Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Kawe Karzan yazdı |

Kaynak savaşları gerçek

Kawe Karzan yazdı |
Kawe KARZAN

Geçtiğimiz günlerde Netanyahu’nun paylaştığı kısa bir videoda dikkat çeken bir ayrıntı vardı. İran halkına hitap ettiği bu kayıtta, sol yanında bir sürahi su, sağında ise İranlı düşünürlerin kitapları duruyordu. İlk bakışta rastlantı gibi görünen bu sahne aslında ince bir planın ürünüydü. Zira konuşmasının içeriği de bu sembolik düzeni doğrular nitelikteydi.

Bugünlerde İran’da su kıtlığı, toplumun tüm kesimlerini rejime karşı öfkeye sürüklemiş durumda. Netanyahu’nun videosu, bu kırılgan yaraya doğrudan dokundu ve İranlı yetkililerin sert tepkisine yol açtı. Ancak mesele yalnızca diplomatik bir atışmadan ibaret değil; bu tablo, gezegenimizin geleceğini ve yaşam kaynaklarımızı tehdit eden evrensel bir gerçeğe işaret ediyordu.

Videoda Netanyahu, İranlılara şu sözlerle seslendi:

“Yazın kavurucu sıcaklarında, çocuklarınıza temiz ve serin bir bardak su bile veremiyorsunuz. Oysa siz bunu hak etmiyorsunuz. Fanatik mollaların hayatınızı bir dakika bile karartmasına izin vermeyin. Ve şunu bilin: Yalnız değilsiniz. Ben sizinleyim. İsrail sizinle.”

Artık su ve yaşam kaynakları üzerine verilen mücadeleler, birer teori ya da gelecek öngörüsü olmaktan çıkıp günümüzün çıplak gerçeği haline geldi. Su, yalnızca biyolojik bir ihtiyaç değil; siyasetin, savaşın, ekonominin, bilimin, sanatın ve hatta gündelik yaşamın tam merkezine yerleşmiş durumda. Nasıl da hızla siyasetin bir aracı haline geliyor ve yüzyılımızın en temel çelişkisine dönüşüyor!

Bölgemizde, su üzerinden en çok siyaset yapan ülkelerden biri kuşkusuz Türkiye’dir. Ankara, üç ayrı hatta —İran, Irak ve Suriye karşısında— suyu tamamen politik amaçlarla kullanmaktadır. Gelecekte siyaset biliminin en kritik görevlerinden biri, işte bu sorunu çözmek olacaktır. Çünkü bu mesele yalnızca teknik ya da ekonomik bir problem değildir; çok boyutlu bir analiz gerektirir.

Düşünün: Bir siyasal rejimin, kendi halkına en yaşamsal ihtiyaç olan içme suyunu temin etmemesi ne anlama gelir? Bu sorunun politik ve stratejik yanları tartışılıyor, evet; fakat neredeyse hiç konuşulmayan bir boyut var: İşin etik yanı. Böylesi bir durumu hangi siyasal ideolojiyle, hangi dini ya da kültürel inançla, insan olmanın hangi ahlaki değerleriyle bağdaştırabiliriz?

Bugün İran halkı temiz içme suyuna muhtaç. Fakat rejim, nükleer teknoloji propagandasıyla toplumu avutuyor; “Sizi insanlığın zirvesine taşıyacağım” diyor. Oysa halkın ihtiyacı nükleer teknoloji değil; sofrasına koyacak ekmek, evini aydınlatacak elektrik, çocuklarına içireceği bir bardak temiz sudur.

Su kıtlığı, özünde iki farklı mekanizmanın sonucu olarak ortaya çıkar: fiziksel kıtlık ve ekonomik kıtlık. Fiziksel su kıtlığı, bir bölgenin artan talebini karşılayacak yeterli doğal kaynağa sahip olmamasıdır. Ekonomik kıtlık ise kaynakların yetersizliği değil, yönetilememesinden doğar; suyun var olduğu halde halkın kullanımına sunulamadığı bir trajedidir.

İran’ın su krizi tam da bu ikilemin kesiştiği noktada şekilleniyor. Ülkenin karşı karşıya olduğu temel endişeler şunlardır: yüksek iklim değişkenliği, yanlış su dağıtım politikaları ve kalkınma uğruna doğal kaynakların hoyratça tüketilmesi. Araştırmacıların ortak görüşü, İran’ın artık bir “kriz aşaması”nı çoktan geride bıraktığıdır. Çünkü talep, mevcut su kaynaklarını katbekat aşmış durumda.

Sık sık yaşanan kuraklıklar; geniş hidrolik altyapı projeleri ve derin kuyular aracılığıyla yüzey ve yeraltı sularının aşırı çekilmesiyle birleşince, tablo daha da ağırlaşıyor. Göllerin, nehirlerin ve sulak alanların kuruması; yeraltı su seviyelerinin hızla düşmesi; toprak çökmesi; su kalitesinin bozulması; erozyon, çölleşme ve artan toz fırtınaları… Bunların her biri krizin açık işaretleri.

Ve tüm bu gelişmelerin merkez üssü olma tehlikesi taşıyan yer, ülkenin kalbi: Tahran. İran’ın başkenti, çok yakında bu devasa su krizinin sembol şehri haline gelebilir.

Ağustos 2019’da Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün Su Tehlikeleri Atlası’nda yayımlanan tahminlere göre, İran su kaynaklarının tükenme gününe, yani ‘‘son güne’’ hızla yaklaşan ülkeler arasında Katar, İsrail ve Lübnan’ın ardından dördüncü sırada yer alıyor. ‘‘Su çekim’’ ile ‘‘mevcut su temin’’ oranları dikkate alındığında, dünyanın en fazla baskı altında olan yedi havzasından üçü İran sınırları içerisinde bulunuyor.

Durumun vahameti yalnızca bununla sınırlı değil. Bu yıl yayımlanan Dünya Nüfus İncelemesi’ne göre İran, su kalitesi endeksi bakımından dünya sıralamasında ancak 60. basamakta kendine yer bulabiliyor. Üstelik 67,5 puanlık bu derece, ülkenin artık ciddi bir su krizi içinde olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Rapora göre, özellikle Yezd, İsfahan, Şiraz, Güney Horasan ve Hemedan eyaletleri susuzluğun en yakıcı biçimde hissedildiği bölgeler arasında. Bu şehirler, tarih boyunca medeniyetin, sanatın ve kültürün beşiği olmuşken, şimdi bir bardak temiz suyun sembolü haline gelme tehlikesiyle karşı karşıya.

Bu yılın ağustos ayında Avrupa Birliği’nin Sentinel programı kapsamında yayımlanan uydu görüntüleri, İran’ın modern tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir gerçeği gözler önüne serdi. 2017 ile 2025 yazları arasındaki veriler karşılaştırıldığında, Tahran’daki üç kritik barajın –Amirkabir (Kerec), Lar ve Latyan– arkasında biriken suyun, hiçbir dönemde bu yazki kadar düşük seviyeye inmediği anlaşıldı.

Rakamlar çarpıcı: Yaklaşık 200 milyon metreküplük kapasitesiyle Tahran ve Elburz illerinin içme suyu ve tarım için en önemli kaynaklarından biri kabul edilen Amirkabir Barajı, bugün kullanılabilir su hacminin yalnızca %6’sını barındırıyor. Yalnızca doğu ve kuzey Tahran’ın bazı bölgelerine su sağlayan, 960 milyon metreküp kapasiteye sahip Lar Barajı ise %10’un altına düşmüş durumda. Doğu Tahran için hayati bir kaynak olan Latyan Barajı ise 95 milyon metreküplük kapasitesinin sadece %10’unu kullanabiliyor.

Tablo o denli vahim ki, İran hükümeti artık resmen “başkent Tahran’a su sağlayan barajların kuruduğunu” duyurmak zorunda kaldı. Yetkililer, mevcut kaynakların ancak birkaç hafta daha dayanabileceğini ifade ederek halkı, su tüketimini en aza indirmeye çağırdı.

14 Temmuz 2025 Salı günü, Sabzevar halkı, üst üste ikinci kez sokaklara döküldü. Su ve elektrik krizi, artık yalnızca bir çevre sorunu değil, toplumsal bir patlamaya dönüşmüş durumda. İran, özellikle kurak güney illerinde, son yılların en ağır su kıtlıklarından biriyle karşı karşıya. Krizin nedenleri herkesin malumu: kötü yönetim, yeraltı sularının ölçüsüzce tüketilmesi ve iklim değişikliğinin giderek sertleşen etkileri.

Çaresizliğin boyutunu gösteren bir başka gelişme ise başkentte yaşandı. 14 Temmuz 2025 Çarşamba günü, Tahran yönetimi, krizin yarattığı kaos nedeniyle resmi tatil ilan etmek zorunda kaldı. Bir zamanlar dünya gündemini meşgul eden ve çevrecilerin umudu olan Urumiye Gölü’nün tamamen kuruması ise artık neredeyse kimsenin hatırlamadığı bir ayrıntıya dönüşmüş durumda.

Bütün bu tablo, Netanyahu’nun neden o sembolik konuşmayı yaptığını daha iyi açıklıyor. Çünkü insanların yaşamsal ihtiyaçları —özellikle de su gibi hayatın özü olan kaynaklar— gelecekte siyasal rejimleri sarsacak, hatta yıkıp yerlerine yenilerini getirecek bir güce sahip.

Bugünün siyasetini ciddiyetle ele alan herkes, yüzyılımızın bu yakıcı gerçeğini görmezden gelemez. Eğer görür de buna uygun toplumsal ve siyasal bir yol haritası çizmezse, kaçınılmaz olarak hüsrana uğrayacaktır. Zira siyaset, en yalın tanımıyla, toplumun yaşamsal sorunlarına çözüm üretme sanatıdır. Ve gerçekten başarılı olan siyaset merkezleri, bu tür krizlere barışçıl, ılımlı ve sürdürülebilir cevaplar verebilen yapılardır.

Özcesi, henüz esas fırtına bölgemize tam anlamıyla ulaşmış değil. Ancak o yıkıcı fırtına kapıyı çaldığında, siyaset ile demagoji arasındaki fark, kelimelere gerek bırakmayacak kadar berrak bir şekilde ortaya çıkacaktır. Ülkeler arasında, bölgeler arasında, hatta toplumların kendi içlerinde ne tür savaşların patlak vereceğini şimdiden kestirmek güç. Belki ordular, su ve yaşam kaynakları uğruna yeni savaşlara sürüklenecek.

Fakat rasyonel rejimler ve gerçekçi sistemler, insanoğlunun olağanüstü zekâsını, etik değerlerle ve çağımızın ulaştığı teknolojik gelişmelerle birleştirerek çözüm arayan rejimlerdir. Bu, kuru bir teori değil; bizzat yaşamın içinden doğmuş bir hakikattir. Ve Netanyahu, yaptığı o sembolik konuşmayla, bu hakikati tüm dünyaya ilan etmiş bulunmaktadır.

Benzer Haberler