Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Ekolojist Cemil Aksu ile röportaj I

Sömürgeciliğe son verecek bir barış henüz daha uzakta

Ekolojist Cemil Aksu ile röportaj I

“Mevcut rejim, şirketlerin hiçbir yasa ile sınırlanmamış şekilde emeği ve doğayı sömürmesini garanti etmeye odaklanmış durumda. Dolayısıyla gerçek barışın olması rejimin niteliğinin değişmesine bağlıdır. Demokratik hak ve örgütlenme önündeki engellerin kaldırılması ile elbette herkes kendi çıkarını, haklarını daha güçlü olarak savunmanın imkanına sahip olacaktır.”

Güler YILDIZ

NEDEN?

Ekoloji bir sonuç değil, bir başlangıç sorunudur. Kapitalist modernitenin doğayla kurduğu tahakküm ilişkisini sorgularken, “ekolojik toplum” fikrinin kurucu temellerine bakmak gerekiyor. “Ekolojik toplum” fikri de giderek derinleşen ekolojik kriz karşısında yeni bir yaşam tahayyülünü gündeme getiriyor. Buradan yola çıkarak, eko-toplum, eko-ekonomi ve komünalizmin günümüz mücadeleleriyle kesişiminin ilk sözünü politik ekoloji üzerine çalışmalarıyla tanınan ekolojist- yazar Cemil Aksu’ya verdik.

SÖMÜRGECİLİK KARŞITI BÜTÜN HAREKETLER BİRER EKOLOJİ HAREKETİDİR

*Türkiye’de barış çağrılarını ekoloji politik açıdan yorumladığımızda, bunu ekolojik yıkım ve kapitalist sömürü ilişkisi üzerinden değerlendirmek gerektiği gerçeği ortaya çıkıyor. Türkiye’de süregelen savaş politikaları, doğrudan ekolojik tahribatla iç içe geçmiş durumda. Bu yüzden barış talebi sadece çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda doğanın korunması ve sürdürülebilir bir yaşamın savunulması anlamına da gelmeli. Ama nasıl?

Foto: ETHA

Savaşların her türlüsü çok boyutlu bir kıyım, yıkımdır. Dünya savaşları, bağımsızlık savaşları, iç savaşlar, sınıf savaşları, din savaşları… Toplumların karşıt çıkarlarla bölündüğü durumlarda bunlardan kaçınabilmek de maalesef zor. Hele ki şu emperyalist kapitalist çağda! Savaş başlı başına bir ekonomi, sermayenin kendini var ediş biçimi, sektörü ve yeni pazarlar elde etmesinin yolu. Türkiye’deki “savaş” gerçekliği de, Türk burjuvazisinin hem Kürt ulusu üzerindeki ulusal egemenliği hem Kürdistan’ın ekonomik olarak sömürgeleştirilmesi hem de Ortadoğu’da bir “alt-emperyalist” olma jeo-stratejisinin, kısaca “yeniden büyük Osmanlı” olma idealinin yarattığı bir sorundur. Sömürgecilik hem bir ekstraktivizm hem inkar ve asimilasyon hem de sömürüleni insan saymama boyutları olan bir ekonomi-politikadır. Bu boyutları nedeniyle çok boyutlu bir yıkımdır. Ve bize göre, sömürgecilik karşıtı bütün hareketler birer ekoloji hareketidir. Afrika’nın, Güney Amerika’nın, Uzak Asya’nın bütün ulusal kurtuluş, bağımsızlık hareketleri aynı zamanda ekolojik boyutu olan hareketlerdir. Çünkü emperyalistler ve sömürgeciler işgal ettikleri yurdu, liberal söylemle “yer altı, yer üstü kaynakları”nı ve “insan kaynakları”nı iliklerine kadar sömürür, geriye ölüm tarlaları, çorak, bin bir kimyasalla zehirlenmiş “artık-coğrafya”lar bırakırlar.

Sömürgecilik ekonomi-politikasını askeri-politika ile uygularken aynı zamanda ekolojik-politikasını da hayata geçirir. Kürdistan’da da bu yaşanmıştır. Sadece savaşın fiilen sürmesinin yarattığı sonuçlarla değil, eş zamanlı ve devamında çok haklı olarak “güvenlik barajları” olarak adlandırılan dev barajlar, Fırat Nehri havzasının doğasını tahrip eden Güneydoğu Anadolu Projesi, petrol dahil madencilik, endüstriyel tarım vb. uygulamaları ile bu yıkımı gerçekleştirmiştir.

 

×Bugün gerçekleşmesi için emek ve bedel ödenen barış, siyasal barış olacaktır. Sömürgeciliğin ekonomik ve ekolojik boyutlarına son verecek bir barış ise henüz daha uzakta. Bu konuda AKP-MHP iktidarının “Terörsüz Türkiye” programlarını açıklarken kullandıkları argümanlara bakmamız lazım. İktidar, Kürdistan’da bir ekstraktivizm hamlesi başlatıyor. Amed, Elih ve diğer bölgelerdeki petrol arama çalışmaları, son derece önemli ekolojik değeri olan Hakkari Cilo Dağları’ndaki buzullara turizm ve maden projeleri, Ağrı’da siyanürlü altın madeni projeleri… Erdoğan, “Terörsüz Türkiye” olursa bütün o coğrafyada madencilik, enerji yatırımlarının şahlanacağı müjdesini veriyor. Kürt gerilla güçlerinin varlığından dolayı serbestçe faaliyet sürdüremeyen şirketler şimdi gözü dönmüşçesine buraya hücum edecek.

İktidarın bu “kapitalist kalkınma” vaadinin ideolojik olarak çok güçlü bir cezbediciliği olduğunu görmek gerekir. Başka bir coğrafyadan örnek vereyim, Artvin’de Çoruh Nehri üzerine dev barajlar inşa edilirken, yıllardır en çok göç veren kentlerden olan Artvin’de yaşayanlar barajlar sayesinde zengin olacaklarını, “kalkınacaklarını”, iş-aş bulacaklarını sandılar. Çoruh’un bereketli kıyılarındaki topraklarını sattılar, köylerini terk ettiler, bir avuç istimlak bedeli için. Ama sonra bin pişman oldular. Çünkü baraj çalışması için dağı taşı deldiler, her yeri toza dumana boğdular, geçimlik tarımdan mahrum kaldılar, ellerine geçen istimlak bedeli paraları da birkaç yıl geçinmelerine yetti, sonra yine geçim sorunları yaşamaya başladılar; gurbette, madenlerde, organize sanayi bölgelerinde asgari ücretle işçilik yapmak zorunda kaldılar. Bu sadece Türkiye’de değil, Hindistan’da, Mısır’da, Güney Amerika’da da hakların başına gelen hikayedir. Aynı zamanda emperyalist sistemin işbölümünün sonuçlarından biridir.

*Kürdistan’da durum ne? Sömürgecilik yerel aktörler eliyle daha mı kolay ilerliyor?

Kürdistan’ın sömürgecilik sonrası ekonomik olarak geri bıraktırılmışlık sorunu var. Tarımı bitiren neo-liberal politikalara eşlik eden köy boşaltmalar, yakmalar, yayla yasakları, barajlar, göçe neden oldu ve bu, aşırı kentleşme ve kent çeperlerinde çarpık kentleşme, işsizlik gibi sorunlar yarattı. Sonra kapitalist pazarın Kürdistan’da da gelişmesiyle bir kısım geri dönüşler oldu ama yaşam koşulları en geri haldeydi. Bu ister istemez herkeste daha adil, insanca bir yaşam talebi yaratıyor. Bu talep hem Türk hem Kürt sermaye çevreleri tarafından “kapitalist kalkınma” projeleri için içerilmek isteniyor. Ticaret Odaları, iktidardan alacakları destekle, “kapitalist kalkınma”nın ektstraktivist hamlesinin koç başı rolünü oynuyorlar, oynayacaklardır. Daha şimdiden örneğin Amed’de maden ya da petrol arama/çıkarma projelerine karşı halkın tepkisine karşı şirketler ekolojistleri, avukatları ölümle tehdit ediyorlar. Bazı “yurtsever” idareciler ve ileri gelen kişiler de “bu şirketlerin sahipleri Kürt, yurtsever insanlar, bunların projelerine karşı çıkmayın” diye akıl veriyorlar.

Bunlar barışın da tıpkı savaş gibi ekolojik bir maliyeti olacağını ve barış mücadelesinin bu boyuta karşı da verilmesi gerektiğini gösteriyor. Yıllardır savaşın ekonomik ve siyasi bedelini çeken Kürdistan’ın demokratik, ekolojik temelde kalkınmasının ilkelerini, programını ve mücadele örgütlerini yaratmakla karşı karşıyayız. Bu konuda Kürt Özgürlük Hareketinin lideri Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği “demokratik ekolojik toplum paradigması”, Rojava deneyimi, Güney Amerika’dan Topraksızlar Hareketi, Hindistan ve Filipinler’deki özgür alan deneyimleri, Sovyetler Birliği’nin kuruluş dönemi tarım, sanayi ve çevre politikaları (kolhozlar ve sovhozlar deneyimi) gibi birçok kaynaktan yararlanmalıyız. Bu mücadelede dünyanın her yerinden ekolojik, demokratik toplum isteyen herkesin yanımızda olduğunu unutmamız da gerekiyor. Kürt toplumu mevcut örgütlülüğünü, siyasi gücünü “kapitalist kalkınma”ya karşı “demokratik, ekolojik kalkınma” yönünde değerlendirdiğinde bütün bu güçler de onların yanında olacaktır.

*Uzun zamandır bu topraklarda sadece savaşın dilini konuştuk: Politikadan çevreye, kültürden günlük hayata bedel ödeten sirayetler gördük. Tüm bunları bir kenara koyup birdenbire barışın diliyle konuşmak mümkün mü? Konuşulacaksa da temel kriterleri ne olmalı bu dilin?

Osmanlı’dan bugüne kadar, yani Türk uluslaşmasının, modernleşmesinin şovenist, milliyetçi, dinci (Sünnilik) bir genetiğe sahip olduğunu hatırlamak ve akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bu egemenler 1,5 milyon Ermeni’yi en vahşi biçimde öldürdüler. Soykırıma Kürt mütegallibeyi de dahil ederek suç ortaklığı tesis ettiler. Sonrasında şovenizm Türk devletinin resmi ideolojisi oldu. Rumlar, Ermeniler, Gürcüler, Kürtler, Aleviler, Araplar, Bulgarlar… ezcümle bütün dünya Türklere düşman ilan edildi ve bu, bugün de geçerli ideolojidir. Anaokulundan itibaren insanların dimağına zerk edilen bir ideoloji bu. Türk sermayesinin önemli bir kısmı zenginliğini Ermeni soykırımına, Kürtlerin sömürgeleştirilmesine borçludur. Hala Ermenilerin katilleri, komünist Mustafa Suphilerin ve Karadeniz Rumlarının katilleri “milli kahraman” olarak anılmaktadır. Devlet özel bir psikolojik harp ile her yere “şehit” isimleri verdi. Bu şovenist zehirlenme bugün de devam ediyor. Sınıf hareketini boğmak için de çok işlevli bir araç.

*Şovenizme karşı bir mücadele de olmadı…

Türkiye’de şovenizme karşı mücadele -tıpkı barış mücadelesi gibi- maalesef hiçbir zaman toplumsallaşamadı. Bilakis bugün kendine sol, sosyalist diyen partiler bile sosyal şovenizme savrulmuşlardır. 29 Ekim, 23 Nisan, 30 Ağustos vb. gibi “milli bayramlar”da açıklama yayınlayan bu sol partiler Kürt halkının ve aslında bütün Ortadoğu halklarının Newroz bayramında bir açıklama dahi yapmamakta, Türk egemenlerinin Ermeni Soykırımına dair bir taziye mesajı bile yayınlamamaktadırlar.

Dolayısıyla siyaseten yapılacak “barış”ın toplumsal bir karşılığının yaratılması için çok daha büyük mücadeleler verilmesi gerekiyor. Zaten barışı tepeden tırnağa silahlı, resmi ideolojisi şovenizm, ırkçılık, milliyetçilik ile malul faşist bir devletle yapıyorsunuz. Yani barış çok uzun bir mücadele süreci. O kadar olağanüstü bir dönemden geçiyoruz ki, muhatabımız olan bu iktidarı geriletmek, yenmek ve en azından burjuva demokratik bir rejimi kurmak için birçok faktör aleyhimize. Türk egemenlerinin stratejik ittifakı ABD’nin başında Trump gibi neo-faşist diyebileceğimiz biri var, Türkiye’nin bölgedeki “rakip kardeşi” İsrail’de faşist yönetim Gazze’de soykırım yaptı. İçeride ise en azından burjuva parlamenter sistemden yana olan CHP, belediyelerdeki yolsuzluk operasyonları ile iktidar tarafından bunalıma sokuldu ve bu ulusalcı güçler, Kürt sorununun demokratik çözümünde hala bir adım atmaktan imtina ediyorlar. Türkiye’deki sosyalist güçler ise -öncesi bir tarafa- son on yılda uğradıkları polis saldırıları nedeniyle oldukça marjinalize oldular. Görece kitlesel olan sol partiler de sosyal şovenizmden sıyrılıp barış mücadelesinde rol almaktan imtina ediyor. Türk toplumunun geniş kesimleri, komşusu ile eşit olursa kendi ayrıcalığını -artık ne ayrıcalığı varsa- yitireceğini sanan, bu yüzden de “kahrolsun insan hakları” diye eylem yapanların olduğu bir durumda.

*Türkiye’de barış talebini ekoloji politik açıdan nasıl değerlendirmek gerekir? İnşa sürecinde en çok gereksinim duyacağımız şey ne olurdu?

Barış en temelde, başlangıçta, silahlı çatışmaların sonlandırılması anlamına geliyor. Fakat bir ateşkesten farklı olarak, savaş döneminin bütün uygulamaları, hukuku, idari yapılanması ile birlikte son bulması, ortadan kaldırılmasını içerir. OHAL rejimi, Terörle Mücadele Kanunu, JİTEM, Özel Harp Dairesi, Koruculuk, kayyım, siyasi partiler yasası, vb gibi savaş yapılanmasının ortadan kaldırılması gerekir ki barıştan söz edelim.

Savaş, Kürt coğrafyasında askeri araçlarla sürdürüldü ise Batı’da da politikanın diğer araçları ile yürütüldü. Yukarıda andığım bütün yasalar batıda işçilere, sosyalist partilere de uygulandı. Şimdi de Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP’ye karşı uygulanıyor. Devletin savaş, psikolojik harp deneyimi Kürtlere karşı yürütülen savaşta gelişti, pekişti.

Devletin, psikolojik harp tekniklerini örneğin Bergama köylülerinin altın madenciliğine karşı mücadelesinde uyguladığını gördük. Bergamalı köylüler Alman ajanı ilan edildiler. Bizzat genelkurmay heyeti maden şirketini ziyaret ederek destek vermişti. Artvin’de Cerattepe’de Cengiz Holdinge karşı mücadele eden Artvinlilere karşı da aynı darbe mekanizması işletildi. Rize’de “yeşil yol projesi”ne karşı çıkan köylüler “terörist” ilan edildi vb.

Yani savaş hukuku her yerde ve yaşamın tüm alanlarında geçerli hukuk haline getirildi. Bugün nasıl ki, Gezi Davası, Kobane Davası gibi davalarda ulusal ve uluslararası hukuk uygulanmıyorsa çevre davalarında da Danıştay, Anayasa Mahkemesi kararları işletilmiyor. Orada da tam bir hukuksuzluk sistemi hakim.

“MEVCUT İKTİDAR HİÇBİR HUKUKLA SINIRLANDIRILMADAN HER ŞEYİ YÖNETMEK İSTİYOR”

Tam olarak bu topraklarda olan ne, olmayan ne?

Ortada yasal, yani yazılı hukuk belgelerine dayanan bir rejim, bir iktidar yok. Türkiye’deki durumun olağanüstülüğü buradan geliyor. Bir şef ve ortağı arasındaki ilişkiler bile yasadışı biçimde gelişiyor. Bu yüzden toplumun değişik kesimlerinin hepsi “hak, hukuk, adalet” sloganını benimsiyor. Çünkü bunların hiçbiri yok. Bu yüzden barış için de atılması gereken ilk adım yazılı hukuk kurallarının geçerli olduğu bir durum yaratılması. Fakat iktidarın buna yanaşmadığı, yanaşmayacağı çok açık. Mevcut iktidar hiçbir hukukla sınırlandırılmadan her şeyi yönetmek istiyor.

Bu durumda yapılacak tek şey, gerçekten demokrasi, adalet, eşitlik, barış isteyenlerin birliğini, ortaklığını sağlamaktır. Bu gerçekten demokratik bir yapıya sahip bir ortaklık olmalıdır ki, mevcut iktidarın “anti”si olabilsin. Bu birlik Gezi ve sonrasında özellikle HDP’nin 7 Haziran seçim sürecinde büyük oranda sağlanmıştı. Sonrasında HDP’ye darbe, Suruç, Ankara katliamları ile bu birlik dağıtıldı, geriletildi, parçalandı. Şimdi belki de tam bir açıklıkla, kendini ulusalcı olarak tanımlayan laik, Atatürkçü, Kemalist kesimlerle de birlikte demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, “hak, hukuk, adalet” konularında açık demokratik bir tartışma yapılarak yeni bir birlik kurmak zorundayız.

ÖCALAN’IN DEDİĞİ GİBİ ‘KAPİTALİST MODERNİTE İLE DEMOKRATİK MODERNİTE AYNI KAPTA DURMAZ’

*Öcalan’ın açıklanan perspektiflerinde ekolojik toplum önermesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Kapitalist moderniteden eko-topluma, eko-ekonomiye geçişin koşulları, yöntemi ne olmalı?

×Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın yıllardır süren ağır tecrit koşullarında geliştirdiği “demokratik modernite” teorisi ve bu doğrultuda yaptığı stratejik önermeler çok boyutlu olarak tartışılıyor, tartışılmaya da devam edecektir. Bu kaçınılmaz da. Dünyadaki en önemli devrimci-demokratik halk hareketlerinden biri ve onun önderliğini üstelenen bir örgütün liderinin ortaya attığı soru ve önerileri en kapsamlı şekilde tartışılması gerekir.

Perspektif metninin ekoloji başlığı altındaki tartışma hiç kuşkusuz çok önemlidir. Öcalan, kapitalist moderniteyi, kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet düzeylerinde ele alıyor. Bunlar bugünkü toplumsal formasyonun farklı düzeyleri. Ve bunları “mahşerin üç atlısı” olarak değerlendiriyor. Ayrıca perspektif metninde “demokratik modernite”nin bu “mahşerin üç atlısı”nın karşıtı olması gerektiğini savunuyor. Metinde “Kürt toplumu anti-kapitalist olmalı. Kürtler kendilerini demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalite üzerinden özgürleştirecek, kalıcı yaşamı inşa edip kesinleştireceklerdir. Bu da tabi ki inşa ve kendini var etme mücadelesi ile sağlanacaktır” demektedir. Öcalan daha önceki çalışmalarında da “ekolojik kalkınma”, “ekolojik ekonomi” kavramları üzerinde durmuştu. Ekolojik kalkınma, eko-ekonomi, hem güncel boyutta barışın ekonomik boyutunu ele alırken kapitalist kalkınma yolunun mu tercih edileceği yoksa başka bir yolun mu tercih edileceği bakımından önemlidir hem de küresel olarak kapitalizmin yarattığı ekolojik yıkıma karşı mücadele ederken geri bırakılmış bağımlı ülkelerin müreffeh bir toplum olması için izleyeceği strateji ya da programın ne olması gerektiğini belirleme açısından önemlidir.

Kapitalist emperyalist sistem bugün dünyada birçok eşitsizlik yaratmış durumda. Emperyalist devletlerle bağımlı, yarı/yeni sömürge ülkeler arasında hem de tüm bu ülkelerin içinde zengin-yoksul ayrımı ayyuka çıkmış durumdadır. Bir tarafta akıl almaz zenginlik birikirken diğer tarafta ise inanılmaz boyutlarda yoksulluk, sefalet birikiyor. Bu eşitsizliği üreten ekonomik ilişkilerin sürdürülebilir kılınması için sürekli artan ekstraktivizm, enerji tüketimi vb. ile başta ormanlar olmak üzere devasa ekosistemler yok ediliyor.

Egemenler “ekolojik krizi” de fırsata çevirerek yeni yatırım alanlarının, yeni piyasaların, yeni finansal araçların vb. geliştirilmesini içeren “yeşil yeni düzen”, “yeşil dönüşüm” gibi programlar hazırlıyor ve bunları Birleşmiş Milletler, İMF, DB gibi emperyalist kurumlar eliyle diğer ülkelere benimsetmeye zorluyor. “Adil geçiş” tartışmaları ile bu “yeşil yeni (emperyalist) düzen”e işçi sınıfını ve ezilen halkları rıza etmeye çalışıyor.

*Toplumlar tüm bu krizlerden nasıl sağ çıkacak, sadece örgütlenmek yetecek mi kurtuluşa?

Böylesi bir durumda bizlerin sadece şu ya da bu şirketin doğayı tahrip eden, halk ve çevre sağlığını bozan projelerine karşı yerel direniş ağları geliştirmemiz yetmiyor. Egemenlerin bu sermaye birikim rejimlerine, programlarına karşı topyekün toplumsal kurtuluş programları geliştirmek zorundayız. Bu programlar ise mevcut ekolojik sorunları nasıl çözeceğini açıklayacak bir içeriğe sahip olmalı.

Emperyalist kapitalist bir dünyada ekolojik kalkınmanın, ekolojik ekonominin nasıl geliştirileceği tamamen örgütlenme ve mücadele alanı ile ilgili bir konudur. Hali hazırda yeryüzünde süren bütün direnişlerin deneyimleri yol göstericidir. Kendi bölgemiz açısından ise mevcut halk örgütlülüğünün geliştirilmesinin yeni yollarını, araçlarını geliştirmek zorunda olduğumuz aşikar. Öcalan’ın da dediği gibi “kapitalist modernite” ile “demokratik modernite” aynı kapta durmaz, yani bir zamanların meşhur sloganı ile ifade edersem, bu ikisinin “barış içinde bir arada yaşam”ı mümkün değildir. O zaman tartışma yeni bir düzeye varıyor, strateji, örgütlenme vb. Bu alanda da güvenle ayağımızı basacağımız toprak, uzun ve ağır mücadele döneminin sonucunda varılan Kürt halkının ve diğer ezilen halkların ve emekçilerin, kadın özgürlük hareketinin, ekoloji hareketinin demokratik değer birikimi ve bunların yeni ortaklıklar geliştirme potansiyeli, gücüdür.

*Size göre Rojava bu konuda nasıl bir örnek?  

Rojava devrimi elbette bu açıdan çok önemli bir deneyim sunmaktadır bize. Orada hala süren bir deneyim söz konusu. Ama bu deneyim konusunda maalesef yeterli analiz, bilgi üretilmiş de değildir. Fakat sınırlı bilgilere rağmen üretimde ve sosyal, siyasal yaşamda komün ve kooperatiflerin oynadığı rol, özellikle kadınların yönetimde geliştirdikleri pratikler, örgütlenmeler bize çok şey öğretmektedir.

Bu olumlu, iyi pratiklerin geliştirilmesinin arka planında kendi öz-savunmasını üstlenmiş örgütlü bir halk gerçekliği yattığını görmek gerekir. Ama esas sorun, halkın bir program çerçevesinde kendi kendini yönetmeye cesaret etmesi, buna cüret etmesi ve bunun önünde engel olan bütün dış güçlere karşı sonuna kadar mücadele etmesidir. Komünler, kooperatifler ya da halkın “kendi kendini yönetmesi”nin en temel kurumlarından biri olan belediyelerin “demokratik modernite”nin, “ekolojik ekonomi”nin inşasında rol oynaması da böyle bir mücadeleye bağlıdır. Çünkü –tekrarlama pahasına- “kapitalist modernite” ile “demokratik modernite” aynı toprakta yan yana barış içinde yaşayamaz. Bu onların doğasına aykırı olur. Nitekim kayyum uygulamaları buna örnektir. Şirketler tek bir kişiyi hatta tek bir kişinin bütün arzularını kendilerine bağlamak için yapay zekâ dahil bin bir türlü teknik geliştiriyorlar. Yani bir kişinin bile kendi piyasalarının dışında yaşamasına, üretip tüketmesine izin vermiyorlar. Sermaye ile ya da sermayenin bir örgütlenmesi olan ulus devlet ile komün, ekolojik ekonomi bu yüzden bir arada barış içinde var olamaz.

Dolayısıyla bu tartışmaları ancak bir mücadele programı olarak okursak anlam kazanıyor. Nitekim yeni bir enternasyonal örgütlenmesi, demokratik mücadelenin büyütülmesi çağrısı da bunu işaret ediyor bana göre.

*Barış süreci henüz nihai sonucuna varmadı fakat özellikle Kürdistan’da maden ve diğer çevresel yıkım projeleri bu havada dahi hız kesmedi. Her gün yeni ÇED kararları veriliyor ve hızlıca geçiyor. Devlet “barış” işini ticari faaliyetlerin sürdürümünü kolaylaştırıcı bir unsur olarak mı görüyor? Bu ‘hız’ı nasıl yorumlamak lazım?

Egemenler açısından barış, silahla baş eğdiremedikleri bir halkı siyasetin başka araçları ile parçalamak, baş eğdirmek ve onları sömürü düzenlerinin uysal köleleri haline getirmektir. Bu onların “kapitalist modernite”sinin doğal bir sonucudur. Nitekim dediğiniz gibi, onların “Terörsüz Türkiye”si şirketlerin tam güvenlikli bir şekilde dere tepe her yerde faaliyetlerini sürdürmelerinin garanti altına alınmasıdır. Nitekim Erdoğan müjdeyi böyle veriyor kendi tabanına. İktidar, yandaşlarına maden şirketi kurmalarını salık veriyor, Maden Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) her gün yeni ihaleler açıklıyor. Bazı illerin neredeyse tamamı maden ruhsat sahası ilan edilmiş durumda. Şu an 22 olan siyanürlü altın madeni işletmesi sayısını 130’lara çıkarmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Cengiz Holding’in Mazı Dağındaki tesisleri tam bir güvenlik bölgesi ilan edilmiş durumda. Kuş uçurtmuyorlar üzerinden. Ve Cengiz Holding burada ayrıştırdığı bakır, kobalt madenini İngiltere’ye götürüp satıyor. Bunlar önümüzdeki dönemde artacak. Çünkü Türk sermayesi kendisini “küçük Çin” yaparak madencilik alanında tedarik merkezlerinden biri olmaya hevesli.

*Eğer sahici bir barış ortamı oluşursa bu durum neye evrilir? Şirketler devam mı edecek yoksa doğayı özgür mü bırakacaklar?

Sahici bir barış ortamının sağlanması anayasa ve diğer tüm yasalardaki anti-demokratik, inkârcı, asimilasyoncu unsurların temizlenmesi ile mümkündür. Terörle Mücadele Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu, basın özgürlüğü gibi birçok yasa ve yönetmelik, halkın örgütlenmesi, haklarını aramasını engellemek üzere bina edilmiş durumda. Köylülerin topraklarını savunması terör olarak damgalanıyor. Cerattepe’de, Akbelen’de bunları gördük. Şırnak’ta gördük. Mevcut rejim, şirketlerin hiçbir yasa ile sınırlanmamış şekilde emeği ve doğayı sömürmesini garanti etmeye odaklanmış durumda. Dolayısıyla gerçek barışın olması rejimin niteliğinin değişmesine bağlıdır. Demokratik hak ve örgütlenme önündeki engellerin kaldırılması ile elbette herkes kendi çıkarını, haklarını daha güçlü olarak savunmanın imkanına sahip olacaktır. Gerçek barış olduğunda da şirketler şimdiki gibi davranmayı bırakmayacaktır, bu onların fıtratına ters bir şey olur, ama örgütlü halk, onların şimdiki gibi elleri kollarını sallayarak serbestçe davranmalarına izin vermeyecektir. Sermaye ile demokrasi arasındaki çelişki de budur.

*Ülkedeki tüm ekolojik direnişler barışa katkı sunabilir mi? Nasıl sağlanabilir bu biraradalık? Temel belirleyen ne olmalıdır?

Mevcut devletin bütün fıtratını savaş politikaları belirliyor. Yasaları, kurumları, mafya-tarikat işbirlikleri, eğitim müfredatları vb. hepsi savaş politikalarına göre şekillenmiş durumda. En basit hak arama talebi büyük bir polis baskısına maruz kalıyor. Hırsızlık, yolsuzluk demek bile suç. Dezenformasyon yasası ile ülkedeki sorunlar hakkında iktidar karşıtı bir görüş bildirmek suç. Anayasa, yasalar, uluslararası yasalar bizzat iktidar tarafından tanınmıyor. Ve bütün bunlar çevre mücadelesinde de yaşanıyor. Ekoloji mücadelesi de başlı başına bir demokrasi mücadelesidir. Yaşam hakkı mücadelesidir. “İnsan hakları”nı, doğa hakları, hayvan hakları, “toprak ana hakları” ile birlikte düşünmeye çalışan bir mücadeledir. Bu halde toplumun örgütlü bir gücü olarak elbette onların da barışın gerçekleşmesine katkıları olacaktır, olmalıdır. Çünkü onların mücadelesinin de başarıya ulaşması mevcut siyasi rejimin değiştirilmesi ve dolayısıyla kendilerine karşı da kullanılan savaş tekniklerinin devre dışı bırakılmasına bağlıdır.

×Ekoloji mücadelesi sadece kendi arka bahçesindeki yıkıma karşı düzeyde kalamaz. Yani sadece tekil, sorun odaklı ve yerel ölçekte bir mücadele olarak kalamaz. Tek tek her bir ağacın savunulmasından tüm ormanın ve tüm yaşamın savunulmasına, oradan da yeni bir yaşamın inşasına doğru yükselmelidir. Tek bir şirketin bir yereldeki yıkım projesinin aslında birçok şirketin ve aynı zamanda siyaset, mafya, yerel mütegallibe ağları ile birlikte hareket ettiğini, yine sadece ekonomik bir faaliyetin ötesinde belli bir siyaset, hukuk ve ideolojik örüntüleri de devreye sokarak ilerlediğini deneyimlerimizle görüyoruz. Dolayısıyla mücadelemizi buna uygun örgütlenmelerle program, strateji, ideoloji boyutlarında sürdürmek zorundayız. Bu, mevcut ekoloji hareketinin karşı karşıya olduğu sorunlarla barış mücadelesinin karşı karşıya olduğu sorunların da bir ve aynı olduğunu gösterir. Dolayısıyla çözümün de iç içe olduğunu bilmemiz gerekir.

Bunun için yapılması gereken birçok iş var. En başta da mevcut iktidarın temel ideolojik aracı olan şovenizmin etkileri ile mücadele. Şovenizm, toplumun her kesimine o kadar derinlemesine sirayet etmiş ki, başka konularda kesinlikle yalan söylediğini bildiği yandaş medyaya Kürtler hakkında ne söylerlerse inanan “AKP-karşıtı”, “ulusalcı”, “laik” kesimler var. Gezi’de, Saraçhane’de maruz kaldığı polis şiddetine tepki gösterirken aynı şiddetin Kürde olanına karşı çıkmayanlar var. Kürdistan’daki çevre mücadelesine “bunlar çevreci maskesi takmış teröristler” diye yaklaşanlar var. Şovenizm halkların zihninden temizlenmedikçe barış, kardeşlik, sınıfdaşlık vb. söz konusu olmayacaktır. Kaldı ki ekoloji mücadelesi doğası gereği, ulusal sınırları, önyargıları vb. bünyesinde barındıramaz, barındırmamalıdır.

×

CEMİL AKSU KİMDİR?

Cemil Aksu, uzun yıllardır ekoloji, emek ve halk mücadeleleri üzerine yazan ve düşünen bir isim. Türkiye’de politik ekoloji alanında dikkat çeken katkılar sundu; aynı zamanda Kürt özgürlük hareketinin ekolojik arayışlarına teorik mesafeden ama ilgiyle yaklaşan bir gözlemci.

2019 çalışmalarına başlayan Polen Ekoloji Kolektifi’nin kurucuları arasında yer alıyor. Polen Ekoloji Kolektifi ile Ceylan Yayınları’nın ortaklığı ile yayımlanan Polen Ekoloji Kitaplığı’nın editörlüğünü yapıyor. Yerel tarih, kimlik, ekoloji ve sosyalist siyaset üzerine yayınlanmış kitapları var.

Benzer Haberler