Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Anayasa yazmak yetmez, devleti yeniden düşünmek gerek |

Prof. Osman Can: Eşitlik yoksa anayasa da yoktur

Anayasa yazmak yetmez, devleti yeniden düşünmek gerek |

Anayasa Mahkemesi eski raportörü ve anayasa hukukçusu Prof. Dr. Osman Can, “21 kez değiştirilen anayasaya rağmen hâlâ özgürlükçü bir düzen kurulamıyorsa, mesele anayasa metni değil, o metni kuran zihniyettir” diyor. Can’a göre asıl ihtiyaç olan şey, tüm kimlikleri eşdeğer kabul eden, çoğulcu, demokratik bir siyasal akıl.

Türkiye bir kez daha “yeni anayasa” tartışmalarının içinde. Ancak bu tartışmalar, çoğu zaman teknik maddelere ve siyasi takvimlere sıkışıyor. Oysa esas soru hâlâ masada duruyor: Türkiye nasıl bir rejimle yönetilmeli? Çatışma, asimilasyon ve inkara dayalı bir gelenekten; eşitlik, çoğulculuk ve diyalog üzerine kurulu demokratik bir düzene geçiş mümkün mü?

Numedya24 olarak bu temel soruların izini sürmek için, yıllarca Anayasa Mahkemesi’nde raportörlük yapmış, Venedik komisyonu üyeliği kapsamında farklı ülkelere anayasal konularda destek vermiş, hukukçu kimliğinin yanında anayasal çoğulculuk üzerine derinlikli çalışmalar yürütmüş Prof. Dr. Osman Can ile konuştuk.

Osman Can, bu röportajda, sadece 1982 Anayasası’nın neden “askeri” kaldığını değil, 1924’ten bu yana süren “merkeziyetçi ve dışlayıcı” devlet yapısının nasıl sürdürüldüğünü; umut hakkı, çözüm süreci, anayasal eşitlik ve yerel yönetim reformları gibi birçok önemli konuyu açık yüreklilikle ele alıyor.

Anayasa Mahkemesi eski raportörü ve bir dönem AKP milletvekili olan Prof. Dr. Osman Can Numedya24’ten Ezo Özer ile konuştu.

*Türkiye yeniden bir anayasa değişikliği tartışması içinde. 1982 Anayasası bugüne dek 21 kez değiştirildi ancak hala demokratik bir metinden söz edemeyiz. Size göre ‘askeri’ sayılabilecek bu anayasa neden 21 değişiklikte sivilleştirilemedi ya da 43 yıldır neden yeniden sivil bir anayasa yapılamadı?

Değindiğiniz gibi pek çok değişiklikler yaşandı ve kabul edelim ki, bu değişikliklerin önemli bir kısmı anayasadaki özgürlük karşıtı pek çok normun ortadan kaldırılmasını sağladı. Özgürlüklerin önündeki engellerden bazıları kaldırıldı diyebiliriz. Şöyle söyleyelim, devletin özgürlüklere müdahalesine izin veren pek çok düzenleme kaldırıldı veya şartları ağırlaştırıldı. Ancak geldiğimiz noktada, bu değişikliklere rağmen özgürlükler rejimi darbe dönemini aratmıyor. Bu şu demektir, özgürlüklerin korunmasının yolu, anayasada özgürlüklere ilişkin düzenlemeleri daha güzel, daha hoşa gidecek hale getirmek değil, aksine devletin elindeki gücü paylaştırmak, denge ve denetim mekanizmalarıyla rasyonelleştirmek ve bu şekilde devleti temel haklara tehdit olmaktan çıkarmaktan geçer. Bu ülkede demokratik bir denge denetim sistemi, erkler ayrılığı hiçbir zaman olmadı. Anayasal düzenden beklenen hiçbir zaman bu olmadı. Aksine gücün merkezileşmesi ve ülkede yaşayan insanların kaderi hakkında tasarrufta bulunma hak ve yetkisini kendinde görenlerin (her kimse veya hangi grupsa artık) elinde toplanması arzulandı. Sistem kurulduğu ve kurumsallaştığı 1924 Anayasası döneminden beri böyle ve bu hiç değişmedi. Bu yüzden bir defa daha altını çizmek isterim, Türkiye 43 yıldan beri değil, 1924’ten beri yukarıdan dayatmalı, merkeziyetçi, asimilasyoncu, tehdit halinde gücü fütursuzca kullanmaya müsait bir nevi fermanvari, buna darbevari de diyebiliriz, anayasal düzende yaşıyor. Yani mesele sadece 1982 Anayasası değil, ona odaklanırsak, havanda su dövmekten başka bir şey yapmış olmayız.

Neden mi yapamıyoruz sivil bir anayasa? Uzunca konuşmak gerek bu konuda. Ama öncelikle sivil anayasadan kasıt 1982 Anayasası’ndan kurtulmak ise, bu sivillik olmayabilir. Sivillik, tüm farklılıkların eşdeğerli ve eşit özgürlüğe sahip, aynı zamanda kurucu kabul edildiği ve temel anayasal tercihlerin bu farklılıkların asgari müştereklerini yansıttığı, dışlayıcı olabilecek, yani bir kesimi dışarıda bırakacak veya öyle hissettirecek hiçbir değer yargısının anayasal statüye dönüşmediği bir vasatta mümkündür. Bu da 1924 Anayasası ile, hatta bunu zaferin kazanılmasının hemen ardından başlayan tekçi, dışlayıcı ve inkarcı bir siyasal dilin ortaya çıkışına kadar geri götürmek, belki de Osmanlı modernleşmesinin siyasal felsefesini masaya yatırmaya başlamak ile mümkündür. İşte burada ipler kopuyor. Zira yüzyıllık endoktrinasyon, tek yönlü tarih anlatıları ve buna uygun pratikler karşısında, o temel tercihlerin sorgulanması bir kesim için, ki bu çok büyük bir kesimdir, bölünme, parçalanma, yok olma vs. korkularının devreye girmesi demek. İşte bunu aşmanın yolu sanırım toplum ve siyasal psikolojiyle ilgili bir mesele, hukukçuların cevabını verebileceği bir mesele değil.

 *Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş  partilerin grup başkanvekilleriyle bir araya geldi. Başta CHP olmak üzere muhalefet partileri “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden seçilmesine yönelik bir Anayasa değişikliğinin bu komisyonda konuşulmaması” şartını koştu. Anayasa değişikliği tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Az öne çerçevesini çizdiğim hususlara bakarak ilerlersek, bugün yapılan anayasa tartışmalarının yaraya merhem olma ihtimalinin düşük olduğunu kabul etmem gerekir. Ancak yine de bu sürecin uzun, zahmetli ve yorucu olduğu göz ardı edilmemeli. Siyasal müzakere, uzlaşı olmadan ilerleme de mümkün değil. Ben tüm kesimlerin ve tabii ki siyasal partilerin meselenin esasıyla ilgili olmayacak hususların ön şart haline getirip müzakereyi ve diplomasiyi baştan reddeden bir tutumdan uzak durmaları gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle birbirinizle konuşmaya başlayın, temas kurun, anlamaya çalışın, ötekinin hatalarına değil, kendi kusurlarınıza odaklanın, birbirinizin kaygılarını, korkularını, endişelerini anlamaya hazırlayın kendinizi. Ortaya çıkacak güven ortamını yasal düzenlemelerle ve pratiklerle pekiştirin. Sonrasında su doğal seyri içinde akar bence. Meseleyi çok kişiselleştirdiğinizde çok haklı olabilirsiniz, ama bu haklılık boynumuza geçirilen bir urgan da olabilir. Tüm siyasi partilerin uzlaşmaya ve müzakereye hazır olduğunu, bunun yol haritası kapsamında da siyasi partiler kanunu, seçim kanunu ve TBMM İçtüzüğünün acilen masaya yatırılıp demokratikleştirilmesi gereği kabul edilmeli bence. Bunun için anayasa değişikliği tartışmalarına girmeye bile gerek olmaz, ki anayasa tartışmaları inanılmaz gerginlik yaratıyor, çünkü korkuları harekete geçiriyor. Yasalarla başlasınlar. Domino taşı gibi bir etki doğurur, bundan eminim.

*Anayasa’nın 10. Maddesi eşitlik ilkesini düzenliyor. Hatta devlete bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlama yükümlülüğü veriyor. Türkiye’de anayasa uygulanabiliyor mu?

Bu madde anayasanın en trajik maddelerinden biri, değil mi? Düşünsenize herkes yasa önünde eşit ve dil, din, cinsiyet, felsefi inanç vs. nedeniyle ayrım yapılamaz, bu yetmez, devlet eşitliği yaşama geçirmekle yükümlüdür diyorsunuz, ama ülkenizin kuruluşunun temelinde, ötekini inkar var. Bir etnisiteyi, ki bu pür ırksal da değil, biraz suni ve zamana ve zemine göre değişkenlik arz edebilen yapay bir tanımlama, bu etnisiteyi merkeze alıyorsunuz; önce kurtuluşu Türk ve Kürt halklarının birlikteliğiyle sağlıyorsunuz, bu şekilde uluslararası düzlemde meşruiyet kazanıyorsunuz, Lozan’ı bu şekilde kotarıyorsunuz, ardından “Kürt” diye bir şey yok diyorsunuz ve tüm anayasal düzeni bu reddiye üzerine kuruyorsunuz. Yerel yönetim otonomisini reddediyorsunuz, gücü merkezde topluyorsunuz, başta Kürtler olmak üzere merkezi otorite ile bir şekilde sürtüşen her kesimi tehdit algılayıp gücü ona göre kullanmayı bir temel politika olarak belirliyorsunuz. ‘Lozan ülkenin tapusu’ diyorsunuz, ama Lozan’ı imzaladıktan bir yıl sonra yaptığınız 1924 Anayasası ile Lozan’a yönelik en temel taahhüdünüzü ayaklar altına alıyorsunuz. Böyle bir gerçeklikte anayasadaki eşitlik ilkesi, gerçekten ne kadar ciddiye alınabilir? Anayasal düzenin temel felsefesi eşitliği reddediyorsa, eşitlik ilkesi geçerli değil. Ya da “ancak anayasal düzenin temel tercihlerine uyan ve bunu kabul edenler eşittir” deriz, gerçekten de eşitlik talepleri ortaya çıktığında “bu kadar eşitlik de fazla” deriz. Yani eşitliği bu şekilde anlarız olur biter. Veya anayasal düzende çoklu kişilik bozukluğu var, eşitlik ilkesine gerçekten inanıyor, diğer taraftan anayasal düzenin ötekisinin eşitlik potasına girmediğine gerçekten de inanıyor. Anayasanın tamamında böyle bir durum var. Bir yandan insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti, diğer taraftan şoven, ırk ve etnisite temelli, Türkçeden başka dil konuşanların anadilini reddeden, resmi dil yerine oldukça tehlikeli bir devlet dili kavramını tercih eden bir yapı. Yani heybede her duruma müsait turplar var diyelim. Demokrat desek, anayasal temel var, faşist ırkçı desek anayasal temel var, laik desek, antilaik desek anayasal dayanak var, kısacası öyle bir anayasal düzen ki, muktediri her hal ve şartta anayasaya uygun davranmış olma lüksü sunuyor.

Sorunuza bu ifadeler üzerinden cevap vereyim. Hangi anayasa kimler için hangi zaman diliminde uygulanıyor veya uygulanmıyor? Aslına bakarsanız ortada bir anayasal düzen yok da diyebilirsiniz, eğer çoklu kimlik/kişilik bozukluğunu kabul ederseniz, yahut işte anayasal düzen denilen şey bu diyebilirsiniz.

 *Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk ilan eden 66. Madde demokratik bir anayasada kendisine yer bulabilir mi?

Muhtemelen bulmazdı. Türkiye’de gerçek anlamda sivil bir anayasa süreci yaşasaydık, bir anayasa ile devlet hangi hakla vatandaşı tanımlama yetkisini kendisinde görüyor, diye sorardık.  Anayasa yurttaşların devleti tanımladıkları bir hukuki işletim sistemidir, aksi değil. Tamamen aynı etnisiteden oluşan bir ülkede belki böyle bir tanımlama yapmak anlaşılabilir, ama zorunlu değil. Türkiye gibi, etnik, kültürel, dilsel, inanç, yaşam tarzı olarak bu kadar farklılıklar barındıran bir ülkede tanımlama kanaatimce gerekli olmamanın ötesinde tehlikeli de olabilir. Zira her bir tanımlama çabası, bir kesimi dışarıda bırakma potansiyeli barındırıyor.


*Eğitim ve Öğrenim Hakkı’nı düzenleyen Anayasa’nın 42. Maddesi Türkçeden başka bir dilin, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamayacağını ve öğretilemeyeceğini, ancak yabancı dillerin eğitim ve öğretiminin kanunla düzenleneceğini hükme bağlar. Size göre bu madde nasıl düzenlenebilir?

Böyle bir maddeye ihtiyaç yok ki de nasıl düzenleneceğini konuşalım. Mevcut dayatmacı anayasal düzenin bize dayattığı dil, düzenleme mantığı ve sistematik içinde düşünmekten vazgeçersek, “bir dakika ülkede insanların anadilinin ne olduğu devleti neden ilgilendirsin ki? Anadiller varsa, devlet aygıtının varoluş nedeni ve temel görevi farklı anadili olan insanların anadilleriyle kendilerini ifade etmek, eğitimini ve yaşamını ona göre yürütmek için gerekli kolaylıkları sağlamak olmalı, bu nasıl soru?” demeye başlayabiliriz. Absürtlük normalmiş gibi hareket edersek, en fazla yapacağımız şey, absürtlükte ısrar edenden merhamet dilemek olur, hadi ağam, hadi paşam gel şu konuda biraz merhametli ol demek olur. Devlet tüm yurttaşların malı, tüm yurttaşların onayına dayanan ve bu onaya uygun davranmakla kendini meşru kılabilecek bir aygıt ise bu husus devletin karar verebileceği bir husus olmamalı. Eğer devletin Türkiye’de yüz yıllık biçimini normal kabul ediyorsak, bu durumda da şikayetçi olmayalım bence.

*Öncekilerden farklı sayılabilecek bir çözüm sürecinin içindeyiz. Atılan kimi adımlar var ancak iktidarın süreci ağırdan aldığı eleştirileri de mevcut. Siz bu çözüm sürecini Türkiye siyaseti ve demokrasisi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Yasal olarak hangi adımlar atılabilir?

Elbette hayati derecede önemli görüyor ve destekliyorum. Bu tarihsel bir fırsat sunuyor. Sadece Kürtlere değil, geri kalanlara, Türklere de öyle. Kolay değil, 50 yılı aşkın bir silahlı ve şiddet dolu süreç var, travmalar, güvensizlikler, acılar, evlere düşen ateşler var. Herkesin acısı gerçek, herkesin kaybı çok değerli. Bu işimizi kolaylaştırmıyor, ama işimizi sonuçlandırma imkânı sunuyor. Sorumluluk siyasette, evet siyasette diyorum. Çünkü son 10-15 yılda siyaset kurumu sivil toplumu adeta tüketti, yok etti. Sivil toplum kalmadı. Oysa sivil toplumun inisiyatif alması süreci daha sağlıklı hale getirebilirdi. Şimdi siyaset bu yönüyle de sorumlu, çünkü kabahatli, ama yine de sorumlu. Sorumluluk doğrultusunda atılan adımları, kabahat vs. bakmadan elbette yurttaşlar olarak destekleyeceğiz.

Ancak siyaset bırakın sorumluluk üstlenmeyi, kabahatlerinin farkında olmayı, meseleyi siyasi bir manevra, anlık pozisyon kazanımı, ego tatmini, ülkeyi kendileri açısından dikensiz gül bahçesi haline getirme fırsatı olarak görürse, bugünleri arar hale geliriz kanaatindeyim.

Siyaset öncelikle toplumsal ve siyasal atmosferi zehirleyen ve yargının silah olarak kullanılması yoluyla da gerçekleştirilen operasyonları sonlandırmalı, düşman ceza hukuku uygulamalarından vazgeçmeli, muhalefeti sindirme girişimlerini durdurmalı, sivil alanı nefessiz bırakan kitlesel özgürlük yasaklamalarından vaz geçmeli , muhalif medyayı sönümlendirme çabalarını durdurmalıdır. Muhalefet için de bu söylemler geçerli, çünkü zihniyet kodları çok farklı değil kanımca. Yani öncelikle ülke nefes alabilmeli. Beyne oksijen gitmeden rasyonel düşünme imkânı olmaz ki, değil mi?

*MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ‘umut hakkı’ndan söz etti. Umut Hakkı’nın Türkiye yasasında yer almadığı itirazları gündeme getiriliyor. Size göre Umut Hakkı uygulanabilir bir süreç mi?

Bakın umut hakkı önemli, AİHM içtihatları da müebbet hapis yatan hükümlünün ne olursa olsun, hayatının geri kalanında günü geldiğinde durumunun yeniden değerlendirilebileceği umudunu önemli görüyor ve bunun olmamasını insan onuru açısından sorunlu görüyor. Bu yönüyle elbette uygulanabilir bir süreç, teknik olarak. Anayasanın 90. Maddesi uyarınca uygulanması da gerekiyor. Şimdi bunu dediğimde aynı sorular kafamıza üşüşmeyecek mi? Kavala, Demirtaş ve diğerleriyle ilgili AİHM, Can Atalay vs. ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmazken hangi umut hakkından söz ediyoruz denmez mi?

Daha da ileri gidelim, tartıştığımız umut hakkının bağlamı, Kürt sorunu değil mi? Az önce uzun uzadıya çerçevesini çizmeye çalıştığım anayasal düzenin ortaya çıkardığı sorun değil mi? İnkarın, asimilasyonun, dışlayıcılığın sonuçlarıyla ilgili değil mi, şimdi tartışmaya çalıştığımız umut hakkı? Devlet yüzyıldır can yakan bu sorunun asli sorumlusu iken, umut hakkı tartışmasının yanında, ondan ayrı “pardon” demeli bence. Tabii sadece bir sözden bahsetmiyoruz. Kürt sorunu bağlamında 1922 sonlarına doğru başlayan yüz yılı aşkın haksızlık ve yanlış uygulamalar, anayasal düzen tercihlerini revize etmesinden, eşit özgürlük ve eşdeğerlilik ekseninde bir yeni başlangıçtan söz ediyoruz. Adalet bunu gerektiriyor.

Tekraren söyleyeyim, bu gerçeğin vurgulanması, koşulların zorluğu ve sürecin kırılganlığını göz ardı etmemizi gerektirmiyor, bu nedenle adaletin gerektirdiği topyekün radikal adımlardan çok, umut hakkı gibi küçük adımların siyaseten daha isabetli olabileceğini inkar etmiyorum. Evet siyaset biraz dikenli yoldur, maksimalist beklentilerle değil, mümkün olabilecek küçük adımlarla ilerler. Çünkü meseleye sadece Kürtler açısından değil, birlikte yaşanılan diğerleri, yani Türkler, Anadolu’nun batısındakiler yönünden de bakmak, onların kaygı ve korkularıyla birlikte ilerlemek zorunlu. Barışı sağlayacak şey biraz da bu hassasiyetler.

 *PKK silahları bıraktığını, örgütü feshettiğini duyurdu. Ancak bir dönemin meşhur sözüne ithafen ‘düz ovada siyaset yapma’ koşulları henüz yok. Yasal olarak nasıl bir düzenleme yapılabilir?

Evet, 2012 şartlarından çok farklı bu defa. İyi mi, kötü mü ayrı, ama sonuca götürebilmesi ve ülkeye aşama kaydettirebilmesi esas olan. Düz ovada siyaset yapabilmenin yolu, öncelikle iktidarın siyasal tercihlerinde değişiklik gerektirir, bunu göremedik henüz. İyi niyet beyanı ve bu doğrultuda da istikrarlı bir duruş var, özellikle MHP cenahından, ki bu da çok kıymetli. Öncelikle legal siyaset yapanlara karşı yürütülen yargısal ve idari baskı ve tedhiş uygulamaları sonlanmalı. Yani önce İktidar kanadı niyet ve yaklaşımını değiştirmeli, ki ne yazık ki bugün yargı ağırlıklı olarak o niyete ve beyana göre çalışıyor ve yargılamaların büyük bir kısmı bu nedenle sadece siyasi. Bunlar sona ermeli. İkinci olarak PKK ile ilişkide olsa da, doğrudan bir şiddet hareketi, bir suça karışma, ki bunu da yine yargının son zamanlarda alışkanlık haline getirdiği hükümet eleştirilerini terör propagandası olarak cezalandırma pratiğine bağlamıyorum, bu zaten yanlış, evet teknik olarak her ülkede suç olarak kabul edilebilecek eylemlere karışmayanların hızla affa tabi tutulmasına geçilebilir. PKK yönetici eliti için yeni yaşama onurlu bir yeni başlangıç yapabilmek için gerekli şartları sağlama hususu tartışılabilir. Çok zor ve bu zorluğa kalkıştıkları için bu süreçteki siyasi veya değil tüm aktörlerin insanüstü bir işe soyunduklarını kabul etmemiz gerek, tabi başarılı olmalarını umut ederek…

 *Yerel Yönetim yasasının değiştirilmesini talep edenlerin ‘bölücü’ olarak yaftalandığına çok tanık olduk. Size göre demokratik ve etkin bir yerel yönetim sistemi Türkiye’yi böler mi?

Hayır aksine bütünlüğünü sağlar. 1923 ekiminde yapılan anayasa değişikliğiyle yerel yönetimlerin özerkliğinin ortadan kaldırılması Türkiye’yi demokrasiden, barıştan, kardeşlikten uzaklaştırdı. Osmanlı modernleşmesinin temel hastalıklarından olan ve yıkılma, bölünme ve parçalanma korkusunun otomatik adresi olarak bugüne kadar kullanılan merkeziyetçilik iki yıl sonra başlayan ve bugüne kadar devam eden Kürt isyanlarının en büyük sebeplerinden oldu. Yine II. Mahmut’la başlayan ve ana istikameti katı merkeziyetçilik olan modernleşmenin Balkanlar’da ve diğer bölgelerdeki isyanların ve ayrılıkçı hareketlerin en başta gelen nedenlerinden olduğu bir gerçek. Çok daha çarpıcı gerçek ise, 1920 Meclisiyle kabul edilen ve 1921 Anayasasının temel tercihi olan yerel yönetimler özerkliği ise tarihimizin en zorlu, karanlık ve kritik zamanında birliği sağlaması ve tarihi bir zafere imza atmasını sağlayan dinamiklerin başında geldi. Yani, bölünme korkusu ve kaygısıyla yüceltilen katı merkeziyetçilik tarihte tam da bölünmenin gerekçelerinden biri olageldi, özgür ve iradi bir ademi merkeziyetçilik tercihi ise Türk ve Kürt birlikteliğini sağladı ve bunun yardımıyla da kurtuluş savaşı başarıya ulaştı. Ben hala yerel yönetimler özerkliğine karşı bölünme argümanıyla çıkışın artık bir bilgi sorunu olmadığını, aksine bir psikolojik sorun olduğunu düşünüyorum.

× KİMDİR?

1992’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1993 yılında Erzincan Hukuk Fakültesi’nde Araştırma Görevlisi olarak göreve başladı. Almanya’nın Köln Üniversitesi’nde 1997’de yüksek lisansını, 2000 yılında ise doktorasını tamamladı. Temmuz 2002 tarihinde Anayasa Mahkemesine Raportör-Hâkim olarak atandı. 2003 yılında Türk-Alman Kamu Hukukçuları Forumu’nu kurdu ve Türkiye Koordinatörlüğü’nü üstlendi. 2010 yılında Demokrat Yargı Derneği’nin kuruluşunda yer aldı ve yargının tarafsızlığı ve çoğulculaştırılması mücadelesini sivil toplum örgütü üzerinden yürüttü.
AKP’nin 4. Olağan Kongresinde Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyeliğine seçildi. 2013 yılında Anayasa Hukuku Profesörü oldu. Haziran 2015’te Türkiye genel seçimlerinde AKP İstanbul milletvekili olarak meclise girdi. Aynı yıl siyaseti bıraktı ve üniversiteye döndü. Halen Marmara Üniversitesi ve Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri vermekte ve bilimsel çalışmalarına devam etmektedir.

Benzer Haberler