BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Toplum kendini aklarken çürümeyi kim üstlenecek?

Toplum kendini aklarken çürümeyi kim üstlenecek?

Zelal SADAK

Bir toplumun çözülüşü nasıl olur?

Büyük siyasal kopuşlarla mı, insanların birbirine dair tutumlarındaki küçük sanılan değişimlerle mi? Toplumsal çözülmeyi ya da sıkça her insanda duyduğumuz çürümenin varlığını söyleyebilmek için toplum denen olgunun ne olduğunu belki de hatırlamak gerekir.

Bir çemberin formunu anlayabilmek için onu başka çemberlerle karşılaştırmak gerekir. Yani bir çemberin küçük mü, büyük mü, ya da ideal boyutta olduğunu söyleyebilmek için en az ikinci bir çemberin varlığına ihtiyaç vardır. Tek başına duran bir şeklin ölçüsü, kusuru ya da formu ancak diğerleriyle kıyaslandığında görünür olur.

İnsan davranışları da böyledir. Birey, kendi tutumunu ve eylemlerinin etkisini ancak ötekiyle karşılaştığında fark eder. Bu karşılaşma kimi zaman gerilim yaratır, kimi zaman yeni bir anlayış alanı açar. Toplum ise bu karşılaşmaların toplamıdır: Çemberlerin birbirine değdiği, kesiştiği, sınır çizdiği veya yeni alanlar açtığı ilişkisel bir yapı.

Verilen bir sözün artık söz olmaması, verilen bir randevu saatinin mazeretsiz iptal edilmesi, sorumluluk duygusunun yerini hesaplamaya bırakması, sadakatin bir “performans”a indirgenmesi… Paranın dili, güzelliğin imgesi, gücün cazibesi, dedikodunun hızlı dolaşımı… Bunlar tek başına açıklama olmayabilir ama birlikte bir iklim yaratıyor: sözün ağırlığı hafifliyor, yüzün güvenilirliği seyrekleşiyor, savunmasız kalan birinin üstüne basmak, artık hayatın doğal aklıymış gibi kabul ediliyor. Sanki herkes aynı şeyden şikâyet ederken yavaşça o şeye benzemenin utancı da gündelikleşiyor.

Sanki herkeste şikâyet ettiği çürümenin parçaları varken herkes çürümeyi başkalarında görüyor.

Bugün artık “normal” olarak kabul edilen, mahcup hissettirmeyen bu küçük değişimlerin toplamı, toplumun bütün katmanlarında hissedilen bir güven krizine dönüşmüş durumda.

Güven yalnızca duygusal bir ihtiyaç değil; toplum dediğimiz yapının işleyebilmesi için gerekli olan temel bir bağ dokusudur. O dokunun gevşemesi, tahrip olması sadece bireysel ilişkilerde değil; devlet, yerel yapılar, örgütler, kamu kurumları gibi yapılar ile toplum arasındaki ilişkide de ciddi bir aşınma yaratıyor.

Türkiye kamusal alanda yoğun ahlaki tartışmaların yaşandığı bir ülke. Siyasetten medyaya, gündelik sohbetlerden akademik tartışmalara kadar herkes “iyi” ve “kötü” üzerine keskin kanaatlere sahip. Fakat bu kadar güçlü ahlaki söyleme rağmen, etik dediğimiz sorumluluk alanı oldukça zayıf. Ahlak toplumun genel beklentilerini ve normlarını ifade ederken; etik bireyin eylemlerinin sonuçlarını gözettiği, ötekine karşı sorumluluk aldığı alanı işaret eder.

Yani etik bireyin öteki ile ve kendiyle yüzleşmesidir. Bugün Türkiye’de ahlaki söylemler çok, etik davranış ise neredeyse yok.

Bu çelişki hem bireysel ilişkileri hem de devlet kurumlarını aynı anda belirliyor. Türkiye’de yasalar kâğıt üzerinde sağlam; anayasal güvenceler, haklar ve prosedürler belirli. Ama toplumun büyük bir kısmı yasalara güvenmiyor. Çünkü sorun yasaların varlığında değil; uygulanışında.

Yasaların gerektiğinde “esnetilmesi”, “zamana yayılması” ya da tamamen göz ardı edilmesi; bir gecede yasaların değişebilmesi, insanların yasalara ve kurumlara duyduğu güveni derinden sarsıyor. Bu tutarsızlık tarihsel olarak yeni değil; fakat son yıllarda çok daha görünür hale geldi. 1990’lardaki OHAL uygulamaları, hukuk devleti ilkesinin askıya alınmasının sonuçlarını açıkça göstermişti. Bugün ise CHP’ye yönelik yasal usulsüzlük iddiaları ya da bir gecede değişen kararlar, yasaların siyasal konjonktüre göre şekillenebildiğini hissettiriyor.

Yasa var ama işlemiyor. Kamu kurumları var ama güven üretmiyor. Kural var ama pratikte karşılığı yok.

Sonuç olarak: Yurttaş devlet aygıtının ürettiği yasalara güvenmiyor. Devlet kurumları kamusal sorumluluk taşımıyor. Bürokrasi kendi iç ritmine sıkışmış durumda. Yargı tutarlılık üretemiyor. Çünkü etik ölçüler aşınmış durumda. Kurumlar bireyleri şekillendirirken, bireylerin de kurum kültürünü belirlediğini unutmamak gerekir; bir yanda ilkesiz kurum kültürü, diğer yanda sorumluluk almak istemeyen bireyler birbirini yeniden üretiyor.

Bu kadar geniş bir alanda güvenin çökmesi bireysel ilişkilere de yansır. Ya da bireysel ilişkilerdeki güvensiz zemin, kurumların etik ölçülerini umursamamasına ve onları ilke olmaktan çıkarmasına zemin hazırlar. Kurumların güven vermediği bir toplumda bireyler birbirine güvenemez. Bireylerin birbirine güven duymadığı, sürekli birilerinin birilerini nasıl kandıracağı, aldatacağı, dolandıracağı üzerine kurulu toplumsallıkta, toplum için var olan kurumsal aygıtlar etiği göz ardı eder, hatta unutturur.

Güven, toplumsal bir atmosferdir; çöktüğünde yalnızca kurumlarla yurttaş arasındaki bağ değil, bireylerin birbirleriyle kurduğu en küçük bağ da zayıflar. Bugün toplumda kimse kimseye güvenmiyor. Daha ilginci, herkes güvensiz olduğunu düşündüğü insanları eleştirirken kendisi de güven üretmeyen davranışlar içinde. Herkes, güvensizliğin başkasından kaynaklandığını düşünüyor. Sanki çürüme hep “öteki”nin sorunuymuş gibi. Bu durum sadece bireysel bir çelişki değil; toplumun etik yöneliminin ne kadar zayıfladığını gösteren yapısal bir belirti.

Etik yokluğunun en görünür olduğu alanlardan biri ise sosyal medya. İnternette milyonlarca insanın aynı anda bir “ahlaki yargı” etrafında toplandığı linç kültürü, günümüz toplumunun en belirgin çelişkilerinden birini ortaya koyuyor. Bir kişinin kusuru, hatası ya da çoğu zaman doğruluğu bile kanıtlanmamış bir iddia saniyeler içinde dolaşıma giriyor. Ve milyonlarca kullanıcı, kendisini “ahlaki üstünlüğün temsilcisi” gibi görerek o kişiyi linç ediyor.

Ancak şu soru hâlâ cevapsız:

Eğer linç eden herkes bu kadar ahlaklıysa, bu kadar ‘ahlaksızlık’ nasıl oluyor da hâlâ devam ediyor?

İfşa kültürü çoğu zaman bir tür adalet duygusu gibi sunuluyor; ama gerçekte çoğu zaman bireyin kendi etik sınırlarını görmezden geldiği, öfkeden türetilmiş bir kolektif davranışa dönüşüyor. Sosyal medya, ötekinin “yüzünü” silerek onu soyut bir figüre çeviriyor; bu nedenle linç kültüründe etik bir tutumdan söz etmek mümkün değil. Çünkü etik, Levinas’ın ifadesiyle, bir yüzle karşılaşma anında başlar; o yüzün olmadığı yerde sorumluluk da yoktur.

Daha da önemlisi, dijital ahlakçılık kolay ve bedelsiz bir eylemdir. Birey kendi davranışını sorgulamak zorunda kalmaz; sadece kalabalığa karışır. Bu kolaylık etik yerine duygusal boşaltımı koyar ve toplumun güven krizini daha da derinleştirir. Hakikat bile çoğu zaman doğrulanmadan tüketilir; gerçek ile yalanın birbirine karıştığı bir ortamda linç eylemi bir tür gündelik eğlenceye dönüşür.

Toplumsal çürüme; yasaların uygulanmayışında, kurumların tutarlılık üretemediği noktalarda, bireylerin sorumluluk almaktan kaçınmasında, sözün değer kaybetmesinde, hakikat sonrası dilde, politik manipülasyonda, gündelik ilişkileri yöneten temkinli uzaklıkta, etiğin silikleştirildiği sosyal medya “linççileri” ile kendini gösteriyor. Bu erozyon çok katmanlı; tek bir kaynaktan değil, birçok zayıf çemberden besleniyor.

Naçizane, bu tabloyu değiştirecek olan şey büyük ideolojik dönüşümler değil; bireylerin ve kurumların yeniden etik sorumluluk üretebilmesidir. Toplumsal çürümenin durması, önce bireyin kendi davranışlarını görebilmesiyle başlar. Herkes bu çözülmenin bir parçası olabilir ve çoğu zaman bunu ancak ötekiyle karşılaştığında fark eder. Bir sözün nasıl duyulduğunu, bir davranışın nasıl bir etki bıraktığını, bir tutumun nasıl sonuçlar doğurduğunu ancak karşısındaki insanda görür kişi. Birey kendi payını görmediğinde çürüme büyür; etiğin yokluğunu yalnızca başkalarında aradığında ise durmaz.

Bu nedenle çözüm, başkalarını yargılayan ahlaki söylemlerden çok; kendi davranışının etkisini ciddiye alan, küçük ama tutarlı bir etik pratik geliştirmektir. Toplumda güvenin yeniden oluşması büyük politik vaatlerden değil; insanların kendi davranışlarını sorumlulukla yönetmesinden doğar.

Bu etik pratik, sözünde durmak, sorumluluk almak, hesap verebilir olmak ve ötekini araçsallaştırmamak gibi gündelik ama kurucu tutumlardan oluşur.

Etik ilkeleri oluşmuş bireyler, güçlü toplumları ve nihayetinde kurumların, yapıların, örgütlerin hatlarını belirler.

En etkili başlangıç, toplumun nereye savrulduğunu tartışmadan önce, kendi davranışlarımızda hangi sınırların gevşediğini fark etmek ve bunu ciddi bir öz eleştiriyle yaşamda eylemlerimizle ortaya koyabilmek.

Benzer Haberler

En az 817 Dürzi yargısız infaz edilmişti |

Şam'ın komitesi 'münferit' dedi: Sistematik saldırı yokmuş

Norveç’in buzlu dağlarında tarihi keşif |

1.500 yıllık ren geyiği tuzakları

Zelal Sadak yazdı |

Toplum kendini aklarken çürümeyi kim üstlenecek?

“Türkiye’den çekilme kararı” ardından |

Yeni "çekilme" adımı: Çatışma riski tamamen ortadan kaldırıldı

Temelli’den “sürece özel yasa” açıklaması:

Komisyon raporunun ardından kanun teklifine doğru yol alacağız

Meclis’te bu hafta l

Gündem: Süreç ve bütçe görüşmeleri

Bütçe görüşmeleri l

Bakan, "Millet fakirlikten çocuk yapmıyor" sözlerine kızdı

“İBB dosyası kumpastır” |

Canlı yayın çağrısını yineledi: Savcılarına güvenen çıksın karşımıza