Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Yeter Gültekin 32. Yılında Sivas Katliamı’nı anlatıyor I

33 insan bir yaka fotoğrafından çok daha fazlası

Yeter Gültekin 32. Yılında Sivas Katliamı’nı anlatıyor I

“Eğer biz sadece 2 Temmuz’dan 2 Temmuz’a gözyaşı dökersek, o insanları yalnızca yakılarak katledilen fotoğraflara indirgersek, onlara bir yaka fotoğrafı olarak bakarsak, hem onlara karşı tarihi sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz, hem de bu mücadelenin — barış ve daha adil bir dünya mücadelesinin — hakkını veremeyiz. Yılda bir gün sadece karanfil bırakmak, sadece ağlamak yeterli değil.”

Sivas Katliamı’nın 32’inci yılı, Sivas’ta yakılarak katledilenlerin ailelerinin de cezasızlığa ve adaletin sağlanmasına karşı yürüttükleri mücadelenin tarihidir. Hasret Gültekin’in eşi Yeter Gültekin ile geçen 32 yılı konuştuk; her yıldönümünde gittikçe sönükleşen kalabalığı ve onun deyimiyle yavaş yavaş unutturulmaya çalışılan yüzleri ve sesleri…

Güler YILDIZ

*32 yıl sonradan baktığınızda, neden öldürüldü bu insanlar?

Türkiye bugünkü hale gelsin diye öldürüldüler. Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Serkan Doğan, Asaf Koçak, Murat Gündüz, Nurcan Şahin, Asım Bezirci  ve diğer canlarımız sadece Alevi, Kürt oldukları için değil, yaşamdaki muhalif duruşları, düşündükleri ve ürettikleri için katledildiler.

Örneğin Metin Altıok. Yanılmıyorsam Bingöl’de öğretmenlik yaparken, “Bu çocuklara felsefe anlatacağım ama önce biraz Kürtçe öğrenmem lazım ki iletişim kurabileyim” diye düşünmüş. İşte bu düşüncedir onu Metin Altıok yapan.  Asaf Koçak… Devlet memuru ama istifa ediyor, daha özgür karikatür çizebilmek için.  40 yıl önce, bugün neredeyse her gün gündemimize düşen çocuk istismarlarını çizdi. Küçük çocukların zorla evlendirilmesini, çeşitli baskılara maruz kalmasını resmetti. Bu yüzden hedef oldu. Onlar hayatta olsaydı, belki bugün Türkiye bu halde olmazdı. Ya da en azından bu karanlığa karşı mücadele edenlerin sayısı bu kadar az kalmazdı. Hep söylerim: Çok yazık, çünkü 32 yılda biz bu sanatçıları ve aydınları hâlâ yeterince anlatamadık.

*Bu anmalarda, orada kaybettiğimiz tüm değerleri sadece birer sembole, bir şablona mı sıkıştırmış olduk? Yani, onları kendi düşünsel ve insani değerleriyle görmeyi erteledik mi, öteledik mi?

Ne yazık ki kısmen öyle oldu. Bunu Aleviler açısından da üzülerek söylüyorum, son günlerde de sık sık dile getiriyorum. Ben, 32 yıldır Madımak’ın müze yapılması gerektiğini savunanlardan biriyim. Hiçbir zaman bir kurumun temsilcisi olmadım belki ama en başından beri bu meseleyi dert edinenlerdenim.

Eğer biz 2 Temmuz’dan 2 Temmuz’a sadece gözyaşı dökersek, o insanları yalnızca yangında can veren fotoğraflara indirgersek, onlara bir yaka fotoğrafı olarak bakarsak, hem onlara karşı tarihi sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz, hem de bu mücadelenin — barış ve daha adil bir dünya mücadelesinin — hakkını veremeyiz. Sadece karanfil bırakmak, sadece ağlamak yeterli değil.

Aleviler açısından da bu meseleye değinmek gerekiyor. Ne yazık ki Aleviler bu mücadelede yalnız bırakıldılar, hâlâ da yalnız bırakılıyorlar. Hem duruşmalarda, hem de kamusal ve uluslararası alanda. Türkiye’de de Avrupa’da da 2 Temmuz anmaları sadece Alevilere ait bir tören gibi algılanıyor. Bu, çok yanlış bir yaklaşım.         

תimdi bu adamı — Hasret Gültekin’i — sadece o yanan otelle, yılda bir kez ajitasyon konusu yaparsanız, bu büyük bir haksızlık olur. Hem onun yaşamına, hem düşüncesine, hem üretimine…

Asım Bezirci için de aynı şey geçerli. Benim sözünü ettiğim sahiplenme, sadece tanınmış isimler için değil; o otelde hayatını kaybeden tüm canlarımız için; ünlü-ünsüz, sanatçı ya da değil, hepsi için geçerli. Esas olan, bu şekilde insanların yargısız infazına ve barbarca öldürülmesine karşı bir toplumsal duruşun gelişmesi gerektiğiydi.

*Sizce doğru yaklaşım nedir, nasıl olmalı anmalar?

O yaka fotoğraflarına indirgeme meselesine yeniden dönecek olursam, katliamdan yaklaşık bir hafta sonra, kurabildiğim ilk anlamlı cümleler şuydu: “Biz bu katliamı, sahip olduğumuz devlet bilincimiz bulandığı ve iktidar ortağı sosyal demokratlara güvendiğimiz için yaşadık.” Ardından dedim ki, “Bu ateş sadece Sivas’ta kalmayacak, Ankara’da da, İstanbul’da da yakılacak.” Çünkü o gün bir güç ve gövde gösterisi vardı. “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak” sloganlarıyla saldıranların sınırlarını ne kadar zorlayabileceği, nereye kadar destek alabileceği ve insan öldüredbileceği izletildi topluma.

Bu yüzden, cumhuriyetin korunması gerektiğine inanan, hukuk devletine güvenmek isteyen, adaletin varlığına inanan herkesin bizim hak, hukuk ve adalet mücadelemize omuz vermesi gerekirdi. 12 yaşında bir çocuğu diri diri yakarak cumhuriyeti cezalandırmanın karşısında olan herkesin bu mücadeleye sahip çıkması zorunluydu. Eğer öyle olsaydı, belki sonraki süreçte faili belli cinayetlere maruz kalınmazdı. Karakollarda kahraman gibi karşılanan katilleri, polisle Türk bayrağı önünde resim çektiren failleri görmezdik. Hrant Dink öldürülmezdi, Ogün Samast’a kahramanlık atfedilmezdi. Belki Berkin Elvan yaşardı, Gezi’deki diğer çocuklarımız öldürülmezdi ve bugün halen çocuklar öldürülürken bu kadar tepkisiz kalınmazdı. Eğer 32 yıldır toplum olarak hep birlikte mücadele edebilseydik, bugün bu kadar adaletsizliğe maruz kalmazdık..

*Peki neden olmadı? Aslında bir toplumsal dinamik vardı, değil mi? Bu kayıplara sahip çıkıldığını da söyleyebilir miyiz?

Açıkçası, ben sahip çıkıldığını düşünmüyorum — en azından bireysel olarak, tek tek bakıldığında. Çünkü sahip çıkmaktan ne anlıyoruz? Örneğin Asım Bezirci’nin 70 kitabı var. Bunlardan 7’sinin bile tanıtılıp, okunduğunu, okutulduğunu düşünmüyorum. Bir isimler ezberi üzerinden, sadece 2 Temmuz’dan 2 Temmuz’a acıyı tekrar edip anmakla yetiniyor insanlar. Bu, gerçek bir sahiplenme değil. İçim acıyarak söylüyorum: yine o günlere yaklaştık. İnsanların yalnızca öldürüldüğü gün ve o şekilde anılmaması gerektiğine inanıyorum. Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Asuman Sivri, Yasemin Sivri, Murat Gündüz, Nurcan Şahin, Muhlis Akarsu ve diğer canlarımızın doğum günlerinde, eserleriyle  ve yaşamlarıyla anılması gerektiğini düşünüyorum.

Bu Hasret’le de defalarca Yılmaz Güney’in Ruhi Su’nun ardından konuştuğumuz bir fikirdi… Çünkü eğer siz Hasret Gültekin’i sadece o yangınla anarsanız, bu onun yaşamına yapılmış bir saygısızlıktır. Kaldı ki Hasret başına neler gelebileceğini az çok tahmin ederek yaşadı. Ve 22 yaşına onlarca albümün yönetmenliğini, Newroz albümlerini, Kürtçe müzik yasağını delmek için verdiği mücadeleyi, yaptığı müzikal üretim ve politik duruşunu sığdırdı. Bizim ona borcumuz sadece yas tutmak değil; yaşamını anlamak, üretimini yaşatmak ve bugünle buluşturmaktır.

Sadece o yakılan oteli, yılda bir kez ajitasyon konusu yaparsanız, bu 33 Can’ımıza haksızlık olur. Benim sözünü ettiğim sahiplenme, sadece tanınmış isimler için değil; o otelde katledilen 33 Can’ımızın her biri için, ünlü-ünsüz, sanatçı, yazar hepsi için geçerli. Esas olan, bu insanların yaşamlarının, Pir Sultan Abdal gibi zulme direnişlerinin bilinmesi ve toplu kıyımlarına karşı bir toplumsal bellek, bilinç ve vicdanın gelişmesiydi.

Unutmayalım ki 1993’ten söz ediyoruz — Ortaçağ’dan değil. Canlı yayında, kameraların önünde bir katliam gerçekleşti. İçerideki kim olursa olsun, buna karşı güçlü bir toplumsal ses çıkmalıydı. Çıkmamasının bedelini defalarca aynı acıları tekrar yaşayarak ödedik.

Bugün 33 Canımızın fotoğraflarının bile afişlerden silinmeye başlaması, beni en çok acıtan şeylerden biri. Alevi kurumlarında da görüyorum bunu. Bir afiş hazırlanıyor, sadece iki katılımcının fotoğrafı var ama 33 Canımız için mumlar var afişte. İsimler, yüzler de siliniyor hafızalardan. Ya da sadece popüler bir sanatçının fotoğrafı konuluyor afişe. “33 Canı anıyoruz” deniyor ama kim bu 33 can? Nerede onların isimleri, nerede fotoğrafları? Artık onları yeni kuşaklara gösteremiyoruz. O zaman her türlü türkü söylenebilir bu yangının üzerine. Ve o türküler yalnızca toplu halde ağlamayı, yüzyıllardır Kerbela’da olduğu gibi bir ağıt geleneğini tekrar eder. Oysa yas tutmak bu değil, mücadele değil ve onları unutmamak ve yaşatmak hiç değil.

*Aslında toplumun hatırlama biçiminde bir sorun olduğunu söylüyorsunuz.  Önce fotoğrafa, sonra o fotoğrafları rakamlara indirgemek? Bu yas sizce neye dönüşmeli?

Evet. Çok arabesk. Önce fotoğrafa indirgeniyor. Sonra o fotoğraf bile yok oluyor, rakama indirgeniyor. Ardından o rakamlar da siliniyor. Hep birlikte  türküler söyleyip, semah dönüp toplu halde ağlıyoruz ama tarih bilinci, bellek var edemiyor ve katliamlarla gerçek anlamda yüzleşemiyoruz. Bence yas, başka bir bilince evrilmeli, etkinlikleri başka bir biçime dönüştürmeli.

Ben 32 yıldır Hasret’in doğum gününde onun üretimlerini yaşatmak için etkinlikler yapmaya çalıştım. Kültür merkezleri kurduk — biri Köln’de, biri İstanbul’da. Konser kaydını ve kitaplar yayınladık. 1996’da Köln’de, WDR radyo-‘televizyonu ile birlikte ortak bir anma düzenledik. Bu, 2 Temmuz’dan 2 Temmuz’a yapılan anmalardan daha farklı bir anmaydı.  Hasret’in yerelden evrensele müzik anlayışını, etnik müzikle ilgili vizyonunu anlatmaya  gayret ettik.  Hem kendi görüntüleriyle hem başkaları tarafından söylenen eserleriyle yaşatmaya çalıştık. 1993 te yitirdiğimiz gençlerimizin sahnelediği Pir Sultan Abdal Tiyatro oyunu sahnelenebilir.  Asaf Koçak adına bir karikatür sergisi yapılabilir ve onun 40 yıl önce bugünü nasıl öngördüğü konuşulabilir. Bunlar tarihi anlatımlar olur, unutulmaz yaşanan acılar ve yitirdiğimiz 33 Can. Belki o zaman bu acılar bir nebze hafifleyebilir.

*Madımak sadece geçmişin değil, bugünün de meselesi noktasına geldik. Yeni jenerasyon tanımıyor. Eskiler de yavaş yavaş unutuyor.  Ne  cezasızlığa itiraz ediliyor ne de adalet talebinde ısrar. Peki bu noktada sorumluluk kimde? Alevi örgütlerinde mi?

Kimsenin emeğine, mücadelesine saygısızlık etmek istemem. Ne Aleviler ne bir başka grup için bunu söyleyebilirim. Ama bu toplumda hiçbir kesim, Aleviler de dahil olmak üzere, Türkiye’deki askeri darbeler ve antidemokratik iktidarlar süreçlerinden bağımsız, etkilenmemiş, yozlaşmamış, tertemiz kalmış değil. Bu halk 1980 sonrası öyle bir darbeden geçti ki… Ben 78’liyim, çok erken yaşta siyasileştik. 1980 öncesi Deniz’lerin idamı, 1980 sonrası askeri darbenin topluma ettiği işkenceler, zulümler… Hafıza silindi, tarih çarpıtıldı, bütün muhalif sesler cezaevlerine dolduruldu ya da katledildi. Mezarları bile olmayan binlerce kayıp insan var. Bugün Cumartesi Anneleri hâlâ meydanlarda, Emine Ocak Ana hâlâ adalet arıyor. Bu şartlar altında Aleviler ya da bir başka kesim, bu baskılardan etkilenmeden ayağa kalmış olamaz. Onlara da yüklenmek istemem ama şunu da söylemek gerek: Kimse bu meselelerde özeleştiri yapmadan, sadece yılda bir gün anmayla bu hafızayı diri tutamaz. Bu, bizim ortak tarihimiz, ortak mücadelemiz. Ve ancak adalet aramaktan vazgeçmeyerek, katledilenleri yaşatarak tarihi doğru aktarabilirsek yeni kuşaklara direncimizi ve gençlerimizi güçlenebiliriz.

Asım Bezirci’nin bir kitabını bile okumadan onun hakkında konuşamayız. Asaf’ın karikatürlerini görmeden, onun kim olduğunu anlatmaya çalışmak abes olur. Ya da internette dönüp duran sahte alıntılar var ya, örneğin Hasret Gültekin’e ait olduğu sanılan ama onun hiç söylemediği cümleler… Bunları doğru sanan yüzlerce Alevi yönetici tanıyorum. Hiçbir fikri yok ama sivil toplum kurumu yönetiyor. 

ANMA AFİŞLERİNDE FOTOĞRAF YOK, ETKİNLİKLERDE SESLERİ YOK

İşte bir anma afişiyle ilgili olarak, bazı eksiklikleri dile getirdiğimde genç bir yönetici şöyle dedi: “Burda bir emek var, saygı gösterin”. Ben saygı göstermesem önemsemem, söylemem. İletişim kurabilmek için aynı dili konuşmak yetmiyor, aynı kaygıları taşımak gerekiyor, aynı perspektiften bakmak gerekiyor. O kadar cahil toplumuz ki, söylediklerimden kişisel anlamlar çıkarılıyor. Kültürel etkinlik yapılıyor ya anma haftasında. Diyorum ki “şöyle bir şey olabilirdi, bana diyor ki “siz bu türkücüyü sevmiyor musunuz?” Ben bunu söylemiyorum ki, belki de çok sevdiğim ve hatta arkadaşım olan biridir. Ben başka bir şeyden söz ediyorum: Nesimi Çimen’in kendi sesinden dinletsek, o türkünün otantik halini… Hiç değilse yılda bir kez sesini hatırlatmış oluruz.

Örneğin 2 Temmuz anma ile ilgili hazırlanan dijital afişlerde Edibe Sulari’nin fotoğrafının üstüne Sabahat Akkiraz’ın sesi kullanılıyor. Yılda bir kez duyulsun Edibe Sulari’nin sesi. Onun sesini ve kendine ait olan o özgün dokuyu fotoğrafıyla birlikte algılasın insanlar. Bu durum, aslında ne kadar anlayamadığımızı ve empati kuramadığımızı da gösteriyor. Anma sadece simgesel bir ritüel değil, o kaybı doğru algılamak ve o insanı yaşatmak anlamına gelmeli.

*Alevilerin katliamlarla dolu tarihi dayanışma ve örgütlülüğü zorunlu kılmadı mı? 

Hep eleştirel konuşuyorum ama haksızlık etmek istemem. Aleviler çok anlamlı ve umut verici başarılar elde etti. Yani, bahsettiğimiz tüm eksikliklere ve az gelişmiş bir ülkenin durumu ile bu kadar baskı ve zulme rağmen, öncelikle aileler ve Alevi örgütleri 2 Temmuz konusunda ne kadar yalnız bırakılmış olsalar da, 32 yıl süren bir davayı sahipsiz bırakmadılar. Bu çok kıymetli.

Sivas katliamı hukuk mücadelesinde Aileler ve emektar avukatımız Şenal Saruhan siyasi görüşü ne kadar geniş olursa olsun, aileler bu konuda istikrarlı bir şekilde 32 yıldır hep birlikte mücadele ettik ve yan yana durduk. Bu bu kadar uzun süren bir davada bir ilkti ve çok önemliydi. Bunun sonucunda Alevi örgütlenmesi de güçlendi. Türkiye ve Avrupa’da da, özellikle 1991’deki Alevi Kültür Günleri ile başlayan bir örgütlenme süreci vardı. Bu etkinlikler Frankfurt Üniversitesi’nde, Darmstadt’ta ve Hamburg’da yapılıyordu. Tabii ki, bu tür Alevilerin örgütlenmesinin ilk adımlarıydı ve 2 Temmuz 1993 sonrasında bu süreç güçlenerek kitleselleşti. 1991 yılında Alevi örgütü adı altında örgütlenmek, sınıf meselesini atlamak gibi mi olur diye düşünüyorduk biz gençler olarak. Çünkü orada tanıdığım çok yaşlı insanlar da vardı. Yaşlı ve muhafazakar isimlerin yanı sıra, ilerici düşüncelerle “Bu inancın felsefesi üzerinden hareket edilmeli ve sınıf bilinciyle yaklaşılmalı” diyen insanlar da vardı. O zamanlar, hangi çizginin ağır basacağını, ne olacağını bilmiyorduk.

Ancak gördük ki, 2 Temmuz konusunda bile bir araya gelemedik bazı sözde Alevilerle. Cem Vakfı’nı düşünün; dönem dönem barış adına Aleviler bir araya gelmeye çağrıldı, ancak biz biliyorduk ki Cem Vakfı’nın Alevilerin gerçek mücadelesiyle bir ilgisi yoktu. Cem Vakfı, Alevilerin muhalefet gücünü zayıflatmak ve onları diğer muhalif güçlerden koparmak için “örtülü ödenek” sermayesiyle kurulmuş bir kurumdu. Ancak zaman zaman, bazı yöneticiler bu yapılanmaya kanmışlardı. Bugün geldiğimiz noktada ise Cem Vakfı’nın durumu ortada. Ama Alevi Çalıştayları gibi şeylerle Alevilerin örgütlenmesini ve mücadelesini zayıflatmayı denemeye devam ettiler. Alevi Çalıştayı’na katılan, o sofralarda kendini “yediren” birçok sözde alevi kanaat önderi tanıyoruz..

*Bu Alevi açılım sürecinde sanırım siz de bakan Faruk Çelik’le görüştünüz. Neler yaşandı o toplantıda?

2009’un Aralık ayında -Arif Sağ ve İzzettin Doğan gibi isimler Alevi Çalıştayları’na katılmışlardı-,  “yıkın oteli kardeşim 37 gül ağacı dikin, çocuk parkı ya da otopark yapın” diyerek açıklama yapmışlardı.  Biz de aileler olarak, bu konuda onların söz sahibi olamayacaklarını belirten bir yazı yazdık. Bunun üzerine, Faruk Çelik o zamanlar başbakan yardımcısıydı ve bizi arayıp Ankara’ya davet etti. Ünlü bir otelde, bir Cuma günü ve saat 12.00’de yemekli bir toplantıydı istediği. İlk buna itiraz ettik: “Bizim yemek yiyerek, meze ile ana yemek arasında katledilişimizi konuşabileceğimizi nasıl düşünebiliyorsunuz? Neden Cuma ve katliamın başladığı saat? Bu nasıl bir mantık?” dedik ve toplantıyı onların istediği yerde değil, ailelerin belirleyeceği yerde yapılması gerektiğinde ısrarcı olduk: “Ankara Pir Sultan Abdal Derneği Genel Merkezi’ne gelin, çayımızı için, konuşalım”. Bakan Faruk Çelik, Alevi Çalıştayı Koordinatörü vs geldiler oraya ve biz yazılı bir metinle taleplerimizi ilettik.

O toplantıda Madımak’ın müze olması ile ilgili genel tavır neydi?

Bakan şunu söyledi, “kamulaştıracağız ama adını müze koyar mıyız, bunu bilemiyorum. Bunu zorlamayın”, dedi. Kamulaştırmayı hemen kabul etti çünkü bizim geri adım atmayacağımızı gördü. Bakan  aileler olmaksızın bu kamulaştırma sürecinin altından kalkamayacağını anladı orada. Ama adını ne koyacağını söylemedi ya da söyleyemedi. “Bilim ve kültür merkezi” de demedi, bu bize de sürpriz oldu.

Bizim bütün derdimiz yıkılmamasıydı otelin. Çünkü yıkıldıktan iki sene sonra o katliamın tarihinin üzerine toprak atmış, katliamın yapıldığı yeri yok etmiş oluyorsunuz ve insanlar yıllar sonra bu katliam yapılmadı diye inandırılabilir. Almanya gibi bilim-bilgi-eğitimin önemsendiği bir ülkede bile 6 milyon Yahudi’nin yakıldığı, gaz odalarında yok edildiği soykırıma uğratıldığını inkar edebilen birileri kalkıp “öyle bir katliam yaşanmadı” diyebiliyor. Dolayısıyla Sivas’ta da Madımak Oteli’ninin yıkılmasına göz yumsaydık bu tarih silinecekti ya da katliam inkar edilecek ve yine tarih doğru yazılmayacaktı.

Devletin inkarından çok devletin birebir suçu var. Bu, Sivas İdari Mahkemesi tarafından da belgelendi. Yani devlet, vatandaşını koruyamamıştır. Bunu daha da  açmamız gerek. Devlet, askeri ve polisi geri çekti, göz yumdu ya da organize edildi, devlet eliyle. Bunları ben iddia etmiyorum. Emniyet Müdürlüğü’nün faksından “Müslüman kamuoyuna” diye bir bildiri gönderilmişti.

*Katliama dair siz de işaret ettiniz, orada devletin “inkar” siyaseti nasıl işledi?

Burada bu katliamın bize göre baş sorumlularından Temel Karamollaoğlu’nu atlayamayız. Bu adam yargılanamasın diye milletvekili yapıldı ve dokunulmazlıkla ödüllendirildi ve 32 yıldır hala çıkıp “yanarak ölmediler” diye röportajlar yapabiliyor. Şimdi siz eğer insansınız ve namusluysanız insanlar yanarak ölmedi diyemezsiniz. Video görüntüsü olan, fotoğrafları olan yakılan bir Madımak Oteli var, orada savunmasız insanlar kuşatılmış yüzlerini bile gizleme ihtiyacı duymadan “yakın!” diyerek saatlerce saldıran binlerce katliamcı var. “İnsanlar karbonmonoksit gazı zehirlenmesinden öldü, yanarak ölmedi” demek insanlıktan uzak bir açıklamadır. Madımak Katliamı ve bu inkarcı söylem insanlığa karşı işlenmiş suçtur. Bunlar daha ilk günden bunu yapabilirken ya da daha biz hayattayken bu kadar belgeli bir şeyi inkâr edebilirken bir de otel yıkıldığında neler iddia etmezler. Tanıklarda göçüp gittikten yıllar sonra neler söyleyebilirler?

İşte Akit Gazetesi her sene başka bir inkar ve iftirayı zorluyor, “İçeridekilerden birinin beylik tabancasıyla vuruldular” diyor. Yok kimsede kurşun izi. Böyle haberlerle tarihi gerçekliği çarpıtmanın derdindeler, tüm olanaklarını kullanarak. Ama mahkeme tutanakları ortada. Evet, iki saldırgan var kurşunla ölen. Onlar, otel yakıldıktan sonra dışarıda saatler sonra hırsını alamadığı için halen başka yerlere saldıran, sokağa çıkma yasağına rağmen ve polisin yerden seken, havaya ateş edilen kurşunlarıyla can vermiş saldırganlar.

Devletin inkarından çok devletin birebir suç var. Bu, Sivas İdari Mahkemesi tarafından da belgelendi. Yani devlet, vatandaşını koruyamamıştır. Bunu daha da derinlemesine açmamız gerek. Devlet, askeri ve polisi geri çekti, göz yumdu ya da organize edildi devlet eliyle. Bunları ben iddia etmiyorum. Emniyet müdürlüğünün faksından “Müslüman kamuoyuna” diye bir bildiri geçiyor. O tarihlerde, biliyorsunuz internet yoktu. Bu bildiriler faksla gönderiliyordu. Belediyenin otelin karşısına yığdığı kaldırım taşları vardı ama ortada inşaat yok! Sivas gibi küçük bir şehirde, günde ikisi sabah, ikisi akşam otobüsün girip çıktığı bir şehire 15.000 kişi gelmiş. Bütün misafirhaneler dolu. Ve bunun farkında değil mi, emniyet ve belediye? Misafirhanelere girilmesine nasıl izin verildi? Onları kim taşıdı? Dört otobüs, 15.000 kişiyi taşıyamaz. Sonra onlar nasıl buhar oldular? 3 Temmuz’da yok oldular. Bu nasıl bir taşımacılıktır, hangi filo taşıdı onları? Bir kısmı hemen yurt dışına çıkarılmış. Bunların hiçbiri, devletin organize ve desteği olmadan olabilecek şeyler değildi.

*Ödüllendirildiklerini mi düşünüyorsunuz, Romanya’ya ya da başka bir ülkeye çıkarılarak?

Tabii. Bu hep bana sorulur: Asıl suçlu kim? Asıl suçlu, orada gördüğünüz 15.000 kişi ya da tutuklanan 149 kişi mi? 149 kişi  tutuklandı, 33 kişi cezalandırıldı ki bu da tuhaf bir sayı. Bütün bunlar, zihniyeti açığa çıkaran şeyler. Bunların gerçek suçlu olduğunu düşünmüyorum tabii ki. Bu maşalara, Maraş katliamında da itirafçıların anlattığı gibi, cahil, yoksul çocuklara birtakım imkanlar sunuluyor, ondan sonra istediklerini yaptırabiliyorsunuz. Değişen bir şey yok. 1993’te de durum aynıydı, bugün de aynı. Yoksa bu kadar zorbalık, bir ülkede nasıl yaşanabilirdi? Ama bizim onlarca yıl hukuk sürecine bu kadar sahip çıkabileceğimizi düşünmediler.

 *Başka isimler de vardı, affedilen ya da eceliyle ölen…

Interpol tarafından kırmızı bültenle aranan Cafer Erçakmak, oteline 500 metre mesafedeki evinde nasıl öldü? Hani bulamıyorsunuz ya, kırmızı bültenle arayıp… O dönemin başbakanı Erdoğan, Cafer Erçakmak’la ilgili şöyle bir cümle kurdu: “Yazıktır, Fransa’dan gelmiş evine ölmek için, ailesi, çocuğu tanımamış.” Böyle bir şeye inanabilir miyiz? Fransa “böyle bir adam yok” diyor, onlarca yıl mahkemeye.  Siz de böyle bir masal yazıyorsunuz, “Çocuğu tanımamış.”

Peki, o çocuk tanımamış ama en azından telefonla görüşme şansı vardı, babasının Fransa’da yaşadığını düşünürsek. Babasını hiç göremeden büyüyen bizim evlatlarımızla ilgili de bir cümle kurabilir misiniz? Benim oğlum doğduğunda babası öldürülmüştü veya bir başka çocuk babasını hatırlayamacak kadar küçüktü ve bir daha hiç göremeyecekti. Bu nasıl bir vicdan ve adalet anlayışı?

Başka aranan bir sanık, Polonya sınırında trafik kontrolünde yakalanıyor. 250 bin Euro teminat yatırıp Almanya’ya dönebiliyor. Bu adam, katliam olduğunda 20 yaşındaydı. Bahsettiğimiz olayda ise 35 yaşında. Hiçbir mesleği ve diploması olmayan bir adamın 250 bin Euroyu nasıl bulduğunu sormak gerek. Bunların tamamı, devlet organizasyonunun göstergeleridir.

Ayrıca cumhurbaşkanı, müebbet hapis cezası olan Ahmet Turan’ı affetti. O konuyla ilgili olarak Yargıtay’a başvurdum. Hastalıktan ve yaşlılıktan dolayı affedilmiş.  Varsayalım ki ben vicdanen bunu kabul ettim. Ona uyguladığınız hastalık ve yaş sınırını gerekçesini başka hangi hasta tutsaklara uygulayabiliyorsunuz? Her yurttaşa eşit uygulanırsa bu hukuki haklar anlaşılabilir ama tek taraflı olursa adaletsizliktir.

Ama İmamoğlu tutuklandığında sokağa dökülebilenler, o zaman Berkin ya da başka birisi, isimsiz, ünlü olmayan ya da bu gücü olmayan biri öldürüldüğünde de sokağa dökülürse bir gün, bu sorun çözülecek diye düşünüyorum. Ve bunu gençler ve anneler, kadınlar yapacak. Erkekler değil. Çünkü siyaseti hala erkekler belirliyor, ne yazık ki Türkiye’de. Yerelden merkeze, bütün parlamentoları, belediyeleri, her şey erkeklerin belirlediği bir siyasi dil ve ortam.

Toplumsal barışa kadar evrilebilme olasılığından söz ettiğimiz bir süreçten geçiyoruz. O toplumsal birliktelik, bunca ağır acılara ve travmalara rağmen kurulabilir mi?

Barış süreciyle ilgili bir şey söylemem gerekirse, dediğim gibi, ben 80 öncesinde Türkiye’de yaşamış bir insanım. 80 sonrası da 93’te siyasallaştım. 93’ten önce de memleketle ilgili kaygılarım, düşüncelerim, ideallerim ve hayallerim vardı tabii ki. Gelinen bugünkü noktada, ben bir yandan sokaktaki 16 yaşındaki kızları sürükleyerek, en barbar biçimde tutuklayarak, bir yandan da sözde görüşmeler yapıp barış süreci adını koyarak barışın olabileceğini düşünmüyorum. Barış, acılarımızı ortaklaştırdığımızda ve iktidarda kim olursa olsun, toplumun hep birlikte, Cumartesi Anneleri’nin, Sivas Anneleri’nin, Roboski Anneleri’nin, Berkin’in annesinin ve bütün evlatlarını yitirmiş annelerin, babaların ya da bütün hukuka ve hukukun herkes için gerektiğine inanan her bir yurttaşın bir arada olabildiğinde mümkün olabileceğini düşünüyorum. İktidarda kim olursa olsun. Arjantin’deki “No pasarán” diyen anneleri düşünelim.

Almanya’da 2. Dünya savaşında sıra kendisine gelene kadar zulme tepkisiz kalan Katolik papazın, “Beni almaya geldiklerinde bana yardım edecek kimse kalmamıştı.” cümlesini unutmayalım. Çünkü tarihten ders çıkarmak durumundayız. Her şeyi başa sararak, herkesin tek tek yaşaması gerekmiyor bunu kavrama için.

Her şeye karşın bu ülkeden, bu toplumdan, sosyal ve siyasal değişim dönüşüm rüzgarından yana umudunuz var mı?

Evet, zor darbelerden geçtik. Ama bu, onurumuzdan vazgeçmemizi gerektirmez. Her dönemde gençlerden hep umudum vardı. Çünkü gençlik, adı üzerinde, delikanlılık; ne kadar baskıya maruz bırakırsanız bırakın, ne yaparsanız yapın, bir kısmı yüreğini, aklını, ahlakını yitirmemiştir ve onlar, sayıları az olsa da o mücadeleyi veriyorlar, direniyorlar. Hayatının bir yerinde bıçak kemikte diyen ve kendi vicdanının sorumluluğunu taşımak kararı alıp yola çıkan çocuklar var. Gezi direnişi bunun en güzel örneğidir. Gezi direnişi iyi yönetilemedi. O dönemde, bütün siyasi partiler ne yazık ki sınıfta kaldılar. Gezi gerçekten öndersiz kalmış bir halk hareketiydi. Bu yüzden bir yere varılamadı. Üzerine başka acılar eklendi. Ve bunu gençler ve kadınlar yapacak, onlara dair çok umutluyum Erkeklerle ilgili umutlu değilim maalesef. Çünkü Türkiye’de siyaseti hala erkekler belirliyor. Yerelden merkeze, bütün parlamentoları, belediyeleri, her şey erkeklerin belirlediği bir siyasi dil ve ortam var. Evlat yitirmiş bir annenin gücü ve direnci, en keskin siyasi onlarca milletvekilinden daha yakıcı ve belirleyicidir. Bu nedenle umudum var…

Benzer Haberler