Aykan SEVER
3. Dünya Savaşı bugünlerde insanlığı büyük sınavlara tabii tutuyor. Ütopyasını kaybetmiş toplumlar savaşın yarattığı çok yönlü derin tahribatı kendi doğal parçasıymışçasına benimsemiş bir halde oradan oraya savruluyor. Daha da önemlisi geleceğe dair düşünmemek doğal ve normal olan haline geliyor. Tanrısı savaş olan yeni güç dininin yarattığı gerçeklik bu.
Büyük sınavlardan birinin sonucu, Filistin’e dönük Netanyahu-Trump ikilisiyle simgelenen soykırım politikaları karşısında dünyanın genelinin tepkisiz kalışında somutlanıyor. Elbette zaman zaman sokağa dökülen insanlar oluyor, bazı ülkeler Filistin’in bağımsızlığını kağıt üzerinde de olsa tanıdı. Ancak ortada olan, katliam ve işgal politikalarının aralıksız sürdüğü gerçeği. Ve bunu uygulayan politikacıların her tür demagojiye ve yaptıklarının saklanamaz kanlı gerçekliğine rağmen insanlık adına kaşı çıkışın cılız kalması. Bu meselenin temelinde kuşkusuz neo-faşist zihniyetin giderek daha fazla yaygınlaşması, insanları eşit görmeyen ırkçı ideolojik yaklaşımların revaçta olması yatıyor. Bugün Suriye halklarına HTŞ rejiminin dayatılması da aynı hikayenin bir diğer yüzü.
Eşitlik tarihte pek de popüler olan bir şey değildi. Ciddi mücadeleler neticesinde elde edildi ve bu sayede insanlık değerleri arasında yerini aldı. Mesela 1. Dünya Savaşı sonrası toplanan Paris Konferansı’nda (1919) savaşın galiplerinden sayılan Japonya kendi pozisyonunu Batılılarla eşitlemek için ırk ayrımcılığına karşı bazı prensiplerin benimsenmesini istiyor. Ancak başta dönemin güya ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunan ABD Başkanı Wilson olmak üzere Avustralya ve bazı Batılı yöneticilerin karşı çıkmasıyla Japonya’nın önerisi reddediliyor. Özetle herkes işine geldiği zaman işine geldiği kadar eşitlik, özgürlük vb yanlısı.
Bugün de öncelikle ABD’de hakim olan oligarşik kesimler olmak üzere bu tür zihniyetlerin geneli insanlığın geri kalan kısmını insan dışı olarak görüyor ve bu doğrultuda politika yapıyor. İnsanlığın geri kalan kesimleri sözcüklere de yansıdığı üzere arada karılacak, dağıtılacak “kartlar” olarak görülüyor. Burada saçma olan özgürlük arayışında olanların sözcülüğüne soyunanların da egemenlerin klişelerine takılıp kalarak, halkları özne olarak/özne kılmaya çalışan teşvik edici yaklaşımlar yerine egemenin klişelerini düstur olarak benimsemeleri. Bu acizlik ötesi bir ahmaklık türünü bize sunuyor.
Trump’tan salvolar
Amerikan iç siyasetinde Trump rejimi adeta dikensiz gül bahçesi yaratıyor. Gerçek anlamda demokrasi olmaktan bir hayli uzak olan ABD de giderek açıktan bir diktaya dönüşme eğiliminde. Ara seçim öncesi rejimin siyasi haritaları Temsilciler Meclisi’nde daha fazla sandalye kazanmak için yeniden kendi lehine çizmeye çalışması bunun görünür örneklerinden biri. İktidarın irili ufaklı baskıcı politikalarıyla ilgili haberler ise her geçen gün artıyor. Faşistleşme/faşistleştirme sarmalı çerçevesinde yürütülen bu siyasete arada bir protestolar düzenlese de henüz toplum nezdinde örgütlü ve kapsamlı bir direniş maalesef açığa çıkmadı. “Demokrat” politikacıların çoğu suskun. Trump kendine karşı çıkılamayacağını göstermek için homurdananları bir bir cezalandırmaya karar vermiş olsa gerek. Geçen hafta Elon Musk’a yönetim tarafından bir dava açıldı, eski Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un evini FBI bastı; başka kişilere dönük baskın ve gözaltılar da bekleniyor. Ayrıca Başkent Washington’da asker ve polis kullanılarak siyah ve yoksullara karşı baskılar artırılıyor. Muhtemelen bu durum başka kentlere de yayılacak. Henüz üzerinden çok geçmemiş olan kölecilik günlerine dönüşün yolu aranıyor desek yeri. Şimdilik içeride rejimin işleri yolunda denilebilir.
Dışarıda ise elbette Trump’ın da sınavları ve zorlukları var. 3. Dünya Savaşı’nda Çin’e odaklanmak için aşılması gereken merhalelerden biri Ukrayna Savaşı’nı sonlandırmak ve Rusya ile paralel hareket etmek. Henüz Trump bu konuda başarılı olamadı. Ancak Avrupalı liderler ve Ukrayna yönetimi karşısında ciddi avantajlara sahip. Savaş daha ne kadar uzar belirsiz ancak gerek Kiev gerekse Avrupa ülke yönetimleri ABD olmaksızın bu savaşı sürdüremez. Özellikle bu nedenle istemeyerek de olsa bu cephede geleceği belirsiz bir uzlaşma gündeme gelebilir.
Düşünme biçimlerimiz…
Bitirmeden önce altını çizmem gereken bir mesele var. Çoğu zaman mevcut post-modern karakterli yeniden paylaşım savaşı üzerine düşünürken ister istemez 1 ve 2. Dünya Savaşları’nın ölçütleri temele alınıyor. Ancak ana hatlar geçerli olsa da mevcut savaşın yeni olarak gündeme getirdiği belirsizler, oynaklıklar, geçmişin hayaletleri, bireyin rolü türünden bugün eskiye nazaran önemi artmış olan şeyler göz ardı ediliyor. Mesela Hamas’ın 7 Ekim saldırısıyla başlayan süreç Hindistan’ı Körfez üzerinden Avrupa’ya bağlayacak enerji ve mal tedarik hattı (IMEC) kapsamında açıklamaya çalışılırken, bugün Trump yönetiminin Hindistan’a karşı baskıyı artırması bu mantıkla hiçbir biçimde uyuşmuyor. En azından Biden dönemiyle Trump’ınki arasındaki tutarsızlık bariz bir biçimde görülüyor olmalı. Nitekim ABD geçenlerde Hindistan’a yüzde 25 ek gümrük vergisi koyarak bu oranı yüzde 50’ye çıkardı. Ayrıca Moskova-Yeni Delhi arasında artan ticaretle ilgili de Modi yönetimini ağır biçimde suçladılar. Bunun üzerine Çin yeni hamlelerle hızla Hindistan’ı yanına çekmek için normalleşme adımlarının paralelinde aralarında nadir mineral ihracatının da olduğu bir nevi Modi yönetimine iltimas geçen çeşitli anlaşmalar yaptı.
Velhasıl kelam, bugünün gerçekleri kaçınılmaz olarak dününkilerden farklı. Bu bir anlamda mevcut olanı anlamaya çalışırken geliştirdiğimiz akıl yürütme biçimlerini de sorgulamamız gerektiği anlamına geliyor.