BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Kürt dirilişi ve dirilişin müziği

Kürt dirilişi ve dirilişin müziği

Hakan AKAY

NûMedya24 yönetimine, bu platformda yazma davetleri için içten teşekkürlerimi sunuyorum.

İlk yazıma tüm okurlara sıcak bir selam göndererek başlamak istiyorum.

Müzik, sizlerle paylaşmak ve tartışmak istediğim en özel alanlardan biri. Bunun yanı sıra, yaşamımızın çeşitli yönlerine dair düşüncelerimi, deneyimlerimi ve önerilerimi kültürel ve sanatsal bir bakış açısıyla sizlerle paylaşacağım. Zaman zaman hararetli tartışmalar yapacak, birbirimizi ilhamla besleyecek — belki de kimi noktalarda sert eleştireceğiz.

Yaklaşık otuz yıldır Almanya’da yaşıyor ve çalışıyorum. Bu süreçte 200’den fazla müzik albümünün üretiminde yer alma fırsatı buldum. A – Aram Tigran’dan Z – Zozan’a kadar onlarca sanatçının üretim süreçlerinde bulundum ve son otuz yılın sanatsal gelişimine hem tanıklık ettim hem de bir müzik prodüktörü, hem tonmeister hem de müzisyen olarak aktif katkıda bulundum.

Bu uzun yolculuk bana sayısız deneyim, anı ve içgörü kazandırdı. Şimdi, sizlerle birlikte bu birikimi paylaşmak istiyorum. Stüdyo ve sahne üretimlerinin getirdiği mutlulukları, zorlukları, yaratıcı dönüşüm süreçlerini, sanatın toplumsal bağlamda nasıl şekillendiğini birlikte konuşmak istiyorum.

Ayrıca, Mir Müzik, Pel Records, Şivan Perwer Kültür Vakfı ve Kürt-Alman Kültür Enstitüsü gibi kurumlarda edindiğim deneyimleri de sizlere aktarmak istiyorum. Bu kurumlarda yürüttüğüm çalışmalar hem öğretici hem de derinlemesine ilham verici oldu ve beni hem bir sanat emekçisi hem de bir insan olarak dönüştürdü.

Özellikle Kürt-Alman Kültür Enstitüsü çatısı altında yürüttüğümüz çalışmalar ve projeler, tüm zorluklara rağmen inanılmaz derecede heyecan verici. Eleştiri yapma ve bu yolla büyüme, kültürel ve sanatsal dünyamıza yeni değerler katma tutkum ve azmim için inanılmaz bir temel oluşturuyor.

İnanılmaz derecede heyecan verici bir dönemden geçtiğimizi hissediyorum.

Canlı bir tarihin içinde yaşıyoruz.

Tarihimizi hep başkaları yazdı.

Başkalarının hikâyelerinde bize hep yardımcı roller, ya da en önemsiz karakterler verildi.

Bize ait olmayan her şey bize aitmiş gibi gösterildi, gerçekte bize ait olan her şey ise bizden saklandı, yasaklandı. Kolektif hafızamız yok oldu. Onunla olan bağımız koptu. Kimliksizleşme tam da bu anlama geliyor. Anılarımızla, hikâyelerimizle olan bağımız koptu. İşte tam da bu yüzden kolektif hafızamızı hatırlamaya ve köklerimizle yeniden bağ kurmaya çalışıyoruz.

Şimdi yepyeni değerlendirmeler yapmamız, daha derin analizler geliştirmemiz gereken bir dönemdeyiz.

Sosyal ve siyasal koşulların baş döndürücü bir hızla değiştiği, “dijital medeniyet” olarak tanımlayabileceğimiz bu çağda; eski alışkanlıkların, dar kalıpların sınırları içinde yaşadıklarımızı doğru şekilde değerlendirmemiz mümkün değildir.

Aynı şekilde, sağlıklı bir öneri ya da öngörüde bulunmamız da olanaksızdır.

Barış ve demokratik toplum sürecinin bütün sıcaklığıyla devasa dönüşümler yaratmaya başladığı bu döneme artık eski gözlerle, eski gözlüklerle bakma imkânımız kalmadı.

Sayın Öcalan’ın geliştirdiği bu yeni paradigma, yalnızca düşünsel alanlarda değil, kültür ve sanat dünyasında da insana yeni ufuklar açan benzersiz bir anlam derinliği sunuyor. Bu paradigma, anlamak isteyen, arayış içinde olan; hem toplumsal hem de bireysel kaygılarla yoğrulmuş sanatçılara, varoluşun özüne dokunan düşünsel ve duygusal bir rehberlik sunuyor.

Bu büyük felsefenin bize sunduğu temel erdemler var: Felsefe, cesaret, tutku ve üretim.

Yarım asrı aşan büyük özgürlük mücadelesinin bu uzun yürüyüşü, “diriliş tamamlandı” ifadesiyle taçlanarak yeni bir evreye taşındı. Bu, yalnızca bir sürecin tamamlanışı değil, aynı zamanda insan iradesinin yeniden doğuşuna dair güçlü bir ilan niteliğindedir.

İlk görüşmenin kısa satırlarından, yaklaşık beş yüz sayfalık kapsamlı paradigma değerlendirmesine kadar uzanan bu bütünlük; kendi başına felsefi bir manifesto, insanlık düşüncesine bırakılmış derin bir mirastır.

Tüm bu metinleri ilk kez okuduğum andan itibaren, içimde tarifsiz bir sevinç ve heyecan yankılandı; sanki kelimeler, bir çağın yeniden doğuşuna tanıklık ediyordu.

Evet, sosyolojik ve siyasal anlamda son yarım asırlık tarihi “diriliş” olarak tanımlayan ana aktörün bize sunduğu bu perspektifi kültür ve sanat dünyamıza uyarladığımızda, şu tanımlamayı yapma cesaretini gösterebiliriz:

“Diriliş müziği” tamamlandı.

Son elli yıl boyunca kültür, sanat ve edebiyat alanında ortaya koyduğumuz tüm birikimi “diriliş felsefesi” ışığında yeniden tanımlamak; hem bugünü hem de yarını daha sağlıklı, anlamlı ve bilinçli biçimde inşa etmemiz için güçlü bir zemin oluşturacaktır.

Immanuel Kant’ın üç temel sorusu vardır:

Ne biliyorum, bildiklerim nedir? (Was kann ich wissen?)

Ne yapmalıyım? (Was soll ich tun?)

Ne umuyorum? (Was darf ich hoffen?)

Ve aslında bir dördüncü sorusu daha vardır: “İnsan nedir?” (Was ist der Mensch?)

(İlk üç sorunun tarihsel cevapları tamamlandıktan sonra gelen dördüncü soruyla aslında “Kürt kimdir?” sorusuna bütünlüklü olarak cevap verebiliyoruz.)

“Diriliş tamamlandı” tanımlaması çerçevesinde, bu sorulara yöneldiğimizde görüyoruz ki; Kürt halkı olarak yarım asrı aşan bu canlı tarihsel süreçte, henüz ilk soruya yanıt verebilme aşamasındayız:

Biz kimiz? Kültürümüzü, sanatımızı, edebiyatımızı, tarihimizi — yani kendimizi — ne kadar biliyoruz?

Şu anda bulunduğumuz durak tam da bu sorunun eşiğidir.

İşte size Cegerxwîn’in tarihsel büyüklüğü:

“Kî ne em?” — Biz kimiz?

Ve Şivan Perwer’in tarihsel büyüklüğü de aynı yankıyı taşır:

“Kî ne em?”

Sayın Öcalan, yarım asrı geride bırakan bu dönemin tamamlandığını tanımlayarak, şimdi yeni bir dönemin — yani ikinci sorunun cevabını arayacağımız sürecin — kapılarını araladı.

Ne yapmaliyim? (Was soll ich tun?)

Bu, yalnızca bir dönemin sonu değil; yeni bir paradigmanın, düşünsel ve sanatsal bir estetigin başlangıcıdır.

Ünlü piyanist, Berlin Devlet Operası’nın direktörü ve aynı zamanda yazar olan Edward Said ile birlikte “Batı-Doğu Divanı Orkestrası”nın kurucusu Daniel Barenboim, bir kitabında besteciler hakkında şöyle der:

“Bir besteci, zihninde ve yüreğinde yaratmış olduğu müziğin senfonisinin bitmiş halini önce içinde dinler, sonra onu yazmaya başlar.”

Bu sözden yola çıktığımızda, Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu”nun aslında bir “Barış ve Demokratik Toplum Senfonisi” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Hatta bir adım daha ileri giderek diyebiliriz ki; Öcalan, bir sonraki dönemin — yani Kant’ın ikinci temel sorusu olan “Ne yapmalıyım?” sorusunun — senfonisini de düşünce ve duygu dünyasında dinlemiş olmasının heyecanını da bizimle paylaşmaktadır.

“Demokratik Toplum”un, müzikal armoniyle nasıl derin ve güçlü bir bağ kurduğunu ise ilerleyen yazılarda birlikte tartışmaya açacağım.

Evet; “diriliş müziği” diye adlandırabileceğimiz, elli yıllık zengin bir kültür ve sanat tarihimiz var. Bu süreçte büyük sanatçılar yetişti, kalıcı eserler üretildi. Ancak aynı dönemde Kürt müziğini hem ruhundan hem bağlamından koparıp kişisel çıkar ve rant hesaplarına alet edenler de az olmadı. Her sanatçıdan felsefi derinliği ve müzikal kalıcılığı olan yapıtlar beklemek elbette adil olmaz. Kimi isimler, Kürtçe eserleri gönüllü bir “Köy Korucusu” yaklaşımıyla Türkçeleştirirken; bazıları da politik söylemlerden ödünç satırlarla, “politik arabesk”e uzanan bir estetik kurup bireysel kazanç sağladı.

Aynı zamanda, devrimci veya politik bir zeminden besleniyormuş gibi görünen; gerçekteyse Türkçedeki “Gaydırı Guppak Cemile” gibi yüzeysel, gösterişli eserlerle yetinenler; ya da müzikal zemin olarak “bostandaki hıyarlar”ı saymayı tercih edenler de az değil.

Son elli yılın titiz ve eleştirel bir analizini yapmak zorundayız. Özellikle son yirmi yılda yaşananları bir tür “anlamsızlık girdabı” olarak okumak —hem düşünsel hem estetik açıdan— geçmişin muhasebesini yapmamıza ve geleceği daha bilinçli biçimde inşa etmemize olanak sağlayacaktır.

Müziğimizde bir tıkanma var mı?

Evet.

Tekrara düşüş var mı?

Evet.

Anlam kaybı, piyasa yönelimi ve kişisel rant arayışı artıyor mu?

Evet.

Bu sorulara benzer onlarcasını daha sorabiliriz.

Şimdiye dek ürettiğimiz müzikler, bir “diriliş müziği”ydi; yani “Biz kimiz? Var mıyız, yok muyuz?” sorularının yankısıydı.

Ancak yeni bir döneme geçtiğimizi açıkça tanımlamadığımız sürece ne doğru sorular sorabiliriz ne doğru kurumlar yaratabiliriz ne de bugüne dek yaptıklarımızın haklı gururunu doyasıya yaşayabiliriz.

Eğer doğru tanımlamaları ve derinlikli analizleri yapmazsak, dün devasa eserler üretmiş sanatçılarımız bile “eskiden her şey daha güzeldi.” diyerek anlamsız bir nostaljinin ötesine geçemeyeceklerdir.

Bugün başvurabileceğimiz tek kaynak bellidir:

Cesaret, felsefe, tutku ve üretim.

Benzer Haberler