Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Türklük, Kürtlük, Türkiyelilik

Türklük, Kürtlük, Türkiyelilik
Namık Kemal DİNÇ

Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinden sonraki en büyük dönüşümün eşiğinde. 1908 Meşrutiyeti, 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması ve 1923 Lozan Antlaşması bu dağılmanın merhaleleri olduğu gibi yeni Türkiye Devleti’nin tarih sahnesine çıkışının da önemli dönemeçleri.

Bu üç önemli eşiğin kritik konu başlıklarından biri, şüphesiz kimlik tartışmalarıdır. Tartışmaların içeriği, çözüm formülasyonları konjonktüre göre değişse de ağır basan siyasal hattın, birleştiren değil ayrıştıran, daraltan hatta tekleştiren bir eğilimde seyretmesi, bugüne devreden kimlik bunalımına kaynaklık etmekte.

Bozkurt Güvenç’in dediği gibi kimlik sorununun “insanları ayırdığımızda değil de birleştirmeye çalıştığımızda” çıkması tuhaf bir ironi olsa gerek[i]. Bugün Kürt meselesinin yarattığı kimlik krizinden kaynaklı sürüp giden “Türkiyeli” mi “Türk” mü tartışmaları da tam olarak buna tekabül ediyor.

Meseleye birlik içerisinde çözüm arayanların ileri sürdüğü “Türkiyeli” tabiri, devletlu zevat ve bir kısım çevrelerde ayrılıkçılık, bölücülük muamelesi gördü/görüyor. İtiraz edenler hep bir ağızdan “Biz Türkiyeli değil, Türk’üz” demekte ısrar ediyor.

Elbette Türkiyeli tabirinin Türkleri de kapsadığını biliyorlar. Ama yapılacak değişikliğin, çoğulluğun tescillenmesinin onların “biricikliğine” halel getireceğini düşünüyorlar. Herhalde “makbul vatandaş” olmanın üstünlüğünü, konforunu, ayrıcalıklarını yitirmek istemiyorlar.

“Türkiyeli” tartışmalarının ilk defa gündeme gelmediği malum. Bugüne ve evveliyatına dair kıymetli makaleler de yayınlandı. Bu konu da özellikle artıgerçek’ten Baskın Oran Hoca’nın, Serbestiyet’ten Vahap Coşkun ve Yıldıray Oğur’un yazılarının tartışmaya önemli katkılar sunduğunu söylemek isterim.

Ben de bu yazıda, girişte ifade ettiğim üç kritik dönemde yürütülen kimlik tartışmalarına eğilerek; Türklük, Kürtlük, Türkiyelilik, Türkiyeli tabirlerinin bu dönemlerde nasıl ele alındığını, tarihsel bağlamı içerisinde incelemeye gayret edeceğim.

“Türkiye, Türkiyelilerindir”

Türkiyeli tabirini ilk kullananın Tunalı Hilmi Bey olduğu; 1902 yılında Fransa’daki doktora tezinde bu tabiri kullandığı ve tartıştığı bilinmekte[ii]. Ancak, ara başlığa koyduğum ifadenin müellifi o değil. Kendisiyle birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde teşrik-i mesai yapan, aynı zamanda Cemiyetin ilk kurucularından biri olan Arapkirli Doktor Abdullah Cevdet.

Diyarbakırlı İshak Sükûtî ile birlikte Cemiyetin iki Kürt kurucusundan biri olan Abdullah Cevdet, bu ifadeyi 3 Kasım 1906 tarihinde kendisine ait İçtihad Gazetesi’nde “Şuray-i Osmani Gazetesi Müdürüne” başlığıyla yayınladığı yazıda kullanmış[iii].

Abdülhamit’in istibdat rejimine karşı hürriyet, müsavat, uhuvvet sloganlarıyla yola çıkan ilk ekibin içinde yer alan Abdullah Cevdet, bir siyasal düşünür olarak dönemin önemli muhalefet odaklarından biridir. Cumhuriyetçi fikirleri dillendiren ilk kişilerden biri olarak, bu yazıdaki temel hedefi, devletin hanedandan tevarüs eden Osmanlı isminin değiştirilmesidir

Dr. Abdullah Cevdet (1869-1932)

İmparatorluk mirasını ve onun sahip olduğu çoğulluğu benimseyen Cevdet, devlet ismi olarak Osmanlı yerine Türkiye’yi kullanmayı önerir. Devletin merkez topraklarına istinaden Türkiye ismini önerirken, Türk ismini de bir üst kimlik olarak ileri sürer. Öyle ki, yazının sonuna “Bir Kürd-Türk” diye imza atar.

Abdullah Cevdet’in bazı yazılarına “Bir Kürd”, bazı yazılarına “Bir Türk” diye imza attığını da biliyoruz. Bu yaklaşım Tanzimat’tan beri geliştirilen çok kimlikli Osmanlı politikasının, bir Osmanlı aydınının şahsında tezahürü olduğu gibi; İmparatorluğun durdurulamayan parçalanmasına karşı milletleri bir arada tutma çabası olarak da yorumlanabilir.

Abdullah Cevdet, Türkiye ve Türklük kavramlarını bir üst kimlik olarak devletin tebaası olan bütün farklılıklara önermektedir. II. Meşrutiyet’in hemen öncesinde dillendirilen bu fikirler bir “halklar hapishanesine” dönüşen Osmanlı’nın özgürlük ve eşitlik temelinde yeni bir sözleşmeyle birliğini, kardeşliğini tesis etme çabasıdır.

Bu amaçla imzasını Bir Kürd-Türk diye atarken yazıda şunlara yer vermekte:

“…benim fikir ve görüşümce ‘Millet-i Osmani’ demekle ‘köle Osmanlılar’ demek aynı şeydir… Vatandaşlar! Türkiye Türkiyelilerindir…

Türkiye, Türkiyelilerindir, Türkiye’nin vatandaşları katiyen aynı hukuk ve hürriyete sahiptir. Hiçbir anasırın, mesela Ermeni’nin Türk’e, Türk’ün Arap’a, Arap’ın Arnavut’a ilh… hiçbir üstünlüğü yoktur. Türkiye’nin her vatandaşı, bu asıl ve mühim hisle Türk’tür.

İşte bakın ben Kürdüm, Kürdleri ve Kürtlüğü severim, fakat madem vazifece eşit Türkiye vatandaşlarındanım, her şeyden evvel Türk’üm. Benim Şiiliğim, Sünniliğim, itikadım, bir ırktan oluşum hususları, fani işlerdir.

Benim bu sözümden; ben madem Türkiye vatandaşıyım, Kürd lisanım unutulsun, Kürdlüğüm unutulsun dediğim anlaşılmasın, bilakis Kürd Kürdçe’sini, Ermeni Ermenice’sini kültürünü ihya etsin. Bundan Türkiye’ye zarar geleceğini sananlar, ancak balkabak kafalı, yahud hain ruhlu kimselerdir…

Sen Ermeni’sin ben Kürdüm fakat “Şûray-ı Türkiye’de” senin de benimde milletvekili, mebus-u millet olarak bulunmaya hakkımız var. Bir Türk’ün ne kadar hakkı varsa, bizim de o kadar hakkımız var. Türkiye cümlemizin müşterek vatanı değil mi?”

Yazıda Cevdet, bir Ermeni ile diyaloğa yer verir. Konuşmanın bir yerinde “Türkleri nasıl bilirsin” diye sorar. Cevaba ise şunları yazar: “ Yiğittir, verdiği sözden dönmez, emanete hıyanet etmez, ölümden korkmaz, misafirperverdir, zekidir”. Avrupa medeniyetine süratle uyum sağlama kabiliyetinde olduğunu belirtir. Yani Türklüğü bir üst kimlik olarak konumlandırırken Türklerle ilgili oldukça pozitif bir değerlendirme yapar.

Yazının sonlarına doğru ise; “Türkiye İmparatorluğu’nun muhtelif anasırı ‘Türkiye vatandaşları’ makul tanımlaması altında duygu birliği içinde olmalıdır ki bunu katletmek isteyenlerin hükmü icra olmasın” der. Hem devlet ismi olarak Türkiye’yi hem Türkiye vatandaşlığı tabirini kullanır ve birlik içinde olmayı salık verir.

Abdullah Cevdet’in Türkiyeliliği ortak vatan, Türklüğü de bir üst kimlik olarak tasvir edip önerdiği bu yazının yayınlanmasının üzerinden iki yıl geçmeden meşrutiyet ilan edilir. Ancak 1908 Meşrutiyet’ine öncülük yapan İttihat ve Terakki Cemiyeti artık Abdullah Cevdet’in kuruluşunda yer aldığı Cemiyet değildir. Köprülerin altından çok sular akmış ve Balkan merkezli komitacı bir grup askerin güdümüne girmiştir.

Hem biriken sorunların ağırlığı hem yeni yönetimin yetersizlikleri ve gizli ajandası “Hürriyet Bayramı”nın kısa sürmesine neden olmuştur. 31 Mart Vakası’nın ardında II. Abdülhamit’i tahttan indirip yeni padişahı belirlediklerinde iktidarda daha güçlenmişlerdir ama Abdullah Cevdet’in çerçevesini çizdiği Türkiyelilik ve Türklük algısından çok uzak bir noktadadırlar.

Merkeziyetçi, farklılıklara tahammülü olmayan, sorunların çözümünde zoru esas alan, rızayı önemsemeyen bir siyaset devlet politikalarına yön vermektedir. İttihatçı yönetimin anadil eğitiminin önünü açmak yerine bütün vilayetlerde zorla Türkçe eğitimi dayatması, Müslüman olan Arnavut ve Arap halklarının da tepki duymasına, bağımsızlık eğilimlerinin güçlenmesine neden olmuştur. Celadet Ali Bedirhan, 1932 yılında Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta, “Türk Ocakları size Türkçü yetiştirdiği kadar bize de Kürtçü yetiştiriyordu” derken bunu söylemektedir[iv].

Gayrimüslim halkları zaten yabancı devletlerin ajanı gibi gören, bir anlamda onları gözden çıkarmış olan İttihat ve Terakki liderleri, Balkan Savaşlarıyla birlikte ifrit bir Türkçülük siyasetini yürürlüğe koymuşlardır. 23 Ocak 1913’teki Bâb-î Ali Baskını’nın ardından tam bir diktatörlük inşa eden bu kadrolar, ele geçirdikleri güç ve yetkiye dayanarak Anadolu merkezli yeni bir ulus-devlet inşa etme politikasına yönelmişlerdir.

Bu politikaların onları Cihan Harbine girmeye yönelttiğini ve beraberinde, bugüne kadar tartışma konusu olan nice “felaketlere” sebebiyet verdiğini biliyoruz. Bu coğrafyanın demografisi ve etnik yapısıyla oynayarak yürüttükleri mühendislik faaliyetleri tek tip bir toplum yaratmanın temellerini oluşturmuştur[v].

“Türkiye Türklerindir”

Hürriyet Gazetesi’nin mottosu olarak bilinen bu söz, ne zaman dağarcığımıza kaydolmuş ve kim tarafından icat edilmiştir acaba? Ayrıntıları merak edenler bu sözün peşine düşerek arkeolojisini yapan ve okunası bir makale nakşeden Ali Duran Topuz’un yazısına bakabilir[vi].

Tahmin edileceği gibi bu sözün mucidi İttihat ve Terakki’dir. Hatta Yalçın Küçük’e itibar edilirse “İttihatçıların ruhu” olan Talat Paşa’dır[vii]. Talat Paşa’nın söyleme olasılığı yüksek, ama biz ilk kez nerede yazılı bir kayda geçtiğini sorguladığımızda manidar bir tarihle karşılaşıyoruz. 13 Aralık 1915’te Sabah Gazetesi’ndeki bir haber başlığında karşımıza çıkıyor.

Sabah gazetesi-13 Aralık 1915

Haberin sadece yayınlanma tarihi manidar değil. Zikredildiği ortam ve kişilerde, eskilerin tabiriyle şayan-ı dikkat. Berlin mahreçli habere göre Silah Arkadaşlığı Cemiyeti, Prusya Meclis salonunda bir toplantı düzenlemiş. Berlin Belediye Başkanı’nın da bulunduğu toplantıya Osmanlı sefiri Hakkı Paşa’da katılmış. Türk-Alman dostluğunun takdirle dile geldiği bu toplantıda sıklıkla nutuklar atılmış ve Türkiye Türklerindir sözü çokça zikredilerek, hazirun tarafından haklılığı savunulmuş.

Türk-Alman ittifakının Cihan Harbinde halkların başına ne tür melanetler getirdiği ayrı bir tartışma konusu. Abdullah Cevdet’in “Türkiye Türkiyelilerindir” sözünden bu noktaya nasıl gelindi? Aradan on yıllık bir zaman bile geçmeden bu noktaya varılmasının sırrı belki İttihatçı kadroların anılarına başvurularak aydınlatılabilir. Nitekim daha meşrutiyet öncesinde herkesi Türk yaparak “devleti kurtarabiliriz” diye bir fikrin izleri oralarda var.

Kurucusu olduğu Cemiyet’le daha Meşrutiyet öncesinde yollarını ayıran Dr. Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin’in başını çektiği Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti’ne dâhil olur. İttihatçıların merkeziyetçi politikalarına karşı yerelde muhtar idareleri savunan Cemiyet, İmparatorluğun çoğulcu yapısını böyle ayakta tutmanın mümkün olduğunu savunmaktadır.

Ancak köprülerin altından çok sular akmıştır. İttihatçılar, “çokluk içinde birlik” fikrinden vazgeçeli hayli zaman olmuş, çok şey değişmiştir. İktidarı bir darbeyle ele geçirdikleri 1913 yılında dergilerinde “son anavatan Anadolu” diyerek Anadolu merkezli yeni bir devlet inşasına yönelmişlerdir. Hedefleri; Talat Paşa’nın tabiriyle kendileri için “kara kutu” olan bu toprakları, bir Türk vatanına ve burada yaşayanları da Türk ulusuna dönüştürmektir. Yani Türkiyeliyi değil Türk’ü yaratmaktır.

Talat Paşa’nın “Kara Kaplı Defteri”[viii] bu hedef doğrultusunda yapılan icraatların ana gövdesini gayet sarih bir şekilde ortaya koymaktadır. Elbette bunu haklı gören, Yalçın Küçük gibi Talat Paşa’ya methiyeler dizmeye devam edenler olabilir. Türkiye’nin kurulabilmesinin ve varlığını sürdürmesinin tek yolu buydu diye düşünerek yapılanları haklılaştıran, önemsizleştiren yada görmezden gelen akıl, bugün sorun yumağı içerisinde kilitlenmiş Türkiye’nin ana problemlerinden biridir.

Abdullah Cevdet, 1906 yılında Türklüğü bir üst kimlik olarak önerdiğinde Türklük politik bir kimlik olarak diğer halklara dayatılmış değildi. Belki, devleti kuran ve yöneten unsur olmanın getirdiği özel bir değere sahipti. Belki de eşitler arasında birinci olarak, doğal kabul gören bir önceliği vardı. Yoksa neden çok kimlikli bir Osmanlı aydını Türk ismini hem devlete layık görsün hem de o üst kimlikte birleşmeyi kabul etsin/önersin?

Ancak takvim yaprakları 1915’lerden 1918’lere geldiğinde, Türklüğü politik anlamda yeniden imal etmeye, Türkiye Türklerinden demeye başladıktan sonra, bir üst kimlik olma vasfını yitirdi. Doğallığında kabul gören bir üst kimlik olmaktan uzaklaştı. Çünkü Türkçülüğü kendisine kurtuluş siyaseti benimseyenler, Türklüğü var etmek adına birlikte yaşadığı diğer halkları yok etmeyi meslek edindiler.

Yine Celadet Ali Bedirhan’ın Mustafa Kemal’e Mektubu’na gönderme yaparak belirteyim. Kendisi Cihan Harbinde “Nuri Paşa’nın ordusuyla Bakü’de, ordu menzil karargâhı kumandanı”dır. Karargâhta bulunan ve beraber aynı tabldotu paylaştığı 30-40 zabitten defalarca şu sözü duyduğunu aktarır: “Gelirken Zu’ları bitirdik, dönüşte nöbet Lo’larındır. Zu ile Ermenileri Lo ile Kürtleri kastediyorlardı”[ix]. Celadet Bey, Kavm-i Necip tabirinin artık Türklüğe tahsis edildiğini söylerken, halklar arasında ayrılığın sebebinin bu ifrit Türkçülük olduğunun altını çizmektedir.

(devam edecek)


[i] Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği Kültür Tarihinin Kaynakları, Remzi Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul 1995, s. 6.

[ii] Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1985.

[iii]. Vesta Dergisi, güz-payiz 2003, Sayı: 1, s. 283-286, çeviren ve hazırlayan Alişan Akpınar.

[iv]  Celadet Alî Bedirxan, Mustafa Kemal’e Mektup, Avesta Yayınları, İstanbul 2012, s. 33.

[v] Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi ittihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918), İletişim Yayınları, İstanbul 2008.

[vi]. Ali Duran Topuz, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/03/09/turkiye-turklerindir

[vii] Yalçın Küçük, https://www.aydinlik.com.tr/haber/yalcin-kucuk-talat-pasa-turkiye-turklerindir-tamami-148850

[viii] Murat Bardakçı, Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi, Turkuaz Kitap, 2022.

[ix] Celadet Alî Bedirxan, Mustafa Kemal’e Mektup, Avesta Yayınları, İstanbul 2012, s. 36.

Benzer Haberler