Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Kawe Karzan yazdı |

İran, katılıktan buharlaşıyor

Kawe Karzan yazdı |
Kawe KARZAN

Bugünlerde İran’da siyasi ve entelektüel çevrelerin en çok tartıştığı mesele, 1978 İran İslam Devrimi’nin üzerine kurulduğu büyük İslami külliyatın, tarihsel ve modern ulusal değerlerin ve entelektüel mirasın nasıl olup da giderek buharlaşma sürecine girdiğidir. Bir başka ifadeyle, “siyasal İslam”ın iktidarda yaşadığı itibar kaybıdır.

Modernitenin sert yüzü karşısında siyasal İslam’ın başarısızlığı yalnızca pratik siyasetteki yetersizlikten ibaret değildir. Daha köklü bir mesele vardır: Dünyaya sunduğu model, bir umut ya da ufuk değil, dehşet verici ve korkutucu bir rejim biçimidir. “Öteki dünya cenneti” vaadiyle yola çıkan bu anlayış, insanların yaşadığı bu dünyayı adeta bir cehenneme çevirmiştir. Bir ideoloji olarak sunduğu değerler manzumesi, topluma huzur değil, derin bir çıkmaz dayatmaktadır.

Muhalif çevreler, bugünkü İran’ı sık sık Sovyetler Birliği’nin Gorbaçov dönemine benzetiyor. Bu benzetme, yalnızca bir politik tahlil değil; aynı zamanda bir imgedir: Katı, sert, değişmez gibi görünen bir yapının içten içe çözülüşünü anlatan bir metafor.

Siyaset sahnesinde dolaşan klişelerden biri, son yıllarda İran’ı tartışırken sıkça Sovyetler Birliği’ne yapılan göndermedir. Hatırlayalım: 20. yüzyılın son demlerinde Sovyetler Birliği krizden krize savruluyor, nihayet çöküşün eşiğine geliyordu. Tam da o anda, Gorbaçov sahneye çıktı. Yapısal, ekonomik ve kültürel reformlarla sistemi ayağa kaldırmayı denedi. Ama kısa süre içinde anladı ki, Soğuk Savaş’ın yükünü taşımaya devam ettiği sürece içerideki reformlar sonuç vermeyecekti. Ve Washington’da Ronald Reagan’la müzakerelerin kapısını aralayarak tarihin akışını değiştirdi: Doğu Bloku’na tavizler verdi, Soğuk Savaş’ı kapattı, Sovyet deneyiminin son perdesini açtı.

Bugünlerde İran’da alevlenen “Gorbaçovizm” tartışması, tam da bu tarihsel mirasın gölgesinde yapılıyor. Ancak tartışmaların amacı, Sovyetlerden ders çıkarıp bir çıkış yolu aramak değil; daha çok, Sovyetler gibi İran’ın da çöküşünü görmek isteyenlerle, bu sonu düşmanlarına tattırmamaya çalışanların kısır döngüsünde dönüp durmak.

Gorbaçovizm Sovyetleri kurtarmadı; bilakis, çözülüşü hızlandırdı. O halde bugün İran için sorulması gereken soru şudur: İslami bir Gorbaçov ortaya çıkarsa bu ne anlama gelir? Kim olabilir? Cevap aransa da, işin sonunda görünen o ki hem reform yanlıları hem de köklü rejim değişimi isteyenler, somut ve gerçekçi bir yol haritası sunmaktan hâlâ çok uzaktalar.

İran’dan bir Gorbaçov çıkması pek olası görünmüyor. Ancak İran’ı Sovyet sistemiyle karşılaştırmak öğretici olabilir; zira iki yapı arasında çarpıcı benzerlikler var. Tıpkı bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş gibi, bugün de İran ile İsrail arasındaki gerilim aynı denklemi hatırlatıyor. Fark şu: İran içten içe çökerken, İsrail arkasına modernitenin gücünü alarak bölgede adım adım kendi hegemonyasını kuruyor; üstelik bunu, “kükreyen aslan” metaforuyla kendisi de ilan ediyor. Oysa İran, kendi toplumunu kucaklamaktan, halkının taleplerine kulak vermekten aciz.

Bu çıkmazın kökleri sadece bugünün politikalarında değil, derinlerde, ideolojik ve dini temellerde yatıyor. İzleri 1940’lara, hatta daha da geriye, Safevilere kadar sürülebilir. Ama asıl dönüm noktası, 1940’ların ateşli tartışmalarıydı. O yıllarda entelektüel ve din karşıtı kimlikleriyle öne çıkan Ahmet Kesrevi ve Ali Ekber Hukmizade, adeta bu tartışmaların fitilini ateşlediler. Bugün hâlâ süren tartışmaların gölgesi, işte o günlerden bu yana İran’ın üzerinde dolaşıyor.

İran tarihinde 1940’lar, fırtınalı bir dönemin başlangıcıdır. 1941’de Rıza Pehlevi, Müttefiklerin baskısıyla tahttan çekildi; yerine oğlu Muhammed Rıza geçti. İran, II. Dünya Savaşı boyunca stratejik konumu nedeniyle işgal altındaydı. Sovyetler’e petrol ve askeri yardımın geçiş yolu olan bu topraklarda İngiltere ve Sovyetler bayrak sallıyor, genç şah ise ülkesini ayakta tutmaya çalışıyordu.

Tam bu yıllarda İran’ın entelektüel dünyasında derin bir tartışma ateşlendi. 1943’te Ayetullah Humeyni, Ali Ekber Hukmizade’nin “Bin Yıllık Sırlar” adlı eserine karşılık kaleme aldığı “Sırların Keşfi” ile sahneye çıktı. Bu, yalnızca bir kitap değil, rejim, din ve toplum düzeni üzerine büyük bir teorik ve ideolojik hesaplaşmanın fitiliydi.

Humeyni, eserinde fıkhın vesayetini tartışıyor, fakat bunun bir kral ya da bakan, bir asker ya da teknokrat gibi mutlak otorite anlamına gelmediğini söylüyordu. Ona göre mesele, Batı’dan kopyalanmış kanunları körü körüne kutsallaştırmak değil, “Allah’ın kanunlarını bilen, adil, dünyadan arınmış dinî müçtehitlerden oluşan bir meclis” kurmaktı. Bu meclis, ilahi şeriatı çiğnemeyecek bir sultan seçerse, ülkenin düzenine hangi ölçüde aykırı düşebilirdi?

İşte bu sorular, İran’ın sonraki yarım yüzyılında yön verecek fikirlerin tohumlarını attı. O günlerde kaleme alınan satırlar, yalnızca bir polemiğin ürünü değil; İran’ın siyasal geleceğine damgasını vuracak bir düşünsel mirastı.

Yıllar sonra Ayetullah’ın düşünceleri İran’da iktidar oldu. Ama bu iktidar, en çok kendine ihanet etti. İçten katılaştı, özgürlüğü boğdu; baskıcı, totaliter ve kendi ideallerine yabancılaştı. Bugün ise, Marşal Berman’ın deyimiyle “katı olan her şey buharlaşıyor.” İran, hakim modernite karşısında direnemiyor; yozlaşıyor, çürüyor.

Devrim, bir model sunmak şöyle dursun, her şeyi tek bir otoritenin eline teslim etti: hem kral, hem bakan, hem asker, hem savcı, hem de uzman. Böylece siyasal İslam’ın Şii yorumu, yalnızca bir yapısal krize değil, en güçlü teorik ve ideolojik iddiasının iflasına dönüştü. Bu çöküş, yanlış tanımlanmış bir “İrancılık”ın, çağın dışında kalmış bir dinciliğin ve toplumu yönetme biçiminin doğal sonucudur.

Tarihsel dinî geleneğin mirası ile modern dünyanın değerleri arasında sıkışmış bu devrim, toplumlara yön vermek için kurduğu ütopyaları gerçeğe taşıyamadı. Daha doğrusu, kendini yeniliklere kapattı ve halktan da aynı körlüğü talep etti. Ortada kalan yalnızca karşılıksız dini ütopyalar ve havada asılı arzular oldu.

Sonuç açıktır: yanlış bir kurgunun, yanlış bir uygulamanın içten içe çürümesi. Tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, değişim karşısında katılaşarak yenilikten yoksun kalmak ve modernitenin gücünü hafife almak… Çıkış yolu ne reformist bir “Gorbaçovculuk”, ne Stalinvari sertlik, ne de bölgesel savaşlardır. Asıl mesele, gerçeği gören, çağa temas eden ve toplumla barışık bir düzen kurabilmektir.

İran’ın önünde tek çıkış yolu var: Köklü bir demokratikleşme sürecine, çok geç olmadan girmek. Bu, kendi toplumundan özür dilemeyi, af dilemeyi, idam sehpasında sallandırılan özgürlük ve eşitliği yeniden hayata döndürmeyi gerektiriyor. Paradigmatik ve yapısal katılıktan vazgeçip, özgürlüğün yolunu açacak yeni bir demokratik anayasa ile…

Varsa bir kurtarıcı güç, o da demokratik değişimdir. Bugün yüzlerce siyasi tutsak zindanlarda idam sırasını bekliyor. Oysa aslında asılan sadece insanlar değil; umutlar, gelecekler, hayatın kendisi. Rejim, her idam sehpasında biraz daha kendini tükettiğinin farkında değil.

İlk adım basittir: İdam cezasını kaldırmak. İnsan haklarına ve özgürlüklere saygı göstermek. Yalnızca bu sayede ayakta kalınabilir ve yeni bir ufuk açılabilir. Aksi halde, 21. yüzyılda hâlâ insanların kılık kıyafetine karışıyorsanız, aslında çoktan kendi ipinizi çekmişsiniz demektir. Ama farkında değilsiniz.

 

Benzer Haberler