Bu savaşın demokrasi ve özgürlük getirmeyeceği açıktır. İran devleti kolay kolay taviz vermeyecek; eğer diplomatik yollar açılmazsa, Irak ve Suriye örneklerinde olduğu gibi sonuna kadar direnecektir. Bu, ulus-devlet zihniyetinin bir sonucudur. Ancak rejimler varlığını sürdürse de, demokrasi bloğunun – yani her halktan ve kesimden, devlet şiddetine maruz kalmış toplulukların – dayanışma ve iş birliği içinde olması gerekmektedir.
Kawe Karzan
İsrail’in 13 Haziran’da İran’ın nükleer tesislerine yönelik başlattığı “Yükselen Aslan” operasyonunun ardından savaşta onuncu güne girildi. İsrail ile İran arasında patlak veren bu çatışmanın en dikkat çekici yönü, zamanlamasıdır. Her ne kadar savaşın gerekçesi olarak İran’ın nükleer faaliyetleri gösterilse de, arka plandaki siyasi hesaplar ve küresel aktörlerin tavırları, yaşananların çok daha büyük bir oyunun parçası olduğunu göstermektedir.
Ortadoğu coğrafyası derin bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Belki önümüzdeki aylarda bu değişimlerin sonuçlarını daha net göreceğiz. Ancak özellikle İran özelinde, geri dönüşü zor bir sürecin içine girildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün yaşananları, niceliksel birikimin niteliksel bir patlamaya dönüşmesi olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
Savaşın doğası gereği taraflar birbirini suçlar, karalar ve kendini haklı göstermeye çalışır. İran-İsrail savaşında da bu klasik tablo geçerlidir. Ancak Ortadoğu ve dünya kamuoyu, bu çatışmanın özünde 50 yıllık bir hegemonya mücadelesi olduğunu görmekte zorlanmamaktadır. 1978’deki İran Devrimi’nden sonra İran’ın İsrail’i “baş düşman” ilan etmesi, ABD konsolosluğunu basıp çalışanlarını rehin alması ve devrim ihracı politikaları, İran-İsrail ve İran-ABD ilişkilerinde derin bir kırılma yaratmıştır.
O günden bu yana, İran ile İsrail arasında bölgesel bir “soğuk savaş” yaşanmaktadır. Son iki yıl içinde yaşanan gelişmeler – özellikle 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırısı, ardından Gazze’de yaşanan katliamlar ve Hizbullah-İsrail çatışmaları – bu soğuk savaşın sıcak cephelere taşındığını gösteriyor. Bu gelişmeler, iki hegemonyacı gücün 45 yılı aşkın süredir bölge üzerindeki nüfuz mücadelesinin sonucudur.
Bu bağlamda son iki yıldaki gelişmeleri, savaşın ikinci aşaması olarak tanımlayabiliriz. Birinci aşama, İran’ın sınırları dışındaki cephelerde sürdürülen savaştı. Suriye, Lübnan, Yemen, Gazze ve Irak’ta yaşananlar, bu aşamanın temelini oluşturuyordu. Bu süreçte İran ciddi kayıplar verdi, askeri ve siyasi olarak geri çekilmek zorunda kaldı.
13 Haziran’da başlayan ikinci aşama ise doğrudan bir savaş döneminin habercisidir. Daha önce dolaylı aktörler üzerinden yürütülen çatışmalar, bu tarihten itibaren doğrudan iki devletin karşı karşıya geldiği bir forma büründü.
Buna rağmen, dünya kamuoyunun kafasında hâlâ yanıtını bulamayan sorular var: Bu savaş nasıl bitecek? İran’ın nükleer programını durdurmak için mi başlatıldı, yoksa hedef çok daha büyük mü? ABD doğrudan savaşa müdahil olacak mı? Avrupa’nın politik ve askeri tavrı ne olacak? En kritik soru ise şu: İran’a saldıran güçler, sadece “mutlak teslimiyetle” mi yetinecek, yoksa rejim değişikliğini mi hedefliyor?
İran Şii-İslamcı eksenli bir hegemonyanın temsilcisi olarak sahne alırken, karşısında ABD ve Britanya’nın desteğini arkasına almış İsrail duruyor. Almanya Başbakanı Friedrich Merz’in “İsrail Ortadoğu’da bizim pis işlerimizi yapıyor” açıklaması, bu savaşın sadece bölgesel olmadığını, daha geniş bir küresel denklemde şekillendiğini gözler önüne seriyor. İran ise görünürde İslam adına hareket etse de, Çin ve Rusya gibi aktörlerin desteğini almak için reel politika zemini üzerinde hareket ediyor.
Ancak İsrail ve ABD’nin bu savaştaki asıl dayanağı İran’ın askeri kapasitesi değil, iç dinamikleridir. Son 10 yılda İran halkı, rejime karşı en yüksek perdeden demokratik tepkisini ortaya koymuştur. Rejimin baskıcı yapısı, kadın haklarının ihlali ve şiddetli toplumsal baskılar, ülkede derin bir muhalefet yaratmıştır.
Son yıllarda bu muhalefet, rejimi reforme etmek değil, tamamen değiştirmek yönünde tavır almıştır. Bu durum, dış güçlerin İran’a yönelik askeri müdahalelerini daha meşru hale getirmiştir. Ancak İran toplumu tarih boyunca sadece dış müdahalelerle değil, çoğunlukla içsel dinamiklerle rejim değişikliklerine sahne olmuştur. Bu nedenle bugünkü saldırıların zamanlaması da dikkatle planlanmış bir stratejinin parçasıdır. İsrail’in stratejisi, yukarıdan devleti hedef alırken aşağıda toplumsal muhalefeti harekete geçirmeye çalışmaktır.
Bu savaş en çok İran halkını, ardından İsrail ve bölge halklarını etkiliyor. Devletlerin halkın ne hissettiğini umursamadığı; savaşsız, çatışmasız bir dünya düzenine ihtiyaç duyulmasına rağmen bunu sağlamaya yanaşmadığı daha da netleşmiş durumda. Oysa İran ve İsrail halkları, bu devletlerin varlığı olmadan da bir arada, özgür, demokratik ve kardeşçe yaşayabileceklerini defalarca göstermiştir. Bu savaş, halkların değil; devletlerin, hegemonik güçlerin ve iki otoriter rejimin çıkar savaşıdır.
İsrail’in saldırıya “Yükselen Aslan” adını vermesi de sembolik bir anlam taşımaktadır. Bu adlandırma, İran’ı “yaşlı ve çağdışı”, İsrail’i ise “genç ve dinamik” bir güç olarak sunma niyeti taşımaktadır. Ancak bu iki “aslan” arasındaki vahşi mücadelede bedeli halklar ödemektedir. Özellikle İran’da ekonomik kriz nedeniyle yaşanan yoksulluk, özgürlüklerin baskı altına alınması ve insanca yaşam koşullarının ortadan kalkması büyük bir toplumsal dram yaratmıştır. İran halkı bir yandan rejime tepkili, diğer yandan dış müdahaleyi tarihsel ve kültürel olarak kabullenmekte zorlanmaktadır. Devlete destek veren kitle oldukça sınırlıdır.
Özellikle genç kuşaklar, devlet ile toplumun çıkarlarını ayırt etme konusunda son derece bilinçli bir tutum sergiliyor. İran’da, “Devletimiz elden gidiyor” söylemi güçlü bir karşılık bulmuyor. Sadece devlet bürokrasisi ve onunla çıkar ilişkisi olan dar bir çevre dışında devlete sahip çıkan pek kimse kalmamış durumda.
Bu savaşın demokrasi ve özgürlük getirmeyeceği açıktır. İran devleti kolay kolay taviz vermeyecek; eğer diplomatik yollar açılmazsa, Irak ve Suriye örneklerinde olduğu gibi sonuna kadar direnecektir. Bu, ulus-devlet zihniyetinin bir sonucudur. Ancak rejimler varlığını sürdürse de, demokrasi bloğunun – yani her halktan ve kesimden, devlet şiddetine maruz kalmış toplulukların – dayanışma ve iş birliği içinde olması gerekmektedir. Üçüncü Dünya Savaşı’nın gölgesinde, halklar ve sivil yapılar üçüncü bir güç olarak siyaset sahnesine daha güçlü bir şekilde çıkmalıdır. Bu potansiyel bugün en diri biçimiyle İran halklarında mevcuttur.
Savaş bölgede yoksulluğu ve çözümsüzlüğü derinleştirirken, demokrasinin İran’da örgütlü toplum projesi çerçevesinde şekillenmesi gerekiyor. Ortadoğu’da özgürlük ve barış dolu bir gelecek, hegemonik devletlerin değil, halkların eseri olacaktır.
Bugün İran halkı kendi imkanlarıyla yaralarını sarmaya çalışıyor. Gönüllü sağlık çalışanları yaralıları tedavi ediyor, evsiz kalanlara halk kapılarını açıyor. İran’ın gerçek yurtseverliği, ne baskıcı rejime ne de dış müdahalelere dayalıdır. Gerçek yurtseverlik; özgürlükçü, eşitlikçi ve halkın içinden filizlenen demokratik toplum formudur.
İran’ın tarihsel ve kültürel kökleri üzerinde yükselen “Demokratik İran Cumhuriyeti” fikri etrafında birleşen halklar, bu rejimi inşa etme iradesine sahiptir. Savaşın ve darağacının gölgesinde yaşamaktan bıkan İran halkı, demokratik bir cumhuriyeti hak etmektedir. Ve bu uğurda mücadele etmeye de hazır görünmektedir.