Ali ÇİÇEK
Genelde Türkiye, özelde Kürt tarihi ile az çok ilgilenenlerin bu cümleyi duyunca gözlerinin önüne gelen karikatür, 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlandı. Ağrı Dağı’nın başında bir mezar taşı[1]: Bir tür ölüm ilanı.
Her ne kadar Dersim ve Amed merkezli iki kalkışma daha çok bilinse de, 1926 yılında başlayan İhsan Nuri Paşa önderliğindeki Ağrı İsyanı, yeni kurulan rejim açısından en tehlikeli isyan olmuştu. 4-5 yıl boyunca sürmüş ve sonunda Zilan katliamıyla[2] güçlükle bastırılabilmişti. Dönemin gazeteleri Zilan deresinin lebalep ceset dolduğunu gururla duyurmuştu. Soğukkanlı kaynaklara göre kadın, çocuk dahil 15 bin insanla birlikte Kürdistan hayali de yeni kurulan rejim tarafından toprağa gömülmüştü.
20.yy boyunca Kürt varlığının kabulünün ülkeden ülkeye değişiklik gösterdiği bilinen bir gerçek. Örneğin İran, varlığı 11 ay süren Mahabad Cumhuriyeti’ni kanla bastırmış, örgütlenme girişimlerini sert bir şekilde dağıtmış ama Kürt varlığını inkâra kalkışmamıştı. Buna karşın Türk Devleti 2000’li yıllara kadar ağır bir baskı, inkâr ve yasak yolunu tutmuştu. Suriye, kuzeydeki isyanlardan kaçıp Rojava’ya sığınan Kürtlere kimlik dahi vermemişti, lakin Irak’ta Kürtler Halepçe katliamı gibi korkunç saldırılara rağmen aşiret ve tarikat ilişkilerini de koruyarak Baas rejimine direnebilmişlerdi. Diğer yandan mevzubahis Kürdistan olunca Kürt varlığı konusunda ton farkı bulunan ulus-devletler ağız birliği etmişçesine ortak bir tavır göstermişlerdi: “Muhayyel Kürdistan burada metfundur!”
Yıllar sonra İsmail Beşikçi’nin yazdığı Hayali Kürdistan’ın Dirilişi adlı kitap, bu karikatüre gönderme yaparak 15 Ağustos 1984’te gerilla mücadelesinin başlatılmasının karikatürü çürüttüğünü ilan edecekti. Görünen o ki, tarih İsmail Beşikçi’yi haklı çıkardı. Kürdistan hayali Türk, Arap ve Fars devletlerinin katliam, hak ihlali ve baskılarına rağmen gömülmedi, gömülemedi. Kürtler arasında coğrafya bilincinin son yıllardaki değişimi dahi Kürdistan tahayyülünün nasıl gelişip güçlendiğini rahatlıkla göstermekte. Kürtler bulundukları coğrafyalarda örgütlenip kendi tarihlerini yazmaya giriştikçe diğer parçalardaki Kürtlerin gözü kulağı bu coğrafyalara doğru kayıyor. Katliam kaygıları, ağıtlar, yiğitlikler ve özgürlük umuduyla şekillenen anlatılarla beraber coğrafi bilinç de Kürtler arasında serpilip gelişiyor. Artık birçok Kürdün Afrin, Kirmanşah, Duhok, Urmiye, Erbil, Kobane ya da Amed’e duygusal mesafesi, yaşadığı ülkedeki herhangi bir şehre mesafesinden daha uzak değil.
Bugün içten içe çürümüş rejimler sallanır, yıkılır ya da yeniden organize olmayı denerken, kabul etmek gerekir ki, Ortadoğu’da bir Kürdistan hayaleti dolaşıyor. 7 Ekim 2023 Hamas saldırısı sonrasında taşlar yeni bir Ortadoğu için döşeniyor. Öte yandan kurulacak yeni nizamının neye benzeyeceği belirsizliğini koruyor. Bilebildiğimiz şey ise şu: Kürdistan için Rojava, Ortadoğu için İran kilit taşı olacak… Kürdistan için kilit taşı Rojava olacak, çünkü Rojava’da kurulan özerk yönetim ya boğulacak ya Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne ek olarak başka bir Kürdistan modeli ortaya çıkaracak ya da KBY modelini tekrar ederek bu modelin pekişmesini sağlayacak. Ortadoğu için kilit taşı İran olacak: Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri İran’ın düşürülmesi ile birlikte oluşturulacak yeni bir Ortadoğu için bir mıntıka temizliği olarak görmek mümkün. İran meselesini bu yazının konusu olmadığı için bir kenara bırakalım. Ve bir parça tekrara düşmek pahasına olsa da yineleyelim: Rojava’nın neye benzeyeceği Kürdistan’ın neye benzeyeceğini, hangi yöne doğru ilerleyeceğini gösterecek. Tam da bu nedenle Rojava üzerinde ciddi bir tartışma yürütülüyor. Hem Kürdi evrende hem de bölgede söz sahibi olmaya çalışan egemen güçler arasında… Görünen o ki, Rojava için 4 ayrı model arasında bir mücadele söz konusu. Her birinin detaylı bir biçimde irdelenmesi gereken bu modeller kabaca şöyle sıralanabilir:
- Küçük İsrail Modeli
- Güney Kürdistan Modeli
- Özyönetim Modeli
- Küçük Türkiye Modeli
1. Küçük İsrail Modeli
Bölgede Küçük bir İsrail’in yaratılmak istendiği, Abdullah Öcalan’ın savunmalarında ve görüşme notlarında defalarca vurgulanmıştı. Bu modelin hayata geçme ihtimali Aydınlık çevresi tarafından da sık sık dile getirildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu olasılığı ciddi bir tehlike olarak görmüş olacak ki, bu risk yeni sürecin en önemli tetikleyicisi olarak en yetkili ağızlar tarafından açıklandı.
Bu modele göre Rojava’da İsrail benzeri, çok büyük bir ihtimalle İsrail’e doğrudan bağlı, bir devletçik kurulur. Temel özelliği elbette istihbari ve askeri gücüdür. Böyle bir devletçiğin bölgedeki Türk, Arap ve Fars devletleri için nasıl bir tehdit olabileceğini kestirmek güç değil. Tehdidin bölge devletleri tarafından nasıl karşılanacağı da rahatlıkla tahmin edilebilir. Böyle bir model karşılıklı saldırı ve savunma ile varlığını kabul ettirme üzerine kurulu bir şiddet döngüsünü işaret etmektedir. -İsrail’in bugüne kadarki hikâyesi bir yönüyle böyle bir hikâye değil mi?- Kürtler, değişen uluslararası dengeler yüzünden gözden çıkarılmaz ya da katliamlardan ölmez de sağ kalırlarsa yolun sonunda devletçikten devlete geçip İsrail gibi bir devlet kurabilirler. Böylece soykırıma uğrama ihtimali olan bir halk olmaktansa soykırım yapma potansiyeli olan bir devlet olmayı tercih etmiş olurlar. Çeşitli Kürt milliyetçisi çevreler bu modeli bir ulus-devlet kurmak adına destekliyorlar. Bu çevrelere göre yüz yıl önce Türklerden tarihi bir kazık yemiş olan Kürt milleti için insanlık ailesine onurlu bir üye olarak katılabilmenin tek yolu kendi devletini kurmaktır. Devletin nasıl bir devlet olacağı ise katliam riski altında tali bir tartışmadır. Zira en kötü devlet devletsizlikten iyidir.
2. Güney Kürdistan Modeli
Güney Kürdistan, modern dünyada uluslararası tanınırlığı olan ilk Kürt ön devleti olması nedeniyle ve Kürt aristokrasisi olarak da adlandırabileceğimiz Barzani ve Talabani ailelerinin Kürdi evrendeki ağırlığından dolayı belli düzeyde etkiye sahip bir odak. Güney Kürdistan’da birçok siyasi hareket olsa da temelde iki siyasi hareketin bölgede söz sahibi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Barzani ve Talabani ailelerinin başında olduğu KDP ve KYB hareketleri Güney Kürdistan’da siyasi ve askeri yönetimi bölgeler üzerinden paylaşıyorlar. İki ayrı peşmerge yapılanmasının, bölgesel yönetimin kuruluşunun üzerinden 20 yılı aşkın zaman geçmesine rağmen hâlâ tek bir çatı altında toplanamamış oluşu, bölgenin KDP ve KYB arasındaki parçalanmışlığının herhalde en büyük göstergesi. Bu parçalanmışlığın IŞİD saldırıları karşısında nelere mal olduğu Kürtler arasında hâlâ tazeliğini koruyan bir yara.
İktidarın ve rantın çeşitli klikler arasında paylaşıldığı, öz gücüne dayanmaktansa kurduğu uluslararası diplomasi üzerinden güç üreten, kurumsallaşma ve savunma konularında oldukça atıl davranan bir yapılanma olarak Güney Kürdistan, bağımlı bir ön devlet modeli olarak tanımlanabilir. Rojava’da bu modelin hayata geçirilmesi halinde, Güney Kürdistan gibi hami devlet ya da devletler ile kurduğu ilişkiler yardımıyla varlığını koruma ve ön devletten devlet olma mertebesine geçmek için bölgesel dengelerin ve hami devletlerin onayını bekleme kaçınılmaz gözüküyor.
3. Özyönetim Modeli
Özyönetim Modeli’nin teorik çerçevesi ve temel perspektifi Abdullah Öcalan tarafından çizildi. Suriye’de Mart 2011’de iç savaşın patlak vermesinin ardından, 2003 yılında kurulan PYD’nin öncülüğünde Rojava’da pratiğe geçirildi. Öcalan’ın önerisi ile üçüncü yol çizgisi inşa edildi; iç savaş sırasında ne Baas rejimine taraf ne de karşıt bir çizgi izlendi. Savaş sırasında 10 binin üzerinde can vererek katliam tehdidi de dahil olmak üzere çeşitli kritik aşamalardan geçerek ayakta kalmayı başardı. IŞİD’i ezen güç olarak askeri ve siyasi açıdan bölgede hatırı sayılır bir ağırlığa sahip olan bu modelin kaderi, yukarıda da belirtildiği gibi Kürdistan’ın neye benzeyeceğine dair önemli bir işaret olacak.
Uğruna 2015 yılında çözüm masası devrilen, taraflar tarafından kırmızı çizgi olarak adlandırılan Özyönetim Modeli nedir, neyi amaçlar? Bu sorunun yanıtı ilk olarak 2014 yılında ilan edilen, 2023 yılında güncellenen Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi Toplumsal Sözleşmesi’nde bulunabilir.[3] Toplumsal
Sözleşme’nin önsözü şöyle başlıyor: “Biz, Kuzey ve Doğu Suriye’nin evlatları –
Kürtler, Araplar, Süryani Asuriler, Türkmenler, Ermeniler, Çerkesler, Çeçenler, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Êzidîler- şehitlerin omuzlarımıza yüklediği sorumluluğun bilinci ve inancıyla, halklarımızın onurlu bir yaşam talebine yanıt olarak ve Suriyelilerin yaptığı büyük fedakârlıklara karşılık olarak, ırkçılığın, ayrımcılığın, dışlamanın ve herhangi bir kimliğin marjinalleştirilmesinin olmadığı bir geleceğin Suriye’sini inşa etmek amacıyla Kuzey ve Doğu Suriye’de demokratik bir sistem kurmak üzere bir araya geldik.” 134 maddeden oluşan Toplumsal Sözleşme’de öne çıkan başlıklar özyönetim, çoğulculuk, kadın hakları, komün ve kooperatiflere dayanan ve kârı merkeze almayan bir ekonomik model, ekolojik duyarlılık, halk meclisleri ve kadın meclisleri yoluyla yönetime doğrudan katılım, özsavunma… Kâğıt üzerinde yazılanların, kaotik siyasi ve askeri ortamda ne denli hayata geçirilebildiği ayrı bir araştırmayı gerektiriyor. Diğer taraftan gazeteci Amed Dicle’nin de vurguladığı gibi Rojava olmuş bitmiş bir devrimden ziyade sürmekte olan bir devrim.[4] Bir model olarak yalnız Kürtlere değil muhalif hareketlere de ilham olma potansiyeli taşıyor. Bu nedenle boğulmaya çalışılıyor. Muhayyel Kürdistan’ın Rojava halinin yaşayıp yaşamayacağı, yaşayacaksa nasıl yaşayacağı ise önümüzdeki süreçte belli olacak.
4. Küçük Türkiye Modeli
Rojava’da uygulanmak istenen Küçük Türkiye Modeli’ni anlamak için Şam rejiminin hamisi olan Türkiye’nin Kürt varlığına yaklaşımına bakmak faydalı olabilir. Aslında Türkiye, Kürt varlığının tanınması konusunda uzun bir dönem oldukça stabil bir politika izledi. 1925 yılında Şeyh Said İsyanı’nın ardından Türkiye Kürdistan’ında uygulanmaya başlanan sıkıyönetim ya da olağanüstü hal uygulamaları bilindiği gibi 2002 yılına kadar neredeyse kesintisiz bir şekilde devam etti. İsyanın akabinde Türk Devleti’nin kurucu babalarından İnönü tarafından hazırlanan Şark Islahat Planı, Kürt varlığına yönelik devlet politikasının genel çerçevesini çiziyordu: Bir örgütlenmenin önüne geçmek için Kürtlerin ileri gelenlerini dağıtmak; popülasyonun bir bölümünü tehcir ederek nüfus mühendisliği yapmak; dili, kültürel temsiliyeti yasaklayarak Kürtleri Müslümanlık temelinde Türklük dairesi içinde eritmek; bu politikaların hayata geçirilmesine isyan edenleri yok etmek. Bu politik çerçeve resmi devlet politikası olarak kabul gördü. Kürt varlığı inkâr edildi ve Anayasa’da da ifade bulduğu üzere vatandaşlar Türk olarak tanımlandı. Vatandaşlar Türk ise, kendini Türk olarak tanımlamayanlar elbette sözde vatandaşlardı. 2013 yılında başlatılan çözüm sürecinin geri döndürülemez çıktılarından biri de ilk kez resmi devlet politikası olarak Kürt varlığının inkârından vazgeçilmesiydi. İnkârdan vazgeçildi geçilmesine fakat sözde vatandaşların varlığının nasıl kabul edileceğine bir cevap oluşturulmadı. Ve yaklaşık on yıllık parantezin ardından Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler nedeniyle Kürt varlığının nasıl kabul edileceği devlet düzeyinde yeni süreçle birlikte yeniden tartışılmaya başlandı.
Yeni başlayan sürecin en önemli aktörlerinden biri olan Devlet Bahçeli, bu tartışmaya şu yanıtı üretti: “…etnik kökeni, dini ve mezhebi, ideolojik aidiyeti, siyasi görüşü ne olursa olsun ‘bu vatan benim, bu bayrak hepimizin, bu devlet benim’ diyen ve bu değerlere yan gözle bakanlara tavır alabilen herkes baş tacıdır, can beraberimizdir. Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, eşit hak ve yükümlülüklere sahiptir. Türk milleti bin yıldır kardeşçe yaşadığımız bu vatanda hiçbir sebebin ayrıştıramayacağı kadar kaynaşmıştır.”[5] Bahçeli’nin bu yanıtında iki nokta dikkat çekmektedir: Türk milleti, ülkedeki alt kimlik mozaiğinin kaynaşmış toplamı olarak tanımlanmakta, yıllar önce Alparslan Türkeş’in dahil olduğu mermer-mozaik tartışmasına bir nokta konulmaktadır.6
İkinci olarak, Anayasa’nın, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türktür” şeklindeki 66. maddesi görece liberal bir güncellemeye tabi tutulmakta; “Türk Devleti” yerine “Türkiye Cumhuriyeti”, “herkes Türktür” yerine “herkes eşit hak ve yükümlülüklere sahiptir” ifadesi kullanılmaktadır. Geçtiğimiz günlerde yine
Bahçeli tarafından önerilen, Cumhurbaşkanı yardımcısı olarak bir Kürt ve bir Alevi’nin atanması önerisi de bu açıklama ile uyumludur. Özetle bir alt kültür olarak Kürtlerin varlığı kabul görmekte, ancak kolektif haklara kapı kapatılmaktadır.
Türkiye’nin Rojava için önerdiği çözüm, Türkiye’deki Kürtler için önerdiği çözüm ile benzeşiyor. Türkiye, Rojava’da askeri ve siyasi örgütlenmenin dağıtılması karşılığında bireysel olarak Kürt varlığının Şam tarafından tanınmasını önermektedir. Şu günlerdeki en güncel tartışma Rojava’daki askeri yapının Suriye ordusuna entegrasyonudur. Şam rejimi Kürtlerin kolektif olarak Suriye ordusuna katılımını kesin bir dille reddetmekte, ancak ve ancak bireysel katılımların mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Kürtler Güney Suriye’de Dürzilerin, sahil kesiminde Alevilerin başına gelenleri hatırlatarak silahlı güçleri dağıtmayı reddetmektedir. Türkiye bu noktada Kürtlerin canını koruyacak garantör devlet olarak Şam ve Rojava arasında yapılacak anlaşmanın şahitliğini üstlenebileceğini ilan etmektedir. Küçük Türkiye Modeli’ne göre Rojava şimdiye kadar inşa ettiği siyasi ve askeri yapıyı tasfiye etmeli, alt kültür olarak kabul görmüş Kürt varlığına ve Kürtlere sağlanacak bireysel haklara razı gelmeli ve kaderini Türk Devleti’nin himaye ettiği HTŞ rejiminin inisiyatifine ve insafına bırakmalıdır.
Sonuç olarak, Rojava’da Muhayyel Kürdistan’ın ne şekilde hayat bulacağı verilecek mücadeleye ve Ortadoğu’da yakın zamandaki gelişmelere bağlı. Açık ki, yukarıda kabaca çerçevesi çizilen modellere dair temel aktörlerin yönelimleri ve istekleri kimi zaman kesişiyor, kimi zaman taban tabana zıtlaşıyor. Dahası, mücadele veren bir güç birden fazla modeli hedefleyebiliyor. Söz gelimi, Nisan 2025’te toplanan Rojava Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı’nın ardından kurulan Kürt Heyeti, Rojava’da federatif bir çözümü savunurken, SDG temel taleplerinin federasyon olmadığını, mevcut kurumların entegrasyonu ile ademimerkeziyetçi bir özyönetim modelini hayata geçirmek istediklerini vurguluyor. Diğer taraftan federasyon da Kürtler tarafından bir seçenek olarak masada tutuluyor. Abdullah Öcalan, Türkiye tarafından makul bir strateji izlenmez ise Rojava’nın İsrailleşebileceğini zaman zaman hatırlatıyor. Türkiye yukarıda Küçük Türkiye Modeli olarak adlandırılan modelin hayata geçmesi için tüm kaynaklarını seferber ediyor. Öte yandan Türkiye için Güney Kürdistan Modeli de, Rojava yönetiminin ehlileştiği ve bağımlı hale geldiği ölçüde kabul edilebilir bir model olarak görülüyor. Ek olarak, Rojava’nın İsrailleşme uyarıları karşısında Gazzeleşebileceği de bir tehdit kartı olarak cepte tutuluyor. İsrail, Kürtlerin Rojava’da kurduğu sistemi desteklediği için değil, Türkiye’nin Suriye’deki varlığı ve Şam’da kurumsallaştırmaya çalıştığı cihatçı rejim orta vadede bir tehdit olabileceği için Rojava’yı destekliyor. Rojava’nın, varlığıyla Şam rejiminin ve dolayısıyla Türkiye’nin altını oyması İsrail’in çıkarlarıyla örtüşüyor. Suriye hava sahasına hâkim olarak kendi sınırlarında güvenli bir tampon bölge yaratmak, Türkiye’nin bölgede at koşturmasını sınırlamak ve Şam rejimini sürdürülebilir bir kaosun içinde tutmak, İsrail’in temel hedefi gibi gözüküyor. Amerika ise görünen o ki, İran sorununun çözümünden önce bir mıntıka temizliğine gidiyor ve kendisi ile değişik düzeylerde işbirliği yapan HTŞ, SDG, Türkiye ve İsrail gibi güçlerin gereksiz bir çatışma ortamı ve sorun yumağı yaratmasını istemiyor. Biraz da bu nedenle HTŞ ve SDG gibi iki birbirine benzemez gücü aynı masa etrafında buluşturmaya çalışıyor.
Öte yandan bu güçlerin uzun vadeli bir anlaşmaya varabileceği konusunda herkesin son derece haklı kuşkuları var. Kadın özgürlüğü, çoğulculuk, doğrudan demokrasi, katılımcılık, ekolojik mücadele gibi vurgulardan oluşan bir ideolojik yönelimle, cihatçı gömleğini çıkarıp Türkiye’den gönderilen takım elbiseyi giyen Şam rejiminin nasıl anlaşacağı gerçekten yanıtlanması gereken bir soru. Bu iki gücün anlaşıp anlaşamayacaklarını zaman gösterecek. Tarafları masada tutan şey ise masadan kalkan ya da muhatabına saldıran gücün yeni Ortadoğu nizamından tasfiye edilme ihtimali olsa gerek.
[1] İsyanın gerici, yobaz karakterini vurgulamak için karikatürde mezar taşının başında bir sarık vardır. Bu vurgu rejimin Kürt isyanlarının milliyetçi yönünü örtbas etmeye, bu isyanları gericilik ve yobazlıkla özdeşleştirmeye çalışan tutumuyla uyumludur. Buna mukabil Ağrı İsyanı, Kürdistan bayrağını dalgalandırır, Kürdistan Millet Meclisi’ni ilan eder, kurulan cumhuriyeti Ağrı Kürt Cumhuriyeti olarak tanımlar. Karikatüre şu linkten ulaşılabilir:
https://commons.wikimedia.org/wiki/File:A%C4%9Fr%C4%B1,_an_imagined_Kurdistan_is_buried_here..PNG
[2] Zilan katliamına ilişkin genel bilgi için Namık Dinç’in tarihçi Sedat Ulugana ile yaptığı söyleşi izlenebilir:
https://www.youtube.com/watch?v=o3JHmXlYn90
[3] https://rojavainformationcenter.org/2023/12/aanes–social–contract–2023–edition/
[4] Amed Dicle’nin Rojava Devrimi üzerine konuşmasına şu linkten ulaşılabilir:
https://www.youtube.com/watch?v=29khQKKRnoA
[5] https://www.turkgun.com/gundem/yeni–bir–toplumsal–hayat–ve–yeni–bir–turkiye–icin–tarihi–cagri/279679 6 https://x.com/GunlukhafZa/status/1889378251015069946