Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Bozarslan’dan demagoji yerine pedagoji vurgusu |

“Barış, sadece Kürtlerin değil, Türklerin de yüreğinde karşılık bulmalı”

Bozarslan’dan demagoji yerine pedagoji vurgusu |

CHP’nin tarihsel sınavı, Kürtlerin birliği ve Ortadoğu’da yıkılan rejimler arasında yeni bir yol arayışı. “Kürtler hem Türkiye’nin hem Kürdistan’ın bir parçası; sınırları aşmak meşru bir haktır.” diyen Tarihçi Profesör Hamit Bozarslan, kırılgan dengelerde sadece tarihin getirdiği sorunlara atıfta bulunmuyor, günümüzün olası çözüm yollarını da analiz ediyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan iç cephe tahkimi istedi, CHP Genel Başkanı Özgür Özel ‘önce demokrasi önce adalet, ondan sonra gör bakalım ne kadar güçlü Türkiye” yanıtını verdi.

Bir yanda içte baskılar sürüyor, bir yanda İran-İsrail savaşı, ABD’nin de katılımıyla belirsizliğini koruyor. Çözüm süreci ise kendine kah bir yol bularak, kah bir yol açarak yavaş da olsa ilerliyor.

Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu Direktörü Ortadoğu uzmanı ve tarihçi Prof. Dr. Hamit Bozarslan, Numedya24’ten Ezo Özer’in sorularını yanıtladı.

Bozarslan rejimlerin dış müdahaleler ile değil aslında halk desteğini kaybetmesinden dolayı değiştiğini, yıkıldığını söylüyor. 

Kürt meselesinin çözümünün Türk toplumu tarafından bir terör meselesi olarak değil, meşruiyet ve eşitlik davası olarak değerlendirilmesinin önemini vurguluyor.

CHP’ye kendi tarihiyle yüzleşme ve İspanya örneğini inceleme çağrısı yapıyor.

Kürtler hem dört ülkenin bir parçası olarak, hem de bu dört ülkenin sınırlarını aşan bir toplum olarak yaşayabilmeli, birlikte var olabilmeli diyor.

*Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” nasıl bir karşılık buldu? Çeşitli şehirlerde konferanslarla, bilgilendirme toplantılarıyla, sivil toplum örgütlerinin katılımıyla geçen 4 aylık süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin 100 yılını belirlemiş olan bir sorunun, sadece partiler düzeyinde, siyasi katmanlar düzeyinde ele alınmaması, toplum tarafından sahip çıkılması zorunlu. PKK’nin muhatap olduğunu biliyoruz. Öcalan da her halükarda doğrudan muhatap olarak alınmakta. Genel olarak Ortadoğu’daki Kürt hareketleriyle bazı temasların olduğu da kesin.

Fakat şunu unutmamamız gerekiyor: Türkiye’de bir Kürt toplumu var. Bu Kürt toplumu çoğul bir toplum. Bu toplum bu davanın hem savunucusu hem de Kürt meselesinin çözülmemiş olmasından dolayı 100 yıldır çok büyük bir mağduriyete uğrayan kompleks bir toplum. 40 yıl 50 yıl öncesine göre çok daha büyük beklentileri olan bir toplum. Bu toplum hem Türkiye’nin bir parçası hem de genel olarak Ortadoğu’daki Kürdistan’ın bir parçası. Bu toplumun sahiplenmesi son derece önemli. Ancak umudum aynı zamanda, aynı şekilde Türk toplumunun da sahiplenmesi. Türk toplumunun da bunu sadece Kürtlerin ya da devletin bir meselesi olarak değil, Türkiye toplumunun bir meselesi olarak görmesi.
1925’ten bu yana olup bitenlere baktığınız zaman Kürt sorununun tıkanıklığa girdiği, Kürtlere karşı baskıların arttığı her dönemde Türkiye’de demokrasinin, demokratik hareketlerin de büyük bir darbe aldığını görürüz. Bu sol için de geçerli. Kürt meselesinin çözülmemesi, Türkiye’nin 100 yıllık tarihinin heba olmasını da beraberinde getirdi.

Bir terör meselesi olarak değil, meşruiyet ve eşitlik davası olarak değerlendirilmeli. Bu açıdan bu konferansların yapılması çok önemli. Fakat tabii bunun geleceği ne olacak? Bunu belirleyecek olan Türkiye’nin iktidar ilişkileri, iktidar mercilerinin vereceği kararlar, sadece kısmi bir ihtimal olarak bölgesel gelişmeler.

*CHP’ye yapılan operasyonlara ‘batıda baskı varken ‘doğu’ya barış gelmez’ şeklinde değerlendirmeler var. Oysa daha önce tersinden böyle bir düşünce yapısı yoktu. Bu çelişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu çelişkinin çözülebilmesi için, CHP’nin Kürt meselesinin demokratik yoldan çözümünün ana aktörü haline gelmesi gerekli. Ana aktör normal koşullarda radikal sağdan gelen bir hareket değil, kendisini kısmen de olsa solda tanımlayan bir partinin olması gerekiyordu. Hatta 2000’lerde ele alınması gerekiyordu. Barış süreci çöktüğü zaman, Türkiye Afrin’i yerle bir ederken CHP’nin buna sarılması gerekiyordu. Bunlar yapılmadı ve bugün eğer CHP gerçekten bu söyleminde samimiyse o zaman ‘doğu’daki demokrasiyi savunabilmesi gerekiyor ki ‘doğu’daki demokrasi sayesinde aynı zamanda batıda demokrasi oluşabilsin. Çünkü aslında hiçbir zaman batıda da bir demokrasi olmadı ve Kürt meselesinin çözülememesi batıda da bir demokrasinin olmamasını beraberinde getirdi.

İspanya’nın demokratikleşme sürecine baktığımız zaman bunun, Katalan ve Bask meselelerinin meşru, milli meseleler olarak değerlendirilmesi ve kabul edilmesi ile mümkün olabildiğini görürüz. Eğer bugün Türkiye’de ya da yarının Türkiye’sinde de bir demokratikleşme sürecini diliyorsak, bu iki meselenin bir arada gitmesi gerekiyor. Yani hem Kürt meselesinin milli ve meşru bir mesele olarak kabul edilmesi, hem de Türkiye’deki demokrasi meselesinin meşru bir mesele olarak kabul edilmesi.

Tabii ille geçmişi deşmek gerekmiyor ama geçmişin hafızasını da kaybetmemek gerekiyor. 2023’te Altılı Masa kuruldu Türkiye’de. Bu altılı masa ne Kürt meselesini ele alabildi ne de demokrasi meselesini dile getirebildi. ‘Tamam siz milliyetçisiniz ama biz de sizin kadar milliyetçiyiz. Tamam siz muhafazakarsınız ama biz de sizin kadar muhafazakarız.’ Neredeyse ‘bizim de demokrasi diye bir talebimiz yok. Sadece adalet diye bir talebimiz var’ söylemi dile getirilmişti. Biraz abartıyorum ama son tahlilde buydu. Bugün artık böyle bir tuzaktan çıkmak gerekiyor.  CHP’nin de aslında bu baskı sürecinden çıkışının yolu, Kürt sorununun demokratik çözümüne destek vermesinden geçiyor. Bu nedenle İspanya örneği çok önemli. CHP’nin biraz tarih okuması gerekiyor. CHP kendi tarihini okumuyor. Çünkü çok kanlı baskılar, soykırım ve radikal milliyetçiliğin tarihi. Ama CHP dünya tarihini de okumuyor. Geçmişine sahip çıkan bir CHP’nin demokratikleşmeyi sağlayabilmesi mümkün değil. Ermeni soykırımı olsun, 1920’lerin, 30’ların Rumlar, Yahudiler üzerindeki olan baskıları olsun, Alevilik meselesi olsun, hatta Arapların dışlanması meselesi olsun, bütün bu meseleler CHP’nin 20-25 yıllık ilk dönemini belirleyen meseleler. Bu aynı zamanda kanayan bir yara. Kürt meselesinin ötesinde kanayan yaralar var. Bunların ‘biz modernizmi, laikliği temsil ediyoruz ‘ diyerek kapatılabilmesi mümkün değil.

*Meclis nasıl bir rol oynamalı? Yeni anayasa tartışmaları hangi zeminde ilerlemeli? Siyasi partiler sürece yeterli düzeyde katılabiliyor mu? Kürt ve Türk toplumu hangi aşamada?

Önemli olan Kürtlerin kendi iradelerini dile getirebilmeleri. Bu iradenin aynı zamanda hukuki bir çerçeve kazanması. Anayasa meselesi o açıdan çok önemli. Sadece Anayasanın değiştirilmesi değil hukukun, hukuk pratiğinin değişmesi. Bu belediyeler açısından da geçerli. Kürtlere dil özgürlüğü meselesi, kültür meselesi. Yani önümüzde çok çok uzun bir yol var.

Kürtler nereye kadar gitmek isteyecek? Yarın yeni Kürt aktörler oluşabilecek mi? Bunları önümüzdeki dönemde göreceğiz. DEM modern bir parti, militan özelliği yok. %10’luk bir oy tabanına sahip belki yarın %13, %14, %15’e kadar gidebilir. DEM’in sosyolojik bileşenleri, kültürel bileşenleri ne isteyecek? En önemlisi olan bugün bu yolun açılması. Kürt toplumunun sahiplenmesi yeterli değil. Aynı zamanda Türk toplumu da buna bir cevap vermeli, ki burada da söz konusu olan sadece iktidar erkleri değil. Henüz bu noktada değiliz.

Bunun bedeli herkes için çok yüksek.  Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ‘terör meselesi’nin Türkiye’ye maliyetinin 2 trilyon dolar olduğunu söylemişti.

2 trilyon dolar, Türkiye’nin milli gelirinin yıllık milli gelirinin çok üstünde bir rakam. Şu anda Türkiye’de bir sefalet yönetimi sistemi var. Günde üç öğün yemeyen çocuklar var. kirazı artık 100 gram olarak alanlar var. Bir yanda bunu ele alınız. Bir yandan beşli çeteyi ele alınız.  Bu kleptokrasiye aktarılan milyarlar, diğer yandan bu güvenlik rantının getirdiği 2 trilyon dolar. Yani bir demokratik pedagojide artık bunların da ele alınması gerekiyor. Rejimler bedel ödemiyor ama Türkiye’deki çok ağır, ezici bir katman nüfus bu bedeli ödüyor.

Türkiye’de toplum sersemleştirildi yani toplumun   akli melekelerinin yok edilmesiyle karşı karşıyayız. Bilinçsizlikten de, bilgisizlikten de korkmak gerekiyor. Cehaletten de korkmak gerekiyor.

Demagojiye karşı elimizdeki tek araç, pedagoji.

*ABD’nin de dahil olduğu İran-İsrail savaşının sonuçlarının Türkiye’de başlatılan sürece etkisi nasıl olur sizce?

Ülkeler dış müdahaleler nedeniyle değil, halk desteğini yitirdikleri için değişiyor, çöküyor.

Dört ülkeyi de ele alalım. Bu ülkeler neden 20. yüzyıl boyunca demokratikleşme perspektifini dışladı ve neden tarihleri bu kadar kanlı oldu.

Örneğin Irak’taki mesele aslında sadece Kürt meselesi değildi. Ben 2003 Savaşı’na karşıydım. Sanıyorum bu savaşa karşı olan çok nadir Kürtlerden birisiydim. Ama Irak’ın son 50 yıllık tarihine baktığınız zaman darbeler, katliamlar, sadece Kürt katliamları değil, sadece Enfal değil, Şiilerin katliamları, komünistlerin katliamı, İran’la savaş. Irak’taki nasyonal sosyalist bir iktidardan bahsediyoruz. Baas iktidarı. Bu iktidar çöktü. Toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilmiyordu ve demokratikleşmeyi reddediyordu. Bu iktidar Amerika müdahalesi olmasaydı da şu ya da bu şekilde çökecekti.

Örneğin Suriye’ye emperyalist güçler müdahale etmedi. Hatta tam aksine 2013 yılında ABD Başkanı Barack Obama ‘eğer kimyasal silah kullanılırsa ben muhakkak müdahale ederim’ demişti. Son tahlilde bu işi Rusya’ya devretmeye karar verdi. Suriye’nin son 10 yılını belirleyen Rusya, İran ve Türkiye oldu. Rejim içten içe koflaştığı, tamamen çürüdüğü için çöktü. Suriye’deki iktidar rejimi de aynı şekilde nasyonal sosyalist bir ideolojiye sahipti. Suriye’nin tarihi de katliamların tarihi.

Halep 360 cihatçı tarafından ele geçirildi. 1 milyonluk bir şehir kendisini 360 cihatçıya karşı savunabilecek bir güce sahip değildi. Çünkü toplum bu rejimi savunmayı reddetti. Ondan sonra Başar El Esad ‘Zor kullanılarak ezilecekler’ dedi. Neredeyse zor kullanmaya bile gerek olmadan 10 gün içerisinde Esad düştü.

Türkiye ve İsrail Halep’in düşmesinden memnundu, fakat bu noktaya varacağını kestiremezlerdi.

Örneğin Türkiye hep emperyalizmden bahsediyor. Ancak 1918-1920 yıllarında Kürdistan’ın bölünmesi, emperyalizmle Türkiye ittifakı sonucu oldu, en ağır bedeli Kürtler ödedi. Araplar tek bir devlet istiyordu. 6 devlete mahkum oldu. Kürtler bir devlet istiyordu, sıfır devlete mahkum oldu. Yani burada en büyük kurban Kürtler.

İran’daki rejim de kendi toplumunu neredeyse psikoanalitik, psikoterapik bir vaka olarak değerlendirdi. Son olarak İran’da başörtüsünü reddettikleri için psikiyatri hastanelerine gönderilen kadınlar var. Toplumunu bir klinik vaka olarak değerlendiren bir iktidarın son tahlilde kendisinin de bir klinik vaka olmaması mümkün değil.

Bu nedenle yapmamız gereken jeostratejik değerlendirmelerin ötesinde bu iktidarları sorgulamak.

Rejimler neden çöküyor, toplumlar neden çözülüyor sorularını sormak yerine her şey dışardan geliyor argümanı öne sürülüyor.

‘Tel Aviv’deki 7. Bodrum’un bir katında bazıları düğmelere basıyor.’ Hayır, tarih bu şekilde gerçekleşmiyor.

*İsrail, önce İran’ın Orta Doğu’daki vekil güçlerini hedef aldı, ardından doğrudan kendisine yöneldi. 3. Dünya Savaşı tanımlaması yerinde mi?

Bana göre 3. Dünya Savaşı’ndan çok uzaktayız. Bunun nedeni İran’ı savunabilecek tek güç yok. Türkiye İran’ı savunuyor. Fakat bu savunma söylem düzeyinde kalıyor.   Türkiye’nin İsrail’e askeri olarak karşı çıkabilmesi çok zor. Pakistan İran’ı savunuyor. Fakat Pakistan’ın yaptığı ilk iş sınırları kapatmak oldu. Neden bu noktaya varıldı? Sanıyorum bunun değişik nedenleri var. Yani İsrail’in siyasi kronolojisi, fakat aynı zamanda 7 Ekim olgusu var. 7 Ekim’de İsrail’e diz çöktürebileceğini düşünen bir Hamas liderliği vardı ve bu liderlik dış liderlik değildi. Aslında Hamas’ın meşru liderliği de değildi. Hamas’ın Sinvar etrafında oluşturulan iç liderliği. Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah parmak sallayarak ‘bu bir kanlı ping-pongdur, oyunun kurallarını ben belirliyorum’ diyordu.  Ve bunların çöküşü aynı zamanda Suriye’nin de çöküşünü beraberinde getirdi. Netanyahu’nun ilk söylemleri -bir yıl boyunca en azından- özellikle Hamas’a yönelikti ancak aynı zamanda Hizbullah’a artık tahammül edemeyiz diyordu.

Eylül-Ekim’den itibaren Netanyahu ‘Biz artık Ortadoğu’nun haritasını çiziyoruz. Biz artık Ortadoğu’nun geleceğini belirliyoruz’ demeye başladı. Kısmen de öyle. Suriye rejiminin düşmesinde İsrail’in bir rolü olmadı. Ama Suriye’de olup bitenler, aslında Lübnan, İran arasındaki ilişkinin kopmasını kaçınılmaz kıldı. Suriye bir tampon bölgeydi. Ama Hizbullah kendi oyununun kurbanı olarak artık Suriye rejimini kurtaramaz, koruyamaz bir duruma geldi. Herkes Hizbullah’ın, Suriye’nin koruduğu bir örgüt olduğunu düşünüyordu.

Oysa tam aksine Suriye rejimi Hizbullah’ın koruduğu bir rejim haline gelmişti. 2013’te Suriye rejimini kurtaran Hizbullah oldu. Eğer Hizbullah 2013’te El Kuseyr şehrini ele geçirmeseydi Beşar El-Esad rejiminin yaşayabilmesi söz konusu olamazdı. Şu anda çökmüş olan bir Hizbullah, ondan sonra çökmüş olan bir Suriye rejimi, İsrail’in bir arka bahçesi haline gelen bir Suriye’den bahsediyoruz. Yani bu aynı zamanda İsrail’in bölgesel hegemonyayı yeniden gerçekleştirmesini de mümkün kılabildi. Bunun ne kadar devam edeceğini öngöremeyiz. Halkların buna karşı cevapları ne olacak?  İsrail’in kendi iç gelişmeleri nasıl olacak? İsrail’in iç krizleri var. İsrail’de bir vicdan krizi yaşanacak mı? Bütün bunları bilemiyorum.

İran’ın Orta Doğu’daki gücü tükeniyor mu? Etki alanı sınırlı bir İran mı göreceğiz gelecekte?

İran Hizbullah’ın çöküşünden itibaren iyi bir sınav vermiyor.  İran’ın yönettiğini söylediği direniş ekseni Eylül’den beri darbe üzerine darbe alıyor ve şu anda söz konusu olan artık İran’ın kendisini de koruyamaması. İran’ın savunma sistemi çökmek üzere. 50 İsrail uçağı Tahran hava sahasında. Sadece istisnai olarak bir kezliğine değil, daimi olarak İran hava sahasında. Yani bütün meşruiyetini ‘biz İsrail’e karşı savaşıyoruz. Biz Dar’ül Küfr’e karşı savaşıyoruz. Dar’ül Harp’e karşı savaşıyoruz. Biz İslam ümmetini savunuyoruz. Biz Kerbela’nın intikamını alacağız’ diyen bir iktidar, şu anda kendi sahalarını korumaktan aciz. Birinci Kerbela 680, Hüseyin’in öldürülmesi, Yezid tarafından. İkinci Kerbela 1980-88, İran-Irak Savaşı. Ve o savaşta İranlıların gösterdiği akıl almaz bir fedakarlık. Yüz binlerce kişi kendini feda etti. Ve üçüncü Kerbela, bu sefer İsrail’e karşı. Fakat üçüncü Kerbela gerçekleşmedi. Tam aksine Tahran’dan milyonlar kaçtı. Sadece Tahran’dan değil, Yazd’dan milyonlar kaçıyor. Meşhed’den kaçıyor insanlar. Yani insanlar bu saldırıya karşı rejim etrafında kenetlenmekle değil, kaçmakla cevap veriyorlar. Ve sanıyorum bu kaos olgusu rejimin içinde bulunduğu yalnızlığı da beraberinde  getirdi.

İran eski İran olarak kalamaz çünkü bir meşruiyet meselesi var. Bu meşruiyet olgusu her halükarda tarihsel olarak ortaya çıktı. 2009 hareketi, 2019 isyanları, 2022 Jina Amini kadın yaşam özgürlük hareketi… İran’da insanlar artık seçime katılmıyor. Sisteme güvenen hiç kimse yok. Kala kala dış cephe kalmıştı ancak İran devriminin dış cephe yoluyla devam ettirilmesi mümkün değil. Bu çöküş anlamına gelmeyebilir. İran rejimi ayakta kalmaya devam edebilir. Bunu yapan bir yığın rejim var. Yani Beşar el Esad’ın 2012’de düşeceği söylenmekteydi. 10 yıl daha kaldı. Bu aynı zamanda Saddam Hüseyin için de geçerliydi. Bu Maduro için geçerli Venezuela’da. Rejim düşecek diye bir olgu yok. Fakat çok mutsuz bir, ülkenin başında, artık şiddet dışında var olma imkanı olmayan bir rejim olarak devam edebilir.

Rejim düşedebilir, onu bilemeyiz. 24 saat sonrasını görmediğim bir ortamda gelecekle ilgili bir yorumda bulunmak istemiyorum. Fakat birçok kişi bir darbe olabileceğini söylemekte. Yani rejimi mollalardan kurtaran, bir diktatörlük oluşturan, ABD’ye karşı çıkmayan ya da Batı’ya karşı çıkmayan  bir darbe olasılığı. Bu mümkün mü? Mümkün değil mi? Bunu bilemiyorum. Fakat rejimin meşruiyet kaybına uğradığı, yeni bir meşruiyet kaybına uğradığı ve ağır bir meşruiyet kaybına uğradığı kesin.

*Ortadoğu’nun stratejik dengesinin değiştiği bugünlerde Kürtleri neler bekliyor? Irak, İran, Suriye ve Türkiye’deki Kürtlerin ortak ulusal bir zeminde buluşması çok mu zor, önündeki engeller kadar başarılması durumunda bölgesel barışa katkısı ne olabilir?

Kürt toplumu hem Türkiye’nin bir parçası, hem Kürdistan’ın bir parçası. Ortadoğu’daki Kürdistan dörde bölünmüş. Fakat aynı zamanda sınırları aşan bir Kürt olgusu var, Kürtlerin kendilerini kolektif bir özne olarak görmesi var. Bu iki olgu bir arada yaşamakta, bir arada gelişmekte. Kürtlerin Türkiye’nin bir parçası olması, Kürdistan’ın bir parçası olmamaları anlamına gelmemekte. Aynı şekilde Irak’taki Kürtler mesela şu anda çok önemli bir rol oynamakta. Son 20 yıldır, bugünkü Suriye’deki Kürtler için de geçerli. Belki yarın Rojhilat’ta da böyle bir gelişme yaşanabilir, bunu bilemiyoruz. Fakat bu devletlerin bir parçası olmak, orada aktif rol oynamak, Kürdistan’ın bir parçası olmamak anlamına gelmemekte. Bu Türkiye için de geçerli. Eğer bir anket yapılacaksa Türkiye’deki Kürtlerin sanıyorum %90’ı, %99’u belki kendilerini aynı zamanda Kürdistan’ın bir parçası olarak görmekte.
Burada diyalektik bir ilişki var. Yani hem Türkiye’nin bir parçası olmak, hem Kürdistan’ın bir parçası olmak. Hem Kürdistan’ı genel olarak değiştirmek, Kürdistan’ın geleceğine damga vurmak, hem de Türkiye’nin geleceğine damga vurmak. Bunun değişik şekilleri olabilir. Bu bir devlet mi olur? Şu anda Kürtler arasında bir devlet talebi yok. Bu talebin olduğu tek yer Irak Kürdistan’ı. Orada bir referandum yapıldı. Ki bugün o hedef de şu anda askıya alınmış durumda. Suriye’deki Kürdistan’a baktığımız zaman orada sanıyorum bağımsızlık talep eden hiç kimse yok. Rojhilat’ta benim bildiğim kadarıyla yani PJAK olsun, Komala olsun ya da PDK olsun Demokratik ve federal bir İran’ın parçası olarak Kürdistan’ı telaffuz ediyor. Halkların bağımsızlığı, halkların kendi kaderlerini tayin etmeleri ya da geleceklerini tayin etmeleri önemli. Ancak Lenin’in çok önemli bir sözü var: Boşanma hakkı, boşanma zorunluluğu demek değil.

Kürtlerin yan yana duruşlarını  daha güçlü hale getirecek sebepler var ve bu sebepler meşru. Var olan krizlerin ötesinde meşru sebepler. Kürdistan bölünmüş bir ülke, bir coğrafya ama aynı zamanda bütünlüğü olan bir coğrafya.  Sınırların ortadan kalkmasını isteyen bir Kürt hareketi yok. Kürtler hem dört ülkenin bir parçası olarak, hem de bu dört ülkenin sınırlarını aşan bir toplum olarak yaşayabilmeli, birlikte var olabilmeli.

Kürtlerin kendi coğrafyalarında sınırları yok etmeden sınırları aşması en doğal hakları. Kürt sinemasının temelinde 1990’larda sınır olgusu var. Bu sınırların bir zindan haline gelmesi, bir mayın tarlası haline gelmesi. Yani o yüzden sanıyorum bu mevcut krizlerin ötesinde Kürtlük olgusunun yeniden değerlendirilmesi ve meşru bir olgu olarak değerlendirilmesi gerekli. İspanya meselesinden bahsettik. İspanya’da Katalan ve Bask meseleleri vardı dedim. Fransa’da da bir Katalan ve Bask toplumu var. Fakat bu toplumlarda bir milli bilinç olgusundan bahsedebilmek söz konusu değil. Ya da işte bir özerklik talebi yok.  Kürdistan’ı ele aldığınızda dört Kürdistan var. Kürt meselesi sadece Türkiye’deki meşru bir milli mesele değil. Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın da kendilerine has meşru meselesi. Dolayısıyla keşke bu krizlere varılmadan rejimler bunu anlayabilse.

×Prof. Dr. Hamit Bozarslan 1958 Lice doğumludur. Tarih ve siyaset bilimi alanlarında doktorasını tamamladıktan sonra 1995-1997 yılları arasında Berlin’de bulunan Centre Marc Bloch’da araştırmacı olarak yer almış, ardından EHESS – École des Hautes Études en Sciences Sociales’de (Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu) çalışmaya başlamıştır. 2002-2008 yılları arasında, aynı kurum içinde yer alan Institut d’études de l’islam et des sociétés du monde musulman (İslâm ve Müslüman Toplumları Enstitüsü) başkanlığını da yürütmüştür. Halen EHESS bünyesinde profesör olarak araştırmalarına devam etmektedir. Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, Kürt sorunu gibi konulardaki çalışmalarıyla tanınmaktadır.

 

Benzer Haberler