Dil çoğu zaman, sıkılı yumruktan daha tehlikelidir. Uzlaşmacı ve yapıcı bir dil, sıkılı yumrukları gevşetmeye yararken, sıkılı bir yumruk tersine yol açmaz. Barışı savunmak ise, ancak dili barışçıl ve yapıcı kılarak mümkün olur!
Memo ŞAHİN
Geçtiğimiz yüz yıl silahlı mücadeleye bolca tanıklık etti. Verilen mücadele sonucunda onlarca yeni devlet tarih sahnesine çıktı. Bu nedenle de 20. Yüzyıl ezilen, sömürgeci boyunduruk altında katliam ve zulmün bin bir türünü yaşamak zorunda bırakılan uluslar için özgürlük ve sömürgecilikten kurtuluş yüzyılı olarak tanımlanır.
Her çatışma, her savaş, her silahlı mücadele sonunda diyalog, görüşme ve müzakereye evrilir ve taraflar uzlaşma yolu aramaya başlarlar.
Barış ve görüşme süreçleri, yalnızca siyasi kararlarla değil, aynı zamanda kullanılan söylemlerle de inşa edilir. Söylem, yalnızca kelimelerin seçimi değil, aynı zamanda toplumu, tarihi ve geleceği nasıl tasavvur ettiğimizi de belirleyen temel araçlardan biridir.
Ekim 2024’ten bu yana sürdürülen görüşmeler çerçevesinde Türk devleti, mütemadiyen “Terörsüz Türkiye” kavramını ön plana çıkarıyor. PKK’nin örgütsel varlığına son verdiği ve silahlı mücadeleyi bıraktığını açıkladığı bir dönemde, devletin bu süreci hala “terör” eksenli tanımlaması, müzakere zemininin asimetrik karakterini koruduğunu gösteriyor.
Buna karşın terörizm kavramının herkesçe kabul gören bir tanımının olmadığını da biliyoruz. Unutmayalım, dünün iki baş „teröristi“ Mandela ve Arafat Nobel Barış Ödülü ile taçlandırıldılar.
Barış ve uzlaşma dilinin geliştirilmesi için, tarafların sadece kendi hassasiyetlerini değil, karşı tarafın tarihsel ve duygusal yükünü de dikkate alması gerekir. Türk toplumu için güvenlik söylemi önemliyken, Kürt toplumu için özgürlük, adalet, eşitlikle ulusal demokratik hakların tümünün amasız, fakatsız tanınması ön plandadır.
Devletin bu süreçte kullandığı “terörsüzlük” söylemi, Kürtler için kendi kimliğinin, tarihinin ve acılarının inkârı anlamına gelir. Bu ise sürece olan güveni zayıflatır. Dolayısıyla, ortak bir zeminde buluşabilecek, hem güvenlik hem de özgürlük ve eşitlik ilkelerini birleştiren bir dil zorunludur. Tarafların hassasiyet ve duyarlılıklarının eşit derecede gözetildiği bir dil, karşılıklı güveni artırır.
Toplumsal ilişkilerde dil, sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda değerlerin, niyetlerin ve güç ilişkilerinin yansımasının da göstergesidir. Özellikle siyaset, medya ve akademi gibi kamusal alanlarda kullanılan dil, toplumsal barışa ya da kutuplaşmaya doğrudan etki eder.
Örneğin yapıcı ve uzlaşmacı bir dil, farklılıkları tehdit değil zenginlik olarak görür. Kapsayıcı “biz” diliyle konuşur, diyalog, empati ve ortak çözüm arayışını amaçlar. Böyle bir dil demokratik kültürü güçlendirir ve toplumsal barışı besler.
Buna karşılık, zehirleyici ve ötekileştirici dil, kutuplaştırır, geneller ve kimlikleri hedef alarak “biz” ile “onlar” arasında sınırlar çizer. Düşmanlaştırıcı ifadeler, önyargıları pekiştirirken, farklı kimlikleri ya kriminalize eder ya da değersizleştirir. Bu dil, çatışmayı körükler ve demokratik çözüm yollarını tıkar.
Yine yapıcı ve uzlaşmacı dil kapsayıcı ve empatikken, zehirleyici ve ötekileştirici dil, tehditkâr, dışlayıcı ve kutuplaştırıcıdır; muhalif grup ya da kimlikler “hain”, “terörist”, “bölücü” gibi yaftalarla hedef alınır ve uzlaşma ihtimaline takoz konur.
Yapıcı ve uzlaşmacı dil, basın ve yayında, tarafsız, etik ve çoğulcu bakış açısını yansıtır; her görüşe ve kimliğe saygılı bir ton kullanır, haber dili şeffaftır, manipülatif değildir. Zehirleyici ve ötekileştirici dil ile farklı gruplar genellenerek kriminalize edilir, devlet ve resmi söylem eleştirilmez, sorgusuzca desteklenir.
Böylesi süreçlerde akademi dünyasına müzakere tekniklerini geliştirme, alternatif çözüm yolları gösterme ve geçmişle yüzleşme konularında önemli görevler düşer.
Güney Afrika’da, Afrika Ulusal Kongresi ile ırkçı azınlık rejimi arasında yürütülen müzakerelerde kullanılan dil, barışın tesisinde belirleyici oldu. “Ulusal uzlaşı”, “hakikat ve bağışlama” gibi kavramlar, geçmişin suçlarını inkâr etmeden, barışçıl bir gelecek inşa etmeye hizmet etti.
Kuzey İrlanda’da, İrlanda Cumhuriyet Ordusu ile Britanya arasında yapılan barış görüşmelerinde “eşit temsil”, “yeni siyasi çerçeve” ve “toplumsal hafıza” kavramları ön plana çıktı. Söylemsel yumuşama, sürecin halklar arasında kabulünü kolaylaştırdı.
Her iki örnekte de görüleceği gibi, Türkiye ve Kürdistan’da da barış ve çözüm, Koçgirî, Pîran, Dersim, Zîlan ve Roboskî’yi, adları devletin kozmik odalarında listelenmiş ve katledilmiş binlerce Kürt yurtseverini, yakılıp yıkılan binlerce köyü, yerinden yurdundan edilmiş milyonlarca insanı yok sayarak ve geçmişle yüzleşmeyerek inşa edilemez.
Özet olarak, böylesi kırılgan ve hassas süreçlerde kullanılan dil sadece bir üslup tercihi değil, aynı zamanda toplumsal yönelimleri belirleyen politik bir tutumun göstergesidir de.
Dil çoğu zaman, sıkılı yumruktan daha tehlikelidir. Uzlaşmacı ve yapıcı bir dil, sıkılı yumrukları gevşetmeye yararken, sıkılı bir yumruk tersine yol açmaz. Barışı savunmak ise, ancak dili barışçıl ve yapıcı kılarak mümkün olur!
Bu süreçte Kürt tarafının attığı devasa adımlara karşılık İnfaz Yasası’ında Kürtlerin taleplerinin kırıntısına dahi yer verilmedi. Bu nedenle de DEM, “dağ fare bile doğurmadı” değerlendirmesinde bulundu. Oysa bu süreçte acelesi olanın devlet olduğunu biliyoruz. Böyle olmasına rağmen devlet, kendi sahasında olan topu bile isteye taca attı. Top saha dışına atılmışsa, bir asırdır mücadele yürüten Kürtlerin bir müddet beklemesi dünyanın sonu olmaz. Zira zaman Kürtlerden yana işliyor.