Hakan AKAY
Kürt müzisyeni, Kürt sanatçıyı siyasetten ayrı düşünmek mümkün değildir. Kürtçe şarkı söylemek, içeriğinden tamamen bağımsız olarak başlı başına politik bir eylemdir. Sözlü Kürt müziğini bir kenara bırakalım; bir dönem “Kürtçe ıslık çalmak” bile cezalandırılan, politik bir tavır ve güçlü bir duruş gerektiren bir eylemdi. Bu durumu yaşayan sayısız örnek bulunmaktadır.
Şivan Perwer’in 50. sanat yılı kapsamında geçen yıl Londra’da verdiğimiz konserin ertesi günü, Londra Parlamentosu’nda Lord Davit Paul’un ev sahipliğinde kendisine bir ödül takdim edildi. Bu etkinlik öncesindeki yemekte, AK Parti’li eski bir Kürt milletvekili bize Şivan Perwer kasetleriyle ilgili bir anısını şöyle aktardı:
“80 darbesi döneminde askerler kapımıza dayanmıştı. Evde yasak olan tek şey Şivan Perwer’in bir kasetiydi. Askerlerin eline geçtiğinde tutuklanmama, hatta yıllarca cezaevine atılmama neden olacağını bildiğim için kaseti parçalayıp tuvalete attım ve sifonu çektim. Sert plastik parçalar suyla gitmişti, ancak uzun şeritler çözülüp gitmemişti. Kapı kırılmak üzereydi. Panikle ne yapacağımı bilemeden o şeritleri sudan çekerek çiğneyip yuttum.”
Kürt müziğini yapmak kadar dinlemek ve dinletmek de aynı şekilde politik bir eylemdi. Devrimci ve yurtsever bir duruştu. Üstelik cezai suç kapsamına giriyordu.
Üzerlerinde “Ki kopî û belav neke, mala wî ne ava be” yazılı Şivan Perwer ve Koma Berxwedan kasetlerinin analog dönemlerinden, bugün “Ki kopî û belav dike, mala wî ne ava be” uyarılı dijital platformların yer aldığı bir döneme geldik.
Son elli yıl içerisinde sosyo-politik dönüşümlerin yoğun biçimde hissedildiği Kürt toplum yapısında, kültürel üretimin kuşkusuz en görünür alanı müzik olmuştur. Bu dönemde yalnızca müzik türleri ve ifade biçimleri değişmemiş; aynı zamanda müzisyenlerin toplumsal konumları da dönüşmüştür. Yüzlerce sanatçı, ardında bıraktığı eserlerle hem kendi tarihini hem de bir halkın kolektif hafızasını geleceğe taşımıştır.
Bugün gelinen aşamada, söz konusu tarihsel süreç yalnızca kültürel evrim olarak ele alınamaz. Bu dönemi, “Barış ve Demokratik Toplum Felsefesi” çerçevesinde değerlendirdiğimizde; Kürt Aydınlanması’nın en görünür, en yoğun ve en kritik safhalarından birine tanıklık ettiğimizi söylemek mümkündür. Geçmişin direniş temelli birikimi ile bugünün politik temsil ve toplumsal örgütlenme arayışları birleşerek, geleceğin düşünsel ve duygusal mücadele zeminini oluşturmaktadır. Bu nedenle, yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuz artık açık bir gerçektir.
Son zamanlarda medyada yer alan kimi yazılar ve değerlendirmelerde sanatın ve sanatçının bu yeni dönemdeki rolü üzerine tartışmalar yürütülmektedir. Bu tartışmaların yalnızca övgü veya yergi ekseninde değil; eleştirel aklın rehberlik ettiği bir çerçevede sürdürülmesi gerekmektedir. Başarılı örnekler elbette takdir edilmeli; ancak yaşanan eksiklikler ya da hatalar da gerçekçi biçimde dile getirilebilmelidir. Zira sanat, şeffaflık ve hakikat zemininde var olduğunda toplumsal karşılığını bulur.
Kürt özgürlük mücadelesinin politik araç ve örgütlenme biçimlerinde çeşitli değişiklikler yaşanmış olsa dahi (Form olarak „Parti“nin terkedilmesi); siyasal birikim, tarihsel deneyim ve teorik donanım bakımından hâlâ belirleyici aktörler bulunmaktadır. Felsefi, tarihsel ve sosyolojik perspektifiyle Sayın Öcalan ve yakın gelecekte daha görünür olacak kurmay yapılanmalar, tartışmanın merkezindeki yerini korumaya devam edeceklerdir.
Bu nedenle bugün, sanat ile siyaset arasındaki ilişkiye yeniden bakmak gerekmektedir. Zira bu ilişki geçmişte olduğu gibi bugün de kimlik inşasının, toplumsal dönüşümün ve politik bilincin taşıyıcı sütunlarından biridir. Müzik yalnızca bir estetik ifade alanı değil; aynı zamanda bir hafıza mekânı, bir mücadele dili ve bir toplumsal varoluş iddiasıdır.
Bu bağlamda bugün yürütülen tartışmaların bir kısmı, sanatçının konumuna ilişkin yanlış ikiliklere sıkışıyor:
“Sanat siyaset dışı olmalı” ya da
“Sanatçı yalnızca politik söylemin sözcüsüdür.”
Her iki yaklaşım da eksiktir. Çünkü Kürt sanatçısı,
“politik bilinç taşıyan estetik özne” olarak tarihsel bir rol üstlenmiştir.
Ve bu rol, toplum tarafından meşruiyetini çoktan bulmuştur.
1999 yılında kurucularından biri olduğum Mir Müzik, kısa sürede özgün müzikal üretimin merkezlerinden biri hâline geldi. Kuruluş amacımız çok açıktı:
Kürt müziğini, ticari kültürün yüzeyselleştirici etkilerinden uzak tutmak…
“Piyasa” diye nitelendirilen tüketime dayalı müzik formlarından arınmış,
“star” ya da “süper star” algısının popüler tuzaklarına düşmeyen,
özgürlük mücadelesinin etik ve estetik cercevesi içerisinde duran bir sanat gerçekliği inşa etmek…
Bizim iddiamız, sanatçının kişisel egosunu parlatmak değil; sanatın toplumsal değerini büyütmekti.
Bu doğrultuda her sanatçının sesine alan açmak, ona destek olmak temel ilkemizdi.
2004 yılına kadar başarıyla ilerleyen bu süreç, bilinçli olarak yürütülen müdahaleler ve kötü niyetli girişimlerin etkisiyle kesintiye uğradı. Kendi kurduğumuz sahnenin dışına itilmiş olsak bile; yeni sahneler yaratarak, yeni platformlar geliştirerek ve dayanışmanın farklı biçimlerini inşa ederek yolumuza devam ettik. Çünkü bu mücadele, bir mekândan ya da bir kurumdan çok daha fazlasıydı; bir varoluş meselesiydi.
Elbette aktardıklarım benim kişisel deneyimlerimdir. Fakat zamanı geldiğinde, gerektiğinde ve doğru platformlarda, tüm ayrıntılarıyla tartışmaktan büyük bir memnuniyet duyacağım konulardır.
Bugünden geçmişe dönüp baktığımda ise, özellikle müzik alanındaki tartışmalara katkı sunmak adına bazı tespitleri paylaşmayı artık kaçınılmaz görüyorum:
Kürt sanatçısının, özelde ise Kürt müzisyeninin, Kürt siyaseti tarafından yönlendirildiği; propaganda amaçlı üretime zorlandığı yönündeki iddialar gerçeklikle bağdaşmamaktadır.
Bu tür söylemler:
- ya politik karşıtlıklarını meşrulaştırma amacı taşıyan savunma refleksleridir
- ya da sanat–siyaset ilişkisinin tarihsel bağlamını bilmeyenlerin varsayımlarıdır
Aslında tam tersine…
Genel tabloya bakıldığında, hegemonik olan Kürt siyaseti değil; Kürt müzisyenidir.
Sanat tarihi birikimi sınırlı olan bazı çevreler —özellikle kimi müzisyenler— hâlâ “Siparişle sanat olmaz” şeklindeki dar bir önermeye yaslanmayı tercih ediyorlar. Bu söylemi ileri sürerken de çoğu zaman, Kürt siyasetinin sanatçılara sözde sipariş yoluyla eser yaptırdığı iddiasına dolaylı bir zemin hazırlamak istiyorlar. Oysa bu yaklaşım, hem yüzeysel bir romantizme dayanıyor hem de sanat üretiminin tarihsel gerçekliğiyle bütünüyle çelişiyor.
Tarih bize gösteriyor ki, sanatın ortaya çıkış koşulları çok çeşitli olabilir; kimi zaman bireysel ilhamla, kimi zaman toplumsal ihtiyaç ve taleplerle, kimi zaman da belirli bir kurum ya da yapı tarafından desteklenerek hayata geçer. Bu nedenle “sipariş” kavramını baştan olumsuzlayarak sanatın değerini tartışmak, meseleyi hem teorik hem tarihsel açıdan eksik bırakmaktan başka bir şeye hizmet etmez.
Oysa ki ben tam tersini savunuyorum:
Elbette siparişle sanat olur. Hem de en niteliklisinden.
Sadece Ludwig van Beethoven, Wolfgang Amadeus Mozart veya Joseph Haydn’ın eserlerine bakmak bile bu gerçeği kavramak için yeterlidir. Avrupa’nın büyük bestecilerinin çok büyük bir kısmı, kraliyet aileleri, soylular, kilise kurumları veya saray himayeleri için eserler üretmişlerdir. Yani pek çok “başyapıt”, belirli toplumsal-siyasal otoritelerin siparişleri sonucu ortaya çıkmıştır.
Burada sorun, eserin sipariş edilmiş olması değildir.
Asıl belirleyici olan şudur:
Ortaya çıkan eserin niteliği, sanatsal derinliği ve kalıcılığı…
Sipariş sistemini bugünün dünyasında düşündüğümüzde, bunun karşılığı aslında “sponsorluk” mekanizmasıdır. Tarihsel olarak sarayın, kilisenin ya da aristokratların verdiği destek neyse; günümüz dünyasında da kamu kurumları, bireysel finansal katkılar veya toplumsal hareketlerin sağladığı imkân odur.
Dolayısıyla tartışılması gereken konu, sanatın neden ve kim tarafından sipariş edildiği değil; sipariş edilen işin sanatsal değer taşıyıp taşımadığıdır.
Bu noktada Kürt müzik dünyasına baktığımızda, tartışmayı büyük ölçüde sonlandıran açık bir gerçeklik ile karşılaşırız:
Kürt siyasi hareketinin zorlamasıyla üretilmiş bir müzikal pratik yoktur.
Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin, sanatçıyı baskı altına aldığı; politik gücünü kullanarak onu kendi propagandasını yapmaya zorladığı iddiası, sahadaki üretim deneyimleriyle örtüşmeyen, temelsiz bir söylemdir.
Bugüne dek ortaya konan eserlerin tarihine, üretim koşullarına ve sanatçıların yaratım süreçlerine bakıldığında görülür ki:
Zorlama sonucu bestelenmiş tek bir eser yoktur.
Sipariş edilmiş bir propaganda şarkısı yoktur.
Bu yolla üretim yapan bir sanatçı örneği de veremezsiniz.
Yapılan müziğin kaynağı; bir otoritenin talimatı değil,
sanatçının kendi bireysel tercihidir.
Asıl can acıtıcı olan şudur:
Siyasetin sanatı baskıladığı iddiasının gerçeği yansıtmadığı birçok örnekte,
tam tersine sanatın siyaseti esir aldığı bir tabloyla karşı karşıyayız.
Kültür ve Sanat Alanlarında Kırılma
Sayın Öcalan´ın belirlemesini olduğu gibi yazıyorum:
“Kavram olarak “parti” bir soru işaretidir. Kaldı ki parti sınıfsal bir kavramdır, sınıfın iktidara taşınması için inşa edilmiştir. Yani iktidarla sınıf arasındaki köprüdür. Şimdi bu kavramı derinleştirmeye, eskisi kadar taraftar değilim. Parti sınıfsal bir olay ve sınıfı derinleştiriyor. Dolayısıyla bu sınıf-parti anlayışından vazgeçeceğiz. Tabii ki hem geçmişin eleştirisi kapsamında hem de önümüzdeki döneme ilişkin perspektif çizerken “yeni bir parti kuralım” diye bir önerim olmayacak”
Tüm bu değerlendirmeler bize, tarihi bir eşikte durduğumuzu gösteriyor.
“Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu”, parti merkezli kurumsal yapılanmaların işlevini tamamladığını; toplumsal örgütlenmenin yeni, daha özgün ve daha yatay biçimlerde sürdürülmesi gerektiğini açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Bu anlayış doğrultusunda, siyasal hareketin önde gelen temsilcileri de artık klasik parti formunun geride bırakıldığını ve eski modele geri dönüşün söz konusu olmayacağını güçlü bir şekilde ifade etmiş durumdalar. Böylece siyasal mücadelede, parti biçiminden daha geniş ve kapsayıcı toplumsal örgütlenme modellerine yönelişin kararlılığı vurgulanmış oldu.
“Ben reel-sosyalizmdeki parti uygulamasına “proto-devlet” dedim. Parti bir proto-devlet organizasyonu oluyor” (A.Öcalan)
Kültür–sanat kurumlarında uzun süredir aşılamayan sorunların temelinde yatan zihniyeti, aslında yukarıda özetlediğimiz tarihsel kırılmadan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu çerçevede bazı kurum temsilcileri ve yöneticiler, zamanla kendilerini adeta bir “proto-devlet” yöneticisi konumunda görmeye başlamış; mücadelenin felsefî ve özgürleştirici çizgisinden uzaklaşmışlardır.
Ne yazık ki daha acı bir gerçekle yüzleşmek durumundayız:
Kültür–sanat alanımızda yaşanan en büyük tahribatların temel nedeni, bazı sanatçıların kurum temsiliyeti ve yöneticilik pozisyonuna geldikten sonra değişen tutumlarıdır. Bu kişiler, kendilerine yönelik herhangi bir tehdit ya da rekabet unsuru bile taşımayan sanatçıları, potansiyel “rakip” olarak kodlayarak, onları hedef alan dışlayıcı ve yargısız infaz niteliğinde tutumlar geliştirmişlerdir.
Var olmayan bir “karşı–sanatçı” algısı üreterek, bunu bir tasfiye aracına dönüştürdüler.
Sanatın doğasına, kolektif üretim ruhuna, çoğulculuğuna en büyük zarar da işte bu zihniyet tarafından verildi.
Sanat dünyasında yaşanan pek çok dışlanma, ayrıştırma ve “karşı–sanatçı” ithamlarının kaynağını çoğu zaman siyasetin felsefesinde ya da kuramsal çizgisinde değil; o siyaset adına konuştuğunu iddia eden kimi temsilcilerde ve bazı sanatçıların tutumlarında görmek gerekir. Yani sorun, siyasal düşüncenin kendisinden çok; bu düşüncenin yanlış okunması, kişisel güç hesaplarıyla araçsallaştırılmasıdır.
Burada amacım herhangi bir sanatçıyı isim vererek hedef almak değil. Bireyleri tartışmak değil.
Asıl mesele, pratikte kendisine yer edinmiş ve hâlen de ciddi zararlar üretmeye devam eden bir zihniyetin sorgulanmasıdır.
Çünkü bu zihniyet; sanatçıyı halktan koparan, sanatı rekabet ve tasfiye aracı hâline getiren,
kolektif üretimi zehirleyen bir yapıya dönüşmüştür.
Geçmiş yıllarda, özellikle Özgür Politika gazetesinde yayımlanan bazı yazılarımda dile getirdiğim bir değerlendirmeyi, bu kez daha ayrıntılı bir şekilde başka bir yazıda güncellemek istiyorum:
Kültür ve sanat kurumları, doğru bir anlayışla ve mücadelenin özgürleştirici felsefesiyle buluşturulmadıkları; üretici bir güç haline getirilemedikleri sürece, özgürlük mücadelesinin temelini zayıflatan ve onu etkisizleştiren bir rol üstlenirler. Bir adım daha ileriye giderek aslında mücadeleye “karşı” bir pozisyona geçmiş olurlar diyebilirim. Geçmiş pratiğimizde bunun sayısız örneği vardır ve hepsi ciddi bir tartışmayı hak etmektedir.
Klasik örgütlenme formatı olan “parti”nin sonlandırılmasının ardından, yerine önerilen “komün” formatının da tıpkı parti anlayışına paralel bir yaklaşım çerçevesinde hayata geçirilmek istendiğine dair işaretler gözlemlemekteyiz. Ne yazık ki bazı sanatsal değerlendirmeler de aynı yanlış yaklaşımı yansıtmaktadır. Eğer zihniyet değişmeyecek, yaklaşım ve uygulama farklılaşmayacak ve en önemlisi bu değişimi gerçekleştirecek aktörler değişmeyecekse, örgütlenme aracı ister parti, ister dernek, ister komün olsun, çok fazla bir fark yaratmayacaktır.
Önerim şudur: Barış ve Demokratik Toplum Felsefesini yeniden okumak ve korkuya ya da paniğe kapılmadan, geniş çevrelerden fikir ve öneri toplamaktır. Ancak her şeyden önce, siyasi iradenin yaptığı gibi cesur ve kapsamlı bir öz-eleştiri yapmak gereklidir. Sanat ve kültür camiası, kapsamlı bir öz-eleştiri ve geçmişin değerlendirmesini gerçekleştirmeden, bugünü yaratan siyasi iradenin kaygısını, felsefesini, iddiasını ve tutkusunu kavrayamayacaktır.



