“Kürt yoktur”dan hazırlanan onlarca “Kürt sorunu” raporlarına dönersek, bugün sorunun çözümünde inisiyatif alan Cumhur İttifakı’nın ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önünde “yeni” bir seçenek duruyor. Barışı yeniden korkulan mı kılacak yoksa tıkanan demokrasi kanallarını da açacak bir cesaret haline mi getirecek?
Akın OLGUN
“Kürt yoktur”dan, farklı isimler altından hazırlanan Kürt raporlarına ve bugün gelinen çözüm aşamasına kadar ülkenin neler yaşadığı konusunda fikren uzlaşamayacağımız çok şey bulabiliriz ama barış konusunda “hayır olmaz” diyebileceğimiz çok az farklılıklarımız olur muhtemelen.
Bugün yaşanan tartışmalara bakınca, barışın herkes için bir biçimiyle istendiği ama ona yaklaşıldıkça da aynı oranda korkulduğu gerçeği görülüyor.
Barışmayı bilmediğimiz için, ondan korkmamız da kaçınılmaz oluyor belki. İnsan bilmediği şeyden korkar evet ve sanırım aşılması gereken en önemli sorunlardan birisi de bu.
Tam da bu yüzden çözüme dair toplumsal rızanın oluşturulması acil olan diyebiliriz.
Bu başarılabilirse, barış korkusu yerini onu gerçekleştirme cesaretine bırakabilir.
Korkma ve cesaret etme mevzusunda siyasi partiler de hükümetler de benzer şekilde tepkiler verdiler defalarca.
Konjonktürel gelişmelerin yarattığı mecburiyetlerin dışında, özelikle Turgut Özal’ın attığı ilk adımın ardından, dönem dönem hükümetlerin, çözüme dair belirlemeler, saptamalar yapma ve çözüm geliştirme iradesi oluşturduklarına ama her defasında “norm dışı” güçlerce bu iradenin nasıl tüketilerek devre dışı bırakıldığına tanıklık ettik. Türkiye yakın siyasi tarihi bu anlamıyla birçok acıyla ve beterin beteri örnekleriyle dolu.
1993 yılında, “Bir muhatap arıyorum” diyerek “barış” ve “çözüm” çağrısı yapan Abdullah Öcalan’ın, barış için siyasi partileri, hükümetleri cesaretlendirme, iradi kılma, çözümde ortaklaştırma çabasının, her defasında boşa düşürülmesi de bu gerçeği somutluyor.
Bugünden bakınca, Öcalan’ın bu çıkışının ve çağrısının taktiksel anlamda da savaş isteyenleri ters köşeye yatırarak, çok zor durumda bıraktığı söylenebilir. Savaş rejiminin temelini oluşturan milliyetçilikle tüm toplumu manipüle edenlerin savaş rantı üzerine kurdukları suç ortaklılığını görünür hale getirdiği de söylenebilir. (Savaş dönemlerinde, devlet içi çeteleşmenin nasıl sıçrama yaptığı tartışmasız bir konu. Geçmiş bir örnek olarak Susurluk kazasıyla ortaya taşanları ve bugün açısından bakarsak, tüm ülkeyi bir örümcek ağı gibi saran mafya bağlantılı rant ilişkilerini söyleyebiliriz.)
Savaş değil barış isteyen biri vardı karşılarında ve daha da tehlikelisi barış konusunda da oldukça ısrarcıydı ve hala bu ısrarını sürdürüyor.
Öcalan’ın bu ısrarını tersine çevirmek isteyenler, çok büyük katliamlara, büyük provokasyonlara, faili meçhullere, köy yakmalara ve onlarca cinayete imza attı. Savaşın tek yol olduğu anlayışını dayatmak için her yolu denediler ve barışı, kaos ve şiddetle anılan bir algıya oturtmaya çalıştılar. 90’lı yıllar, bu ülkenin üstüne çöken en karanlık dönemlerden biri oldu böylece.
“Barış”, “çözüm” denilince tüm toplumun tedirgin olması, korkması istenmişti ki bunda kısmen de başarılı olundu. O günlerden bugüne kalan yeni bir korku türü oldu barış.
Aynı yöntemin, 7 Haziran-Kasım 2015 seçimleri arasında da uygulandığını ve “barış” diyenlerin nasıl paramparça edildiğini de buraya not olarak düşmek isterim.
Bir zamanlar iktidarın ortağı olan Gülen cemaatinin, barış ve müzakere sürecini aynı şekilde nasıl boşa düşürmeye çalıştığını, derin devleti nasıl devşirip hem devlette hem de ortağı olduğu hükümet üzerinde belirleyici olmaya çalıştığını ve barış sürecini defalarca nasıl sabote edip, bunu bir şantaja dönüştürdüğünü de bu korku siyasetinin yanına koymalıyız elbette.
Birinci çözüm sürecinde, Kürt siyasetçileri gözaltına alıp, arka arkaya kelepçeleyerek basının karşısına çıkaran, “KCK’yi başımıza MİT musallat etti” propagandasıyla barışa dair şüpheyi kaşıyan, “PKK’yi devlet kurdu” söylemini pişirip ortalığa salan o aklın kapısı da hep aynı yere açıldı: “Barış tehlikelidir.”
Kim için ve neden sorusu hiç sorulamadı. Çünkü barış ile başlayan her cümle ‘terör’le eşleştirildi ve barış korkulan olmaya mecbur edildi.
Sürece dair, özellikle Bahçeli’nin ve Öcalan’ın olası provokasyonlara karşı uyanık olunması temelli çağrıları bu yanıyla dikkat çekici geliyor bana.
Barışı korkulan hale getirme temelli çeşitli provokasyonların yeniden sahne alabilmesi mümkün mü sorusuna, “evet” demek yanlış olmaz bu yanıyla.
Yeni Şafak’ın, komisyonun Öcalan ile görüşmesine net ve pozitif bir tutum koyan Bahçeli’nin sözünü manşetten hedeflemesine de buradan hareketle bakabiliriz.
İktidarın, özellikle Erdoğan üzerinde belirleyici olma rollerini kaybetme korkusunun, Bahçeli’nin ve dolayısıyla MHP’nin siyasi belirleyiciliğini hedeflemesi boşuna olmasa gerek.
Geçmişte cemaatin yönteminin şimdi Yeni Şafak’ta hayat bulması hiç de önemsiz kılınabilecek bir durum değil bana sorarsanız.
Bahçeli’nin, Türkiye’nin ikinci yüzyılının sistemine dair, devlet paradigmasının belirleyici olması temelli kararlı tavrı, çok muhtemel ki iktidarı da oldukça zorluyor. Bu mesele elbette ayrı bir konu başlığı ama çatışmanın barış ve süreç üzerinden yürütülmesi ihtimalinin hiç de boşa alınabilecek bir konu olmadığı açık.
Savaştan ve iktidarların savaş politikalarından beslenen kesimlerin, kötülükte tekerrür eden bir ortak akla sahip olduklarını artık çok iyi biliyoruz. Bildiğimiz bu gerçeğe, hiç olmayacakmış gibi bakmak, ahmaklığa tekabül edecektir ve süreç açısından da hiç yakışık almaz.
En başta ifade ettiğim “Kürt yoktur”dan, hazırlanan onlarca “Kürt sorunu” raporlarına dönersek, bugün sorunun çözümünde inisiyatif alan Cumhur İttifakı’nın ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önünde “yeni” bir seçenek duruyor.
Barışı yeniden korkulan mı kılacak yoksa tıkanan demokrasi kanallarını da açacak bir cesaret haline mi getirecek?
Bilmediği bir sorunu çözmeye çalışmıyor iktidar ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, bilmediği bir sorunla yüz yüze değil. Bizzat Necmettin Erbakan’ın talimatıyla, 1991 yılında Refah Partisi İstanbul İl Başkanlığı yaptığı dönemde kendisine hazırlattığı “Kürt sorunu raporu”na sahip Erdoğan.
O raporda “bu ulusal bir sorundur” belirlemesi, “Kürtçe, Türkçe’yle ilgisi olmayan müstakil bir dildir” tespiti, “Türkiye’de Kürt halkının çektiği onca acıya ve sıkıntıya tercüman olabilmeliyiz” iddiası, “Türkiye’de Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt kültürünün geliştirilmesi için engelleyici tüm yasaların kaldırılması, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçenin öğrenilmesi ve öğretilmesi için yasal imkanların hazırlanması… Bütün bu hakların Türkiye’de yaşayan diğer halklara da (Laz, Çerkez, Gürcü, Arap vb) tanınması… insan hakları konusunda duyarlı politikaların geliştirilmesi…” gibi çok kıymetli talepleri de bulmak mümkün ve hiç kuşkusuz şuncacık öneri ve tespitler bile ülke barışı ve demokrasi için cesaret verici olabilir.
Barışın, cesaretle dile getirilen, talep edilen hale getirilmesi, silahın ve devletin kötücül tutumlarının gölgesinden barışın kurtarılması, hepimizi yarına taşıyabilir.
Evet, bu da mümkün…



