Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Sistemin tam ortasında ama hep biraz kenarında I

Beyaz perdeden bir vicdan geçti: Robert Redford

Sistemin tam ortasında ama hep biraz kenarında I

89 yaşında uykusunda hayatını kaybeden Robert Redford, her zaman bir ayağı içeride, bir ayağı dışarıda olan biriydi; bu, bağımsızlığının ve Hollywood’un zincirlerinden kurtulma isteğinin göstergesiydi. Şans eseri, hem oyuncu hem yönetmen olarak doğru zamanda sahneye çıkmıştı.

Güler YILDIZ

Amerikan sinemasının kutsal canavarlarından biri olarak görülen Robert Redford, 16 Eylül Salı günü, 89 yaşında hayatını kaybetti. Menajeri Cindi Berger, sanatçının “sevdiği yerde, Utah dağlarındaki Sundance’taki evinde, sevdiklerinin arasında” yaşamını yitirdiğini açıkladı.

Robert Redford, 1936’da Los Angeles’ın birkaç adım ötesindeki Santa Monica’da doğdu. Babası sütçüydü. Ünlü gülüşünü ve dişlerini babasına borçlu olduğunu söyleyerek şakalaşırdı. Gençlik yıllarında sinema hayali kurmuyordu. Yetenekli bir yüzücü ve tam donanımlı bir sporcuydu; beyzbol sayesinde üniversite bursu kazandı. Ancak disiplin sorunları nedeniyle bursunu kaybetti.

EKRANI DELEN BİR KARİZMA

18 yaşında annesini kaybetti. Ressam olmak için Paris’e gidip güzel sanatlar eğitimi aldı ama yalnızca birkaç ay kalabildi. Montparnasse ve Place du Tertre’de, sefalet içindeki portre ressamlarının dünyasında dolaştı. Çalkantılı IV. Cumhuriyet’in Fransası’nda, “Cezayir olayları” giderek daha çok yankı buluyordu. Bu politik titreşimler, onda izler bıraktı.

ABD’ye döndüğünde, New York’ta tiyatro sahnesine çıktı; American Academy of Dramatic Arts’ta oyunculuk eğitimi almıştı. Tam da sinemanın parlak, yakışıklı, zengin gençlerin başat karakter olduğu, kadınların itaatkar, kocasına sadık birer ev hanımı olarak tasvir edildiği bir dönemde çıktı ortaya. Amerikan stüdyolarının hegemonyasını sarsmaya karar verdiği bir dönem olabilirdi bu. Redford hiçbir zaman Yeni Hollywood’un merkezinde yer almadı, ama meyvelerini topladı. 1960’ların başında küçük televizyon rolleriyle başladı. Sinemadaki asıl çıkışı, 1966’da Arthur Penn’in Amansız Takip (The Chase) filmiyle geldi. Marlon Brando’nun oynadığı şerifin karşısında hapisten kaçan Bubber Reeves rolündeydi. Ekranı delen karizması ile Hollywood’un kapılarını ardına kadar açtı.

SYDNEY POLLACK İLE DÖNÜM NOKTASI

Aynı yıl Sydney Pollack ile Yasak Mülk (This Property Is Condemned) filminde işbirliğine başladı. Film, Büyük Buhran döneminde Amerika’da küçük bir kasabada yaşayan genç bir kadının (Natalie Wood) aşk ve hayallerini, kasaba baskısı ve ekonomik zorluklar karşısında nasıl sürdürdüğünü anlatıyordu. Redford yalnızca yakışıklı değildi; zekâsı ve sinemayı salt bir eğlenceden fazlası olarak görme arzusu vardı.

1968’de, kariyerinde söz sahibi olmak için Wildwood adlı yapım şirketini kurdu. Bir yıl sonra Paul Newman’la birlikte rol aldığı Sonsuz Ölüm (Butch Cassidy and the Sundance Kid, 1969) onu Hollywood’un en büyük yıldızlarından biri yaptı. Film dört “küçük” Oscar aldı ama yeni bir yıldız doğmuştu.

1970’te Sydney Pollack’la çektiği çevreci western Jeremiah Johnson, stüdyo tarafından uzun süre rafa kaldırıldı. Cannes seçici Pierre Rissient sayesinde 1972’de yarışmaya kabul edildi. Dağlarda yaşayan, yerli halkın düşmanlığıyla yüzleşen bir adamın hikâyesi, Redford’un beklenmedik yollara gitme isteğini ortaya koydu.

BM’DE İKLİM KİRİZİ İÇİN ‘HAREKETE GEÇMELİYİZ’ DEDİ

Hem oyuncu hem yönetmen olarak yer aldığı filmlerinde doğayla insan arasındaki ilişkiyi sık sık işledi. A River Runs Through It (Irmağın İçinden, 1992) pastoral bir aile hikâyesi üzerinden Amerikan doğasının kırılganlığını hatırlatırken, The Horse Whisperer (Atlarla Dans, 1998) birey ile doğa arasındaki iyileştirici bağı ön plana çıkardı. Bu filmler, Redford’un çevrecilik kimliğiyle bütünleşti ve onu Hollywood’da ekolojik meseleleri sinemaya taşıyan öncü figürlerden biri haline getirdi.

2015’te BM’de yaptığı konuşmada uyardı: “Isılar arttıkça, siyasi istikrarsızlık, yoksulluk ve çatışmalar da artıyor. Tarihin gidişatını değiştirmek istiyorsak, şimdi harekete geçmeliyiz.”

Aktivist demek belki fazla olurdu, ama siyaset onu ilgilendiriyordu; hatta film seçimlerinde bile.

1972’de “Aday” (The Candidate) filminde yozlaşmış bir senatör adayını canlandırdı. Ardından, kariyerinin zirvelerinden olan iki film geldi: Sydney Pollack’ın Barbra Streisand ile  buluşturduğu “Bir Zamanlar Biz” (The Way We Were) ve George Roy Hill’in Paul Newman’la oynattığı “Üçkağıtçılar” (The Sting).

1976 yapımı “Başkanın Adamları” (All the President’s Men), Redford’un politik sinema alanındaki en çarpıcı katkılarından biri oldu. Redford’un yapımcılığını da üstlendiği film, Washington Post muhabirleri Bob Woodward ve Carl Bernstein’ın Watergate skandalını ortaya çıkarışını anlatıyordu. Film, yalnızca Amerikan demokrasisinin kırılganlığını değil, basının hesap sorucu gücünü de sinema yoluyla geniş kitlelere taşıdı.

HOLLYWOOD VE UTAH VE KAMERA ARKASI

1980’lerde Hollywood’dan uzaklaşıp Utah’ta toprak satın alarak nefes almaya başladı. Aynı sene ilk kez kamera arkasına geçti. İlk yönetmenlik denemesi “Sıradan İnsanlar” (Ordinary People), En İyi Film ve En İyi Yönetmen Oscarlarını kazandırdı. Oyuncu olarak hiç Oscar almamıştı. Redford, kamera önünde de etkinliğini sürdürdü: Meryl Streep ile birlikte rol aldıkları “Afrika’nın Öyküsü (Brubaker, Out of Africa, 1985), dönemin en ses getiren filmlerinden oldu.

Redford’un politik sinemaya katkısı yalnızca film üretimiyle sınırlı kalmadı. Onun kurduğu Sundance Film Festivali, bağımsız sinemaya küresel ölçekte yön veren bir platforma dönüştü. Sundance, özellikle politik, sosyal ve kültürel açıdan “ana akımın dışında” kalan hikâyelere görünürlük kazandırarak Redford’un sanat ve aktivizmi buluşturan vizyonunun kurumsal bir yansıması oldu. Bu festival, Soderbergh, Tarantino, Coen Kardeşler ve Ryan Coogler gibi isimlerin doğuşuna sahne oldu.

ÖZGÜRLÜK MADALYASI

2007 tarihli Aslanlar ve Kuzular (Lions for Lambs) ise Afganistan savaşı, medya-siyaset ilişkisi ve gençlerin politik sorumluluğu üzerine kurulu, doğrudan politik bir tartışma açıyordu. Redford burada hem yönetmen hem oyuncu olarak, Amerikan dış politikasının ahlaki açmazlarını beyazperdeye taşıdı.

2016’da Başkan Barack Obama, Redford’a ABD’nin en yüksek sivil nişanı olan Başkanlık Özgürlük Madalyası’nı vermişti. Redford, 2018’de The Old Man and the Gun filminin ardından emekliliğini duyurmuştu.

2018’de resmi olarak emekliye ayrıldı ama animasyon ve dizilerde sesiyle birkaç kez geri döndü. Onu The Chase’teki partneri Jane Fonda şöyle andı:
“Robert Redford, hâlâ uğruna mücadele etmemiz gereken bir Amerika’yı temsil ediyordu.”

2019’da ise yurttaşlara Donald Trump’a ve onun “gizli monarşisine” karşı oy vermeleri çağrısında bulundu.

Benzer Haberler