çevrelerce sadece bir dinî isyan olarak anılır. Oysa kıyamın arka planında yatan asıl mesele, Kürt halkının ulusal varlık talebidir. Şeyh Sait’in söylemlerinde ve örgütlenmesinde hem etnik aidiyet hem dini referans iç içedir. Ama onun asıl tarihsel değeri, inkâr edilen bir halk adına ayağa kalkması, kolektif bir iradeyi temsil etmesidir.
İdamlar sonrası Kürt coğrafyasına yayılan sessizlik, fiziki bir bastırmanın ötesindedir. Aileler sürgün edilir, köyler dağıtılır, dil yasaklanır, hafıza parçalanır. Kürt, artık sadece görünmeyen değil; konuşulamayan, temsil edilemeyen bir varlık haline getirilir.
29 Haziran, bu yüzden bir takvim günü değil, bir tarihsel kesiktir. Kürt halkının belleğinde açılan derin yaradır. Ve bu yara, sadece geçmişte bırakılmadı; her kuşakta yeniden kanadı.
1925’ten sonra gelen tüm isyanlar -Ağrı, Zilan, Dersim- aynı bastırılmışlık karşısında yeni yankılandı. Ama bu isyanlar da, parçalı yapıları, yerellikleri ve devletin artan baskı kapasitesi nedeniyle başarıya ulaşamadı. Bir halkın kolektif direnişi, bir türlü bütüncül bir siyasal stratejiye dönüşemedi.
1950’lerde başlayan yasal mücadele arayışları, Kürt siyasal aklını yeniden üretmeye çalışsa da, devletin sistematik inkâr duvarı karşısında etkisiz kaldı. Şeyh Sait’in ardından gelen her kuşak, bir öncekinden daha temkinsiz, daha sessiz ve daha parçalanmış kaldı.
Ama hafıza bambaşka bir yerde, evlerde, tarlalarda, türbelerde, ağıtlarda ve dengbêjlerin anlattığı hikâyelerde taşındı. Bu hafıza ne bir programdır, ne bir manifesto. Ama tarihin hiçbir yerinde kaybolmayan bir dip akıntıdır. Ve zamanı geldiğinde, bu akıntı bir politik sele dönüşecekti, ve de dönüştü.
Devletin hafızayı silme politikası, dağların sabrına çarpınca başarısız oldu. Çünkü Kürt coğrafyası, inkâr edilen her şeyi saklayarak geleceğe taşıdı: Ağıtlarda geçen bir isim, duvarda saklanan bir fotoğraf, kulaktan kulağa aktarılan bir dua.
Bu bastırılmışlık, bir öfkeye dönüştü. Sessizlikle taşınan hafıza, artık sadece yas değil, bir talep, bir direnç, bir soru haline geldi. Ve 1970’lerin sonunda bu öfke, ilk kez örgütlenmeye, bilinçlenmeye, stratejiye dönüşmeye başladı. Artık yeni kuşak, geçmişin sadece yasını tutmakla kalmazdı; onun hesabını sormak, tarihini yeniden yazmak ve temsil yetkisini geri almak istiyordu.
İşte bu eşikte, yalnızca Türkiye’deki siyasal dalgalanma değil; Kürt halkının uzun süre bastırılan varlığı da yeniden tarih sahnesine çıkar. 1970’lerin sonu, susturulmuş bir halkın hafızasını siyasal dile dönüştürme çağının başlangıcıdır. Bu dönüşüm, sadece bir kuşak değişimi değil; bastırılmış bir tarihin özneleşmesidir.
1970’lerin sonu, yalnızca Türkiye’deki siyasal dalgalanmanın değil, Kürt halkının da uzun sessizlikten sonra tarih sahnesine yeniden çıkışının başlangıcıdır. Ama bu defa ideolojik, örgütsel ve tarihsel olarak planlanmış bir yeniden doğuştur.
Abdullah Öcalan’ın öncülüğündeki PKK hareketi, bastırılmış olanın yasını tutmak yerine, onu bilinçli bir politik hatta dönüştürmeyi hedeflemiştir. Bu, Kürt tarihinde ilk defa geçmişin eleştirel bir biçimde okunarak, geleceğe dair kurucu bir hatla buluşmasıdır.
Öcalan, 1925’i yücelten değil, çözümleyen bir yaklaşım ortaya koyar. Şeyh Sait kıyamını haklı bir öfkenin ifadesi olarak görür ama stratejik ve yapısal sınırlılıklarına da işaret eder. Çünkü mesele, sadece ayağa kalkmak değil; ayağa kalktıktan sonra yürünecek yönü belirlemektir.
Öcalan’ın en çarpıcı farkı, Kürtlerin kendi kimliğini, dilini, kültürünü özgürce yaşayabileceği demokratik bir toplumu inşa etmektir.
Bu, Şeyh Sait’in öncülük ettiği dönemle kıyaslandığında radikal bir zihinsel sıçramadır. O dönemin doğalında olan dinsel-milliyetçi direniş geleneği, Öcalan tarafından aşılır; yerine kadın özgürlüğünü, ekolojik dengeyi, halkların kardeşliğini temel alan radikal demokratik bir paradigma kurulur.
Kürt halkı artık sadece mağdur değil, düşünsel ve siyasal özne hâline gelir.
PKK’nin yükselişiyle birlikte Kürt halkı ilk kez yalnızca direnen değil; konuşan, müzakere eden, strateji belirleyen bir aktöre dönüşür. İlk kez bir Kürt hareketi, devletin zoruna karşılık kendi halk zemininde meşruiyet kurar ve devleti müzakereye davet edecek eşikte durur.
Bu, Şeyh Sait’in urganla kesilen temsiliyetinin yeniden inşasıdır. Ama aynı zamanda, o temsilin artık yalnızca bir öfke diliyle değil; siyasi sorumlulukla kurulan yeni bir aktörlükle geri dönüşüdür. Öcalan bugün çözüm çağrısını yükselttiğinde, o masada yalnızca kendisi değil; bastırılmış bir yüzyıl, temsil edilmeyen bir tarih ve sesi hâlâ duyulmayan bir halk vardır.
Bu bu çağrı, geçmişle köprü kurar ama ona mahkûm olmaz.
Ve bu nedenle, Öcalan çizgisi, Kürt tarihinin ilk defa masa başına taşındığı bir anı mümkün kılıyor.
Şeyh Sait ve arkadaşları, bir halkın adına başkaldırdı ve infaz edildiler. Bu başkaldırı, halkın belleğine bir yara gibi kazındı. Yüzyıl boyunca, bu yara büyüdü, genişledi, sessizleşti.
Ama sonunda, Öcalan’ın liderliğinde bu yara, politik bir bilince, örgütsel bir programa, çözümcü bir stratejiye dönüştü. Bugün Şeyh Sait ile Öcalan’ı birbirinden koparmaya çalışanlar, Kürt tarihinin sürekliliğini parçalamaya çalışmaktadır.
Oysa biri bastırılmışlıkta haykırıştı, diğeri o bastırılmışlıktan çıkışın yoludur.
Biri soruydu, diğeri cevaptır.
Kürt halkı artık bir kıyamın değil, bir çözümün taşıyıcısıdır.
Ve o çözüm, artık isyanda değil; müzakere masasında, halkın örgütlü bilincinde, tarihin hakikate dönüşmüş damarındadır.