Nihat ALTAN
Hiçbir yerde yazmaz bu sözleşme. Ne bir anayasa maddesinde, ne bir yönetmelikte ne de resmi bir belgede rastlarsınız adına. Ama vardır; bütün çıplaklığıyla, bütün ağırlığıyla, bütün kapsayıcılığıyla vardır hem de. Okul koridorlarında, mahkeme duvarlarında, kışlalarda, camilerin minberinde, haber bültenlerinde, filmlerde üniversite amfilerinde vardır. Toplumun her bireyine, her katmanına sinmiştir. Coğrafyanın her yerinde; havasında, suyunda, dağında, taşında, ormanında vardır, Bu topraklarda doğan herkesin kulağına, ezan sesinden önce, yazılı olmayan bu sözleşme okunur! Görülmez, koklanmaz, elle tutulmazdır belki; ama herkes tanığıdır, bunun. Kimileri ise, hem tanık ve hem de sanıktır. Sanıklık, dinmeyen bir azaptır, ölümlerden ölüm beğenmektir! Kafka’dan ödünç bir terimle; Sözleşme gereği sanık kılınanlar, içeri’lenirken, esasta dışarı’lanırlar. Varlık olmayan varlıktırlar; hakta yoktur, ama cezada vardır; üleşimde yoktur, ama sömürülmekte vardır. “Türklük Sözleşmesi” denir, bunun adına!
Bu sözleşme, kanun metinleriyle değil; kanunların üzerinde işleyen bir zihinsel rejimle işler. Devletin en derin yerinde, ideolojik kalbinde atar: “Kim esas yurttaştır, kim makbul vatandaştır, kim potansiyel tehdit”tir sorularını sorar ve asla sorgulanmayan cevaplar üretir: “Esas olan Türklüktür.” der. Fakat Türklük, sadece etnik bir kimlik değil, ideolojik bir formülasyondur; Sünni’dir, heteroseksüeldir, erkektir, ‘öteki’ne düşmandır, asker-millet anlayışıyla bütünleşmiş ideal tiptir ve fakat günün sonunda kendisini tanımlayamayandır!
Bu sözleşmeye taraf olmak için bir şey yapmanız gerekmez, imza istemez bu sözleşme; düşünmemeniz, varlığını sorgulamamanız yeterlidir. Uyum gösterirseniz, ‘muhalif’ de olsanız, mutlu ve mesut yaşarsınız, ama sorgular, teşhir eder, itiraz ederseniz; yalnızlaştırılır, susturulur, sürgün edilir, yok edilirsiniz.
Sözleşme, fiziksel zor kadar bir zihinsel rıza düzenidir de. Ve işte tam burada esas mesele ortaya çıkar: Bu rızayı kimler üretmiş, kimler meşrulaştırmıştır?
Bu metin, işte bu tarihsel ve politik arka planla yola çıkar. Türklük Sözleşmesi’nin nasıl oluşturulduğunu, kendisini tekrar tekrar yeniden nasıl tanımladığını, kimin bedel ödediğini ve kimin sessiz kaldığını ifşa etmeye; ama aynı zamanda bu sözleşmeye karşı sürdürülen itirazların, içeriğini ve etkisini ortaya koymaya çalışır…
1.Bölüm:
İttihatçı Zihniyetten Cumhuriyet’e: Türklük Sözleşmesinin Kodları
Bazı sözleşmeler mürekkeple yazılmaz; kanla, sessizlikle, yıkımla yazılır ve kazınır tarihe. Türklük Sözleşmesi böyle bir sözleşmedir. İlk harfleri, 19. yüzyılın sonlarında, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı altında, yeni bir “ulus” yaratma fikriyle yazıldı. Batmakta olan çok dinli, çok dilli, çok kimlikli imparatorluğun içinden tek dil, tek din, tek millet şiarıyla yükselen bir tahayyülün ürünü olarak ortaya çıktı.
Bu tahayyül, sadece siyasal değil; aynı zamanda ontolojik bir projeydi. Fakat Türklük Sözleşmesi’nin doğuşu, yalnızca bir iktidar stratejisi değil; bir ontoloji krizinin, “biz kimiz?” sorusunun devlet eliyle ve zorla yanıtlanmasıydı: Kim makbul insandır, kim düşmandır, kim asimile edilecek, kim yok edilecektir? Bunlara cevap verilecek ve toplumun bu ayrımlara inanması, benimsemesi, uygulaması istenecekti.
İttihatçı Zihniyetin Çekirdeği: Etnik Panik ve Merkeziyetçilik
Sözleşmeyi oluşturanların merkezinde üç hedef vardı:
Merkeziyetçilik ile Osmanlı’nın dağınık yapısına son vermek.
Türkleştirme ile Türk olmayan unsurları ya asimile etmek ya da tasfiye etmek.
Millileştirme ile Ekonomik gücü gayrimüslimlerin elinden alarak Müslüman-Türk elitlerine devretmek.
1915: Sözleşmenin Kanla Yazılan İlk Sayfası
1915, Türklük Sözleşmesi’nin sıfır noktası olarak belirlendi. Milyonlarca Ermeni sürüldü, yüz binlercesi öldürüldü, mallarına el konuldu. Ancak mesele sadece fiziki imha değildi: Kolektif hafızaları, tarihleri, tapuları, kiliseleri, mezarlıklarıyla birlikte bir halk tüm coğrafyadan, hafızalardan silinmek istendi. Aradan geçen 100 yılı aşkın zamana rağmen, bu büyük suçun sahiplerini cezalandırmayı bırakın, bu suçla yüzleşme dahi olmadı; aksine, yeni kurulan cumhuriyet, sistematik inkar ile bunu “kurucu” öge olarak ele aldı ve sözleşmenin ilk maddi ve ekonomik temeli yapıldı. Ermenilerin mal ve mülkleri, yeni Türk burjuvazisinin ellerinde “millileştirilerek” cumhuriyetin ekonomik temelleri bu sözleşme üzerine kuruldu. Bunu Koçgirî, Şêx Seîd, Ağrı, Zîlan, Dersîm Katliamları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül Darbeleri, 1990’ların OHAL rejimi; binlerce faili meçhul (!), Madımak ve daha nice katliamlar izledi.
Lozan Antlaşması: Sözleşmenin Uluslararası Tescili
1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, Türklük Sözleşmesi’nin uluslararası zeminini oluşturdu. Antlaşmada sadece gayrimüslimlerin hakları “garanti” (!) altına alındı. Fakat onlar da hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmadı. Kürtler, Aleviler, Araplar, Çerkezler, Lazlar, Boşnaklar gibi Müslüman kimlikler ise bırakın kolektif hakla tanımlanmayı, isimleri bile bir daha anılmadı.
Bu “Anayasal” ve “hukuki görünmezlik”, Türklük kimliğinin üstünlüğünü kurumsallaştırdı. 1924 Anayasası’yla birlikte vatandaşlık, “Türk” olmakla eşitlendi.
Erken Cumhuriyet ve İnkar
1924’ten sonra yürürlüğe giren politikalar, Türklük Sözleşmesi’nin hayata geçirilişini hızlandırdı:
Kürtler, bu sözleşmenin en geniş çapta dışlanan ama aynı zamanda “zorla dahil edilmek” istenen kesimi oldular; varlıkları reddedildi. “Kürt yoktur” denildi. Ana dili yasaklandı, Türkçe bilmeyenlere, konuşmayanlara hapis ve para cezaları verildi. Soyadı kanunu çıkarılarak, toplum fişlendi. “Dağ Türkü” kavramı resmi literatüre sokuldu. Kürt coğrafyasında bombalanmadık yer bırakılmadı. Dersim örneğinde olduğu gibi, zehirli gazlar kullanıldı, binlerce kadın ve çocuk katledildi. Eğitim ve medya tek dilde düzenlendi. Bu politikalar, sadece devletin güvenlik aygıtlarıyla değil; eğitim sistemi, basın, sinema, müzik, akademi gibi ideolojik aygıtlarla da yürütüldü. Böylece Kürt kimliği sadece bastırılmadı; yokmuş gibi davranılarak görünmez kılınmak istendi.
Demografik müdahaleler ile Kürt bölgelerine, Türklüğü kabullenmiş Balkan ve Afgan göçmenleri yerleştirildi. Zorunlu iskân kanunları ile milyonlarca Kürt Türkiye’nin değişik bölgelerine sürgün edildi.
Hafızasızlaştırma politikaları ile kültürel miras yok edildi; Kurdîstan’ın tüm kent, kasaba, köy ve mahalle isimleri Türkçeleştirildi. Mezarlıklar kazıldı, kiliselerin yerine camiler yapıldı.
Eğitim politikaları ile Türk ırkı “üstün” gösterildi, farklı kimlikler “yok” sayıldı. Tarih kitapları yeni baştan yazıldı.
Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak, Sünnilik dışındaki tüm mezhepler ve İslam dışındaki tüm inançlar yok sayıldı, Zerdüşt ve Alevi örneğinde olduğu gibi, sapkın ilan edilerek, dinsel çoğulculuk bastırıldı. Türklüğün dışında kalan her şey, “bölücü”, “gerici” veya “gayri milli” sayıldı.
Rızanın üretimi ya da Türk ‘Aydın’ının ihaneti
Ancak devlet, Türklük Sözleşmesi’ni sürdürebilmek için zorun tek başına yeterli olmadığını biliyordu; zihinsel ve düşünsel alt yapısı kurulmadan, dahası topluma kabul ettirilmeden sözleşmenin hayata geçebilmesi ve yaşayabilmesi mümkün değildi. Peki, bunu nasıl ve neyle, ama daha önemlisi kimlerle yapacaktı? Soru, kısa sürede cevabını bulmuştu: Akademi, basın, aydınlar ve entelektüellere çağrı yapıldı. Kendini “aydın”, ‘sol’, ‘komünist’, ‘muhalif’ olarak tanımlayan ama esasta Jön Türklerin devamcıları olan bu “heyecanlı” ve eli kalem tutan erbaplar çağrıya cevap verdi ve gecikmeden işe koyuldu. Bunların öncülüğünde; tarih, dil ve kültür alanlarında resmi bir söylem inşa etmek için tarih fakülteleri, dil Kurumları, köy enstitüleri gibi kurumlar, kuruldu. “Güneş dil teorisi” diye bir zırva oluşturuldu. “Milli tarih” anlayışı adı altında, imparatorluğun çok kimlikli geçmişi bir tarafa atılarak, “Türk üstünlüğü” ve Türk yurdunun bütünlüğü” üzerine teoriler inşa edildi. Devletin yayın organları, Türklük Sözleşmesi’nin gündelik hayata sirayet etmesinde başrol oynadı: Gazeteler, radyolar, televizyonlar ve sinema, milliyetçi ve homojen bir ulus tahayyülünü tekrarlayan anahtar aygıtlar olarak toplumun en kılcal damarlarına kadar sokuldu. Hürriyet gazetesi, “Türkiye Türklerindir” logosu ile yayın yaptı. Kürt halkı, “geri kalmış”, “feodal”, “eğitilmesi gereken cahiller” olarak görüldü. Talepleri “bölücülük”, öncüleri, “gerici”, “şaki”, “eşkıya” ve “modernizme karşı çıkan feodaller” olarak yaftalandı.
Kendilerini devlet politikalarına alternatif olarak gören ve gösteren ‘sol’ ve ‘aydın’ kesimler, ‘devlete karşı çıkarken’ (!) bile Türklük Sözleşmesi’nin zihinsel sınırlarını aşmak istemedi. 1960’lardan itibaren aydınlar arasında yaygın olan Türk milliyetçiliğiyle uyumlu ‘sol’ çizgiler; “TKP”, “Kadro hareketi”, “Yön dergisi” “PDA” vb. kesimler, “milli çıkarlar” adına devletle uzlaşmayı tercih etti. Kürt halkının özgürlük mücadelesine dair söylemler sözleşmenin sınırlarını taşmadı, ‘Şairleri’ Taranta Babu’ya mektuplar yazdı, Mussolini faşizmini kınadı, ama yanı başındaki Kürt’e sıkılan kurşunu görmezden geldi, sırtına vurulan kamçıyı, “İlerlemenin gereği” saydı. Dönemin “TKP”si, Kürtlerin neden desteklenmemesi ve asimile edilmesi gerektiği hakkında SSCB’ye dosyalar sundu. Bu sözleşmeyi sorgulayan ve dillendiren 68 gençlik önderleri (Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş, Hikmet Kıvılcımlı gibi) dürüst insanlar ya tecrit edildi ya da ihbar edilip katledilmelerine yol açıldı…
Sözleşmeye itiraz: Bir Varoluş Mücadelesi
Cumhuriyet’ten bu yana uygulanan dil yasakları, eğitim engelleri, siyasi temsilin reddi, ekonomik geri bırakma ve zorunlu göçertmeler, Kürt halkında öfkeyi ve direniş iradesini besledi. 60’lar ve 70’lerde Kürt sorunu ilk kez toplumsal ve politik bir mesele olarak görünürlük kazandı. PKK bu görünürlüğü örgütlü bir siyasi güç haline getirerek, Türklük Sözleşmesi’nin “tek millet, tek dil, tek devlet” doktrinini kökten sorguladı. Mücadele, esas olarak politik, kültürel ve ideolojik alanda yürütüldü. Kürt kimliğinin yeniden tanımlanması, Kürtlerin kendi tarihini kendisi tarafından yazılması, kadınların özgürleşmesi gibi kavramlar, bu sorgulamanın merkezinde yer aldı. PKK’nin itirazı ve karşı söylemi, on yıllardır sorunsuz biçimde uygulamada olan sözleşmede derin bir kriz yarattı. Devlet, bu krizi aşmak için ağır askeri operasyonlara başvurdu, ancak bununla sınırlı kalmadı; ideolojik ve kültürel hegemonya aygıtlarını da güçlendirdi; üniversiteler ve basın-yayın başta olmak üzere, birçok alan devreye sokuldu.
Türkiye cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana, Türklük Sözleşmesi’ne birçok itirazlar olduğu muhakkaktır. Ancak PKK tarafından gerçekleşen itiraz, sadece sözleşmenin siyasal projesinde değil, bir toplumun ontolojik yokluğunu hedeflemiş devletin yapısında radikal ve kapanamayacak bir yarılma açmıştır ve bu itiraz, sanıldığının aksine, silahlı çatışmadan önce bir “söylem savaşı” olarak başlamıştır; çünkü Türklük Sözleşmesi, yalnızca zırhla değil, kelimeyle, haritayla, müfredatla, tarih kitaplarıyla, akademide, gazetelerde, dergilerde, televizyon dizilerinde, sinemada yürütülmekte ve korunmaktaydı.
Elbette ki, PKK, bu itiraz sürecinde şiddeti çok yoğun kullanmıştır. Bu konunun kimi yönleri tartışmaya açıktır ve zaten PKK’nin kendisi de bunu zaman zaman yaptığı açıklamalarda ifade etmiştir. Ancak PKK’nin 50 yıllık tarihine, söylemlerine, fikirlerine, inşa ettiği toplum yapısına ve geleceğe bakış açısına; özcesi itiraz kodlarına baktığımızda göreceğiz ki, PKK sadece silahlı bir şiddet örgütü olarak değil; geniş çaplı bir toplumsal ve entelektüel hareket olarak da okunmalıdır.
Bu, kuru ve soyut bir iddia değildir: PKK üzerine dünyanın birçok siyasal düşünürleri ve sosyologları tarafından yazılan kaynaklar, Öcalan’ın düzenli olarak dile getirdiği fikirler, PKK’nin külliyatı, PKK yapısı ve çeperinde oluşmuş olan toplumsallık, ilk günden bu yana düzenli olarak iki şeyi dile getirmektedir:
Birincisi; sözleşmeye itirazdır: Ancak bir sözleşmeye itiraz etmek, sadece onun maddelerine karşı çıkmak değildir; onun varlık anlayışına, gerçeklik kurma biçimine, “insan” ve “toplum” tahayyülüne karşı çıkmaktır. Sözleşmenin bastırdığı dilin, susturduğu tarihin ve var olma biçimlerinin yeniden konuşulabilir hâle gelmesidir. Öte yandan itiraz, sadece devlete değildir: bu sözleşmeye katılmış topluma, entelektüellerin konforuna, solun kimliksiz ve soyut eşitlikçiliğine ve en çok da sözleşmeyi “doğal” sayan bilinçdışına yönelmiştir.
İkincisi; İtiraz etmekle yetinmemektir: Bir şeye itiraz edebilir ve bunu en yüksek sesle ifade de edebilirsiniz. Ancak itirazınızın sonrasında, alternatifiniz yoksa bunun sizi götüreceği yer, en fazla o anın “kahramanı” olmaktır. Kurdîstan ve Anadolu halklarının tarihi, kahraman olan ama yaşanan trajediyi değiştiremeyen çokça örneğe sahip. Fakat PKK, bir yandan itiraz ederken, öte yandan da hem öncülük yaptığı topluma ve hem de tüm coğrafyaya alternatif bir tahayyül de gösterdi.
Yukarıda da belirttik: Türklük Sözleşmesi, tarih boyunca çok sayıda itirazla karşılaştı. Ancak hiçbiri PKK kadar sözleşmenin temelini tehdit etmedi. Çünkü PKK, Türk kimliğini merkez alan yapıyı sadece dışlamadı; onun “doğal”, “evrensel” ve “sorgulanamaz” kılınan yapısını da yerle bir etti.
PKK, sadece devletin sistemine değil, aynı zamanda “muhalefet”in sınırlarına da saldırmaya devam etti; “sınıfın birliği” “kardeşlik” gibi soyut söylemleri sorgulayarak şunu açıkça söyledi: “Kardeşlik, eşitler arasında olur Senin birliğin ve kardeşliğin benim inkârımın üzerini örtüyor. Senin belirttiğin kardeşlik, ağabeyliğini kabullenme üzerine kurulu, ben bunu kabul etmiyorum”!
Hem Kürt tarihinde ve hem de Türkiye tarihinde bu söylem ve pratik radikal bir kopuştu. Çünkü ilk kez Kürt halkı, yalnızca mağduriyet üzerinden değil, politik özne olarak, kendi tahayyül gücüyle sahneye çıkıyordu. Kürtler bununla, sadece egemenin tahakkümüne karşı değil, egemenliğin “sol” ve “aydın” entelektüel” alanda oluşturduğu zihinsel konforuna da karşı çıkıyordu. PKK, sözleşmenin fark edilmeyen ama herkesi kuşatan bu halini teşhir ediyor, bu yüzden de devlet şiddetinin yanında, ‘aydın’ ve ‘sol’ şiddetiyle de karşılaşıyordu!
Devletin refleksi: Panik ve şiddetin arşı alaya tırmanması
Devletin tepkisi yalnızca askeri değil, çok boyutlu oldu: OHAL ilanı, köy boşaltmalar, yakmalar ve faili meçhuller, kontraların devreye sokulması, on binlerce insanın zindanlara alınması, milyonlarca insanın göçertilmesi vb. bu ontolojik tehdide karşı devletin bir “varlık savunması”ydı. Ancak devlet bununla yetinmedi: Kültürel ve zihinsel bir karşı-ofansta başlattı: “Kürt ve Türk kardeştir’den tutun Kürt’ün sorunu benim sorunumdur a kadar, “Kürt realitesini tanıyoruz”dan tutun “Avrupa Birliğinin yolu Diyarbakır’dan geçer”e, kadar, TRT Kürdi gibi kontrollü ‘açılımlar’, dizilerde “iyi Kürt” figürleri, “Kürt açılımı” adıyla yeni bir rıza üretimi oluşturulmak istendi. Medyada ve akademide “terörle arasına mesafe koyan Kürt” imgesiyle, Kürt kimliği yalnızca devletin tanımladığı sınırlarda ‘meşru’ sayıldı. “Eski Tüfek”lere gazete köşeleri açıldı; bir yandan 100 yıllık yalan tarih yeniden devreye sokulurken, öte yandan da ‘sol’ sosuna bulanmış kesimler tarafından, PKK’nin demokrasi için engel olduğu’ propagandası başlatıldı…
Lakin devlet tarafından uygulanan fiziki şiddet ve ‘sol’ ve ‘aydın’ların PKK’ye yönelik ‘entelektüel’ şiddetin oranı ne olursa olsun, PKK’nin sözleşmeye karşı çıkmaya devam etmesi, hem hayatta kalma mücadelesi ve hem de yeni bir hayat kurma tahayyülü ve gücü olduğunu gösterdi. Kesintisiz itiraz, sadece devleti değil; toplumu, akademiyi, medyayı, ‘demokrat’ ‘aydın’, ‘sol’ adı altında inkârı sürdüren her alanı sorgulamaya zorladı. PKK bu anlamda sadece bir örgüt değil; sözleşmeye karşı tarihin içinden yükselen kolektif bir çığlık, alternatif bir ontoloji oldu; sadece devletin mekanizmalarını dağıtmakla kalmadı; “sözleşmeli ve ücrete mukabil” muhalifliği de parçaladı…
Devam edecek…
Barış Ünlü; Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi
Tanıl Bora; Türklük Halleri
Abdullah Öcalan; Demokratik uygarlık manifestosu
Erik Jan Zürcher; Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Protestodan Direnişe
Fatma Müge Gökçek; Soykırım Meselesi: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Ermeniler ve Türkler
Hamit Bozarslan; Türkiye Tarihi: İmparatorluktan Günümüze
Ömer Ağın; Kürtler, Kemalizm ve TKP
Cengiz Güneş; Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi