Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Kuzey Kıbrıs: Kara paranın saltanat kayığı I

Kanatlı: Ankara Kıbrıs'taki işgalciliğine son versin

Kuzey Kıbrıs: Kara paranın saltanat kayığı I

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 20 Temmuz’da Kıbrıs’ı ziyaret etti. 1974’te “Barış Harekâtı” adı altında düzenlenen harekatın 51’inci yılında. Ancak o tarihten itibaren önce sessizce, ardından yüksek sesle dile getirilen “Bu bir barış değil, işgal harekâtıydı” eleştirisi bugün daha görünür hale geldi.

51 yılın ardından geriye kalan tablo ise oldukça ağır: Yerel ekonomisi neredeyse tamamen tükenmiş bir ülke; kumarhaneler ve kara para trafiğiyle şekillenen bir arka mahalle. Ada’nın kuzey tarafı adeta bir mahrumiyet bölgesine dönüşmüş durumda. Verimli tarlaların yerini oteller almış, sermayenin gözü Kıbrıs’ın dağına taşına dikilmiş.

Doğu Akdeniz’deki enerji arayışları ve gaz politikaları ise Ankara’nın elini güçlendirme gerekçesiyle daha da sertleşmiş. Bu durum hem sömürü faaliyetlerini artırmış hem de bölgede silahlanmaya dair kaygıları büyütmüş durumda.

Yeni Kıbrıs Partisi (YKP) Genel Sekreteri Murat Kanatlı ile konuştuk. Ekim ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi için “en erken Ankara sahaya indi” diyor Kanatlı. Ankara’nın adayı Ersin Tatar ve gösterişli külliye, hastane ve yol açılışları gölgesinde Kıbrıs’a ve seçimlere daha yakından bakmamızı öneriyor.

Güler YILDIZ

*Bizim Türkiye’den alışık olduğumuz seçim öncesi açılış merasimleri gördük Erdoğan’ın bu gelişinde.

Ekimde cumhurbaşkanlığı seçimi var ve 3-4 ay içerisinde bu ikinci ziyareti, bir kere bizim bunu okuma halimiz “bu bir seçime müdahale” şeklinde. Yani Türkiye kendi adayına yönelik bir müdahale yapıyor.

*Ne yaptı?

Tıpkı Türkiye’de bir seçimde ne yaparsa onu yaptı: Temel attı bize, bir tane hastanenin temelini atmış. Bu hastanenin zaten 10 senedir temeli atılıyor düzenli olarak. Yani bir, iki, üç sene temeli atılır sonra temel kaybolur. Ondan sonra hastanenin yapılacağı yer değişir. Sonra protokol imzalarlar. Bir daha temel atarlar, bir daha. Bizim bir süredir bu hastane kısmına zaten itirazlarımız var. Bu hastanenin -Türkiye’deki gerçeklere baktığında- bir şehir hastanesi olma potansiyeli yüksek. Çünkü Türkiye’de kamu hastaneleri yapmıyor, şehir hastanesi yapıyor. Türkiye yapıyorsa bu bir şehir hastanesi olacak. Şehir hastanesi de bir yağma. Biz buna karşı çıkmaya devam ediyorduk. Şimdi şu an atılan temelin ne olduğuyla ilgili şeffaflık yok. Bir şey attılar, bir temel attılar. Fikrimiz yok. Başka ne yaptılar? Tam da Türkiye’de yaptığını yaptı: Yol açtı!

*Türkiye, kendi adayını desteklemek üzere sahaya inmiş durumda.

Her şeyin ötesinde bu kavşak 20 yıldır devam eden bir yol. Yol başlar durur. Yani hemen hemen her 2-3 kilometrede bir Erdoğan belli aralıklarla gelip bu yolun bir şeyinin kurdelesini keser. Bu defa da yolu yaptı. Bu yol da çok ilginç. Çünkü bu yol orijinalde daha güney kısmındaydı. Ama ranttan dolayı bu daha kuzeye çıktı. Yolu rantı büyütmeyle ilgili olarak.

Nedir oradaki rant?

Yeni arazi açılması. Çünkü yol demek yeni arazi açmak, yeni emlak demek. Yeni yerleşim yeri demek ve belli siyasi partilerin yereldeki insanların arsalarına çökmesi demek. Yani kimler olduğunu herkes biliyor: Demokrat Parti’nin, Ulusal Birlik Partisi’nin. Bir de Yonca kavşağı yapmışlar. Lefkoşa’da Ercan Havaalanı’na yaptıkları, zaten sürekli olarak trafik güvenliği açısından sorun yaratıyordu. İkinci sorun yaratan bir kavşak daha yaptılar. Biz de mutlu olduk. Yani bu seçim yatırımı. Ercan havaalanı mesela, yıllardır bitmiyor. Yani Türkiye’deki seçimde her ne yapıyorsa bugün onu yapıyor. Erdoğan büyük ihtimalle seçime yakın, “Biz size yol yaptık, hastane yaptık, telefonu özelleştirdik” falan diyecek.

Geçen hafta Cevdet Yılmaz geldi. Bize, Telekomünikasyon Dairesi’nin fiber altyapısının artık Türk Telekom’a devredileceğini söyledi. Bunun gerekçesi ise Türk Telekom’un bize fiber kablo döşeyecek olmasıydı. Ancak bu açıklamanın ardından ortaya çıkan detaylar, durumu daha karmaşık hale getiriyor. Vodafone ve Turkcell’in yerel temsilcileri “Bu işi zaten biz yapıyorduk,” diyor. Devletle iki yıl önce bir protokol imzaladıklarını ve yatırımlarını da buna göre şekillendirdiklerini belirtiyorlar. O protokol şimdi adeta unutulmuş durumda.

Yeni süreçte, Türkiye Varlık Fonu’na devredilen Türk Telekom’a 25 yıllığına fiber optik altyapının verilmesi planlanıyor. Hatırlatmakta fayda var: Varlık Fonu’nun başında doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan bulunuyor. Tüm bunlar, geçmişte yaşanan enerji özelleştirmelerini de akla getiriyor. Örneğin 20 yıl önce özelleştirilen elektrik dağıtımı sonrasında Aksa Şirketi bölgede tekelleşti. Sendikalar ve Makine Mühendisleri Odası’nın hesaplarına göre, Aksa’ya aktarılan kaynaklarla bölgede çok sayıda kamuya ait yeni santral inşa edilebilirdi. Ama bunun yerine hâlâ Aksa’ya ödeme yapılmaya devam ediliyor.

Özetle, altyapı yatırımlarında kamu yararı geri plana itiliyor ve özel şirketler ön plana çıkarılıyor. Bu tabloya bakıldığında, Ankara’nın Kıbrıs’taki çıkar ilişkilerini sürdürmekte neden ısrarcı olduğu da daha net anlaşılıyor. O yüzden Tayyip bizi seviyor: Elektrikte sevdi, havalimanında sevdi, şimdi de hastanede sevecek.

TÜRKİYE’DEN KUMAR OYNAMAYA GELEN ‘TURİST’LER

*Sizin bir Kıbrıslı olarak turizm, istihdam, yatırım dendiğinde ilk aklınıza gelen nedir? Nedir Kıbrıs’ın ekonomisi?

Kıbrıs’ta bugün “turizm” denildiğinde, bu kavramın büyük ölçüde Türkiye’den gelen ziyaretçilere dayandığını unutmamak gerekiyor. Zaten bu durum, Turizm Bakanlığı’nın resmi verilerine de yansımış durumda. Bu verilere göre, Türkiye’den gelen ziyaretçilerin yaklaşık yarısı otellerde konaklıyor. Ancak ortalama konaklama süresi sadece 2,5 gün.

Turizm sektörünü az çok bilenler için bu oldukça kısa bir süre. Oysa turizmden ciddi ekonomik getiri sağlanabilmesi için ortalama konaklama süresinin en az 5-6 gece olması gerektiği kabul edilir. Peki bu düşük süre neyi gösteriyor? Aslında Türkiye’den gelenlerin çoğu klasik anlamda “turist” değil. Ağırlıklı olarak kumar oynamaya geliyorlar. Bu ziyaretçilerin bir kısmı doğrudan özel otobüslerle havaalanından alınıyor, doğrudan casinoya götürülüyor. Pazar günü geldiği gibi, yine topluca havaalanına bırakılıyor. Otelden dışarıya adım bile atmadan geri dönüyorlar. Eğer bu modele turizm denilecekse, bu yalnızca teknik bir tartışma olur. Klasik tanımıyla pek karşılık bulmaz. Ama Erdoğan bunu “turizm” olarak tanımlamakta beis görmeyebilir.

*Yani hiçbir normal turist gelmiyor mu?

Türkiye’den Kıbrıs’a turistik amaçlı geliş neredeyse durmuş durumda. Ziyaretçi akışında artık bir düşüşten değil, ciddi bir kopuştan söz edebiliriz. Oysa 1980’ler ve 90’larda durum oldukça farklıydı. Özellikle İngiltere ve Almanya, Kuzey Kıbrıs için önemli turizm pazarlarıydı. Bu ülkelerden gelen turist sayısı yüksekti ve gelen ziyaretçiler ekonomik olarak da katkı sağlayan profildeydi.

Bugün bu tablo büyük ölçüde değişmiş durumda. Almanya ve İngiltere’den gelen paralı turistlerin sayısı ciddi biçimde azaldı. Buna karşılık Kıbrıs’ın güneyi turizmde çok daha rekabetçi bir pozisyonda. Güneyde yıllık turist sayısı 3,5 ila 4 milyonlara ulaşmış durumda. Bunun en büyük nedeni, güneyin turizmi çeşitlendirebilmesi: Deniz turizminin yanında eko-turizm ve doğa temelli alternatif turizm modelleri de başarıyla uygulanıyor.

Kuzey’de ise turizm adına yapılan yatırımların çoğu hem çevresel tahribata hem de ekonomik anlamda dışa bağımlılığa yol açıyor. Örneğin Karpaz’daki Bafra bölgesi… Burası uzun süre ekolojik koruma bölgesi olarak kaldı. Ancak son yıllarda turizme açıldı ve birçok büyük otel inşa edildi. Yerel halka ise bu yatırımların istihdam yaratacağı ve bölgeyi kalkındıracağı söylendi. Fakat bugün o bölgedeki köylere —Pamuklu, Kalecik gibi— baktığınızda, otellerde çalışan genç sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.

Gerçekte, otellerin büyük kısmındaki iş gücü Türkiye’den getiriliyor. Sadece personel değil, tuvalet kağıdından içeceğe kadar neredeyse tüm ihtiyaçlar da Türkiye’den vergisiz ve KDV’siz taşınıyor. “Turizm teşviki” adı altında yaratılan bu düzenin yerel ekonomiye katkısı yok denecek kadar az. Ekonomik anlamda adaya kalan ise çoğunlukla kumarhanelerden dönen kara paranın yüzde 1–2’si oranındaki paylar.

Bu durum çevresel sorunlarla da birleşiyor. Örneğin “maç turizmi” veya “kongre turizmi” gibi başlıklar altında büyük beklentiler yaratılıyor; fakat deniz kirliliği her geçen yıl artıyor. Girne kıyılarında su kalitesi ciddi biçimde düşmüş durumda. Kanalizasyon altyapısı yetersiz, arıtma tesisleri ya hiç çalışmıyor ya da yetersiz kapasiteyle işliyor.

İronik bir şekilde, bu çalışmayan tesislerden biri Türkiye’deki bir bakanın kardeşine ait bir otelin arıtma sistemi. Yani turizm, çevre ve kamu yararı arasında kurulması gereken hassas denge, burada sadece kağıt üzerinde var.

Ada’nın hemen hemen her taşı, toprağı, her tarafı beton olmuş durumda. Betona boğdular burayı. Yani burada yalnızca doğa tahrip oluyor, yeraltı yerüstü suları tahrip oluyor, darmadağın olmuş durumda.

*Bu beton tahribatı ne zaman hız kazandı?

Bu son birkaç yılda daha da ivme kazandı diyebiliriz. Belki son on, on beş yıl; hatta bazılarına göre başından beri bu şekilde ilerliyor. Ama bence esas patlama 2003’ten sonra yaşandı. İnşaatlar çok ciddi boyutlara ulaştı.

2007–2008 yıllarında, bir Rum ailenin mülk davası açmasıyla bu süreç bir miktar yavaşladı. O dönemde bir İngiliz aileye karşı açılan dava, tapu güvenliği konusunda bazı soru işaretleri doğurdu. Dolayısıyla mülk alım-satımı bir süreliğine sekteye uğradı çünkü uluslararası alanda damgalanma riski ortaya çıktı. Ancak Crans-Montana sürecinin çökmesiyle, bölgede yeniden bir cezasızlık hissi hâkim oldu. Özellikle Karpaş ve İskele bölgelerinde büyük bir inşaat furyası başladı. Tarım arazilerinin üzerine 10–15 katlı apartmanlar dikildi. Sonra bunlara karşı da bazı davalar açılmaya başlandı. Örneğin Geçitkale gibi tamamen tahıl üretimine ayrılmış bölgelerde, 30 bin kişilik yerleşim projeleri ortaya atıldı. Buralar açıldı, altyapılar yapılmaya başlandı. Son dört beş yıldır ise bu inşaat ivmesi yeniden yükseliyor. Genelde beş-altı senede bir duraksama olur; sonra tekrar bir patlama yaşanır. Bu döngü devam ediyor.

*Bu arada Erdoğan, hem bu seçimler hem de Birleşmiş Milletler gözetiminde Kuzey Kıbrıs’ta yapılması planlanan nüfus sayımı hakkında “marjinal konular” ifadesini kullandı. Sizce bu kafa karışıklığının sebebi nedir? Ayrıca reel olarak Kuzey’in nüfusu nedir? Kıbrıslı Türklerin sayısı, dışarıdan gelenler hariç ne kadar?

Size bu soruya bir önceki başbakanın cevabını aktararak başlayayım. Kendisine bu soru sorulduğunda yalnızca “kalabalığız” demekle yetinmişti.

İlk seçim 1975 yılında yapıldı. O dönemde seçmen sayısı 76 bindi; yani bölgede yaklaşık 76 bin kişi yaşıyordu. Elbette bu 51 yılda birçok değişim yaşandı. Yurt dışına göç eden çok sayıda genç insan oldu. Kıbrıs’ın güneyinde ise doğal nüfus artış oranı 1.16 olarak hesaplanıyor. Aynı oranı Kuzey için de varsaydığımızda, bugün seçmen sayısının yaklaşık 95-96 bin civarında olması beklenir.

Geçtiğimiz yıl yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kontrol edemediği Kuzey’de yaşayan ama Kıbrıslı kimliği taşıyan kişiler de oy kullandı. Bu kişiler arasında yurt dışında yaşayanlar da vardı. Seçmen listesi, başka bir ülkede kayıtlı olmayan ve Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu taşıyan bireyleri kapsıyordu. Bu sayı 103 bin olarak açıklandı.

Ancak son olarak, Yüksek Mahkeme Başkanı –aynı zamanda Seçim Kurulu Başkanı– 216 bin seçmenimiz olduğunu ilan etti.

Peki dışarıdan gelen nüfus ne kadar? 2023 yılında örneğin, adaya kaç kişi geldi?

Sadece 2023 yılına baktığımızda, istatistiklere göre 23.721 yeni işçi adaya gelmiş durumda. Ancak bu sayılar genellikle çok güvenilir değil; açıklanan verilerin kesinliği tartışmalı. Biraz geriye gidersek: 1974’te nüfus dağılımı yaklaşık şöyleydi: Kıbrıslı Rumlar yüzde 80, Kıbrıslı Türkler yüzde 27 oranındaydı. Bu da Kıbrıslı Türklerin sayısının yaklaşık 120 bin olduğunu gösteriyor. Bugün gelinen noktada, Kıbrıslı Rumların sayısı yaklaşık 1 milyon 100 bin civarına ulaştı.

Kuzey Kıbrıs içinse en son açıklanan nüfus projeksiyonuna göre, öğrenci ve askerler hariç 570 bin kişi yaşıyor. Bu rakamı bizzat Başbakan açıkladı ve “Bizim projeksiyonumuz budur,” dedi. Yani Kıbrıslı Rumlara nüfus bakımından neredeyse yetişmiş durumdayız.

Siz “Kolonizasyon ve işgale son” diyorsunuz. Daha kısa ve net sorayım: Kim işgalci ve Kıbrıs’ta neler yapıyor bu işgalciler?

×Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs’ta bir işgalcidir. Bugün 40 bin askerle adadadır ve 1975’ten bu yana sürekli olarak nüfus taşımaktadır.

Bu süreci belgeleyen önemli çalışmalardan biri, İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Türkiyeli Göçmenler adlı kitaptır. Sema Hanım’ın yazdığı kitapta, göçmenlerin nasıl getirildiği detaylı biçimde anlatılıyor. Tıpkı Osmanlı’nın 1878’den sonra yaptığı gibi, köyler toptan kaldırılıp adaya yerleştirildi. İnsanlara iş vaadinde bulunulmadan sadece “Kıbrıs’ta yer açıldı” denilerek getirildiler.

Röportaj yapılan birçok kişi, o dönemde Kıbrıslı Rumların boşalttığı evlere nasıl yerleştirildiklerini, geldikten sonra bir yıl boyunca devletten maaş aldıklarını anlatıyor. O dönem yaklaşık 60–70 bin kişinin getirildiği, bunlardan 40 bin kadarının kalıcı olarak yerleştiği tahmin ediliyor. Bu süreç 1980’e kadar sürdü. Sonrasında bu kişiler ailelerini de yanlarına aldı.

*Seçmen profili doğrudan değiştirilmiş gibi görünüyor.

Bu, açık bir kolonizasyon projesidir. Demografik yapının sistematik olarak değiştirilmesidir. Ve elbette seçmen profilinin değişmesiyle birlikte seçim sonuçlarına da doğrudan etkisi vardır.

2020 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bunu çok net gördük. Mustafa Akıncı ile Ersin Tatar arasındaki yarışta seçmen yapısındaki bu değişimin doğrudan etkisi vardı. Türkiye, yalnızca demografik değil, altyapısal olarak da Kuzey Kıbrıs’ı kendine bağlıyor: Su Türkiye’den getiriliyor, şimdi de elektrik için aynı planlar var. Her şey Türkiye’ye entegre ediliyor.

Günün sonunda, çok ciddi ve geri dönülmesi zor bir yapısal dönüşümle karşı karşıyayız. Bu arada şunu da söylemek gerekir: Bütün bu tablo içinde Kıbrıslı Türkler kendi topraklarında göçe zorlanıyor.

*Nereye göçertiyorlar? Yerlerini kim dolduracak? Şu anki fotoğrafa bakarak soruyorum.

Yani Kıbrıslı Türkler burada bir yaşam, güvenli bir yaşam, geleceğe dönük bir yaşam bulamıyorlar. O bakımdan ilk dönemlerde, 70’lerde, 80’lerde İngiltere’ye, Avrupa’nın çeşitli yerlerine, İngiltere’ye, Avustralya’ya gittiler. Şimdi şu an dünyanın bütün yerlerine göç var. Özellikle okumaya giden gençlerin %90’ı dönmüyor. Kim geliyor yerine? Türkiye’den insanlar geliyor. Ve maalesef yeni gelenler, -en üzgün olduğumuz kısım- yeni gelenlerin başka kaybedecek bir şeyi olmadığı için kölelik koşullarında çalıştırılıyorlar. Yani örneğin biraz önce Tayyip’in yapacağı yolu konuştuk, o yol bitsin diye. Gazetelerde çarşaf çarşaf var haberleri. İnsanlar nöbetleşe beton döktüler ve arabalarda uyuyan, arabalarda sabahlayan mühendisler, işçiler oralarda o yolu bitirmeye çalıştılar.

*Enteresan, yani daha önceden planı programı yapılmamış, o geliyor diye gece gündüz nöbet tutarak bitirdiler. Bitti mi peki gerçekten?

Şimdi bitme dediğiniz bir şeyin üzerine toprağın üzerine asfalt döktüğümüzde bitiyorsa bitti o yol güvenliği etrafı işte. Şeylerin çizimi de çok güzel yapıldı. Çiçek gibi. Tabii o ne kadar tutacak, kaç zaman tutacak bu sıcakta falan onu bilmiyorum artık. Boyası yapıldı, yeni bir boya yapıldı. Şöyle söyleyeyim, bir önce gelip açılışını yaptığı Kuzey çevre yolunda şu aşamada en fazla trafik kazasının olduğu kısımdır. Niçin diye soracak. Çünkü Kıbrıs’ta trafik Türkiye’ye göre terstir. İngiltere’deki trafik sistemi vardır burada.

Ve yolları yapan Türkiyeli mühendisler, yol eğimlerini de yol haklarını da tümden Türkiye’ye göre projelenirmiş. Ama biz burada arabaları İngiltere’deki gibi kullanıyoruz: Yani direksiyonlar sağda ama yol işaret ve kuralları solda…

*Ama bu ciddi bir mühendislik problemi. Hiç uyaran olmamış mı? Bir Aziz Nesin hikayesi okur gibi dinliyorum sizi şu an.

Daha önce de konuşuldu, hep konuşuluyor ama yol yapmaya devam ediyorlar. Yani, “Yola karşı nankörlük yapalım” diyemeyiz. Tabii ki bu yol yapılmalı. Ama çok ilginç bir durum var. Her şeyde olduğu gibi, bu konu da tam bir absürtlükle dolu

Geçen sefer de Türkiye büyük bir su kanalı yaptı, Mesarya Ovası’na su taşıyacaklar. Ama şu an Kıbrıs’ta ciddi bir kuraklık var ve 2045 yılına kadar yetmesi öngörülen suyu kullanıyoruz. Bu arada, her 2-3 yılda bir, kanalın bazı bölümleri açılıyor ve törenle kutlanıyor. O boruyu kim kullanacak, kimse bilmiyor.

*Ekonomik olarak Kıbrıs ne durumda? Ne üretiyor ne tüketiyor? Dışa bağımlı mı, yoksa kendi kendine yetebilen bir ekonomi mi?

Geçmişte işler farklıydı. Özellikle Amerika’nın büyük şirketleri, Kıbrıs’ın tütününü alırlardı. Kıbrıs’ın tütünü çok kaliteli ve dünya çapında biliniyordu. Narenciye üretimi ise önemliydi; erken yetişen ürünler dünyaya hızlıca giderdi. Kıbrıs, 70’lere kadar büyük bir narenciye üreticisi olarak tanınırdı. Patates ve havuç da çok talep görürdü. Şimdi bu ürünlerin çoğu yok, narenciye bahçelerinin yerine evler dikilmeye başlandı.

Kıbrıs’ın turizm sektöründe de bir değişim var. Turizm iş gücü, artık Kıbrıslı Türkler tarafından değil, dışarıdan gelen işçiler tarafından sağlanıyor. Kıbrıslı Türkler, sahip oldukları mülkleri kiralayarak geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Gençler üniversitelerde öğretim görevlisi olarak çalışıyorlar ama durum oldukça daralmış. Özellikle Türk lirasının değeri düşerken, Kıbrıs’ta yaşayanlar daha da yoksullaşıyor.  Son birkaç yılda, her geldiğinde yetkililer bizi bir “şey adası” yapacaklarını söylediler ama bu hiçbir zaman gerçek olmadı. Yani hiçbir “şey” olamadık maalesef.

*İmaj mı tazelenecek “bir şey” adası olursa eğer? Kara para, kumarhane ve mafya ön planda sanki.

Bir ekonomist arkadaşım bana şöyle demişti: “Aklından kayıt dışı parayla ilgili bir rakam geçir. Sonra o rakamı üç ya da dört ile çarp.” Yani Kuzey Kıbrıs’ta dönen kara para miktarı tahminlerin çok üzerinde. Gerçekten de ciddi boyutta bir kara para trafiği söz konusu.

Bu paranın dolaşımı ekonomiyi görünürde canlı tutuyor: Her yerde yeni oto galerileri açılıyor, yeni restoranlar, kafeler, kahveciler kuruluyor. Yani yüzeyde bir hareketlilik var. Ama bu hareketliliğin kaynağı, çoğu zaman bu kara paranın aklanmasıyla oluşan suni bir refah.

*Kara para derken ne kadarlık bir hacimden söz ediyoruz? Peki, şu anda Kuzey Kıbrıs’ta kaç kumarhane var? Seks köleliğinin olduğu merkezlerin sayısı biliniyor mu?

Bu konuda net bir veri yok. Çünkü bu alanlar tamamen kayıt dışı işliyor ve elimizde güvenilir istatistikler bulunmuyor. Ancak bu sadece bizim değil, uluslararası kuruluşların da yıllardır dikkat çektiği bir mesele. Örneğin Amerikan Elçiliği’nin hazırladığı resmi raporlarda bu sistemden açıkça söz ediliyor. Üstelik bu sadece basit bir suç ağı değil; üst düzey siyasilerin de içinde yer aldığı bir sistemden bahsediyoruz.

Her yıl bu mesele gündeme gelir, çeşitli tepkiler olur ama kimse “Böyle bir şey yok” diyemez. Mesela yıllardır adı geçen bir isim de Serdar Denktaş’tır. Geçtiğimiz günlerde, “Benim değil,” dedi ama kamuoyunda onun da bu yapıların bir kısmında hissesi olduğuna dair yaygın bir inanç var. Herkesin bildiği ama kimsenin resmîleştiremediği bir durum söz konusu.

Kumarhane sayısı sürekli değişiyor. Her yıl yeni düzenlemelerle hem sayı hem de sınırlar yeniden belirleniyor. Bir dönem 20’nin üzerinde kumarhane vardı. Ancak bu iş sadece kumarhanelerle de sınırlı kalmıyor. Şimdi dikkat çeken başka bir gelişme var: Kumarhane sahipleri, aynı zamanda üniversite de açıyor. Yani bir kişinin hem kumarhanede hissesi var hem de üniversite sahibi.

Böylece kumarhane ve üniversite yan yana, “kardeş kurumlar” gibi ilerliyor. Sanki bu tamamen normal bir şeymiş gibi sunuluyor. Ama hem eğitimin hem de ekonominin bu yapılar üzerinden şekillenmesi, uzun vadede ciddi toplumsal ve yapısal zararlar veriyor.

*Çok çok enteresan bir şey söylediniz. Öğrenciler stajını kumarhanede mi yapıyor yani? Bu röportaj çok başka bir yere doğru ilerliyor.

Şu an bazı yetkililer inkâr ediyor. Ama tabloya bütüncül baktığınızda durum çok açık.

Örneğin Falyalı’nın sahip olduğu bir otel varsa, o otelin aynı zamanda bir de yat limanı vardır. Ve bu yat limanlarıyla ilgili devlet izni alınmış, hukuki prosedürler tamamlanmış. Ama ortada tek bir yat bile yok. Yat limanı var, yat yok. Buna rağmen kuzey sahil şeridinde bir anda beş yeni yat limanı inşa edilmeye çalışılıyor. Ne yapmaya çalışıyoruz? Görünürde kötü bir şey değil tabii; “Yatlar gelecek” deniyor. Ama bu altyapının kimin, ne amaçla kurulduğu ciddi biçimde sorgulanmalı.

Şu anda 30’un üzerinde üniversite açılmış durumda ama öğrenci yok. Diğer yandan, bu üniversitelerin çoğunun sahipleri aynı zamanda kumarhane patronları. Bu tablo bize çok şey anlatıyor. Eğitim ve kumarhane sektörü iç içe geçmiş halde; bu da zaten başlı başına bir çarpıklık göstergesi.

×Rahmetli Sırrı Süreyya Önder’in Meclis kürsüsünden yaptığı o çok çarpıcı konuşmayı hatırlıyorum. Türkiye’den Kıbrıs’a su getirilmesini savunurken şöyle demişti: “Evet, doğrudur. Kıbrıs’a çok su lazım olacak. Çünkü Türkiye’nin kalın bağırsağı olarak kullanılan bir yere, temizlik için çok fazla su gerekir.”

Kıbrıs bugün maalesef tam da bu benzetmeye uygun hale geldi. Türkiye’deki mafyatik ilişkiler, yasa dışı yapılar, kara para trafiği -hepsi bir şekilde Kıbrıs’a akıyor. Bu ada, Türkiye’nin “kalın bağırsağına” dönüştürülmüş durumda.

*Türkiye’de halklar Kıbrıs’ı nasıl görüyor sizce? Bir de, bu röportajı hazırlarken aklıma şu geldi: 1974’ten bu yana 51 yıl geçti. Bu “yavru” neden hâlâ büyümedi? Hâlâ ‘yavruluk’ meselesi üzerinden mi kuruluyor bu ilişki?

Ortada aslında bir “yavru” falan yok. Bu hikâyenin esas adı 1957’de konuldu. Bunu bugün Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kendi içinden çıkan yayınlarda da açıkça görüyoruz. Bu projenin adı: “İstirdat”, yani kaybedilen toprağın geri alınması.

Türkiye, o tarihten itibaren Kıbrıs için bir plan geliştirdi ve bunu adım adım uyguladı. İsmi konulmuş bir plandı bu. Yani yıllardır Türkiye’nin “istirdat planı” dediğimiz o otoriterleşme hattının, Kıbrıs üzerinden dışarıya taşınmış hâli. Hükümetler zaman zaman Avrupa’yla uyumluymuş gibi görünmeye çalışsalar da, bu kolonizasyon projesini sistematik biçimde yürüttüler ve hâlâ da sürdürüyorlar.

Bu nedenle biz de meseleye yalnızca bir işgal ya da siyasi kriz olarak değil, doğrudan bir kolonizasyon süreci olarak bakıyoruz. Bu plan savunulurken Türkiye’de sürekli bir milliyetçi hamaset devreye giriyor. “Milli dava” söylemiyle toplumu konsolide etmeye çalışıyorlar. Ancak anlatılanların büyük bölümü -yüzde 90’ı- gerçekle örtüşmüyor.

Kıbrıs tarihi Türkiye’de yanlış öğretiliyor. Üstelik yalnızca halk değil, Erdoğan’ın yakın çevresi bile Kıbrıs’ın tarihini bilmiyor. Geçenlerde bir fotoğraf paylaştılar. 1964’te Kıbrıslı Rumların operasyonla ele geçirdiği bir bayrağı, Erdoğan ve ekibi 1974’ün yıldönümünde gururla sallıyordu. Fotoğrafta kimin olduğu bile bilinmeden, bu bir “zafer kutlaması” olarak servis edildi. Oysa tam tersi bir sembol o.

Düşünün ki 1956’da Türkiye hükümeti “Kıbrıs bizim meselemiz değildir” diyordu. Ama 1957’den sonra, adım adım bir proje devreye sokuldu. Bugün hâlâ sürdürülen resmi politikadır bu.

*Sol siyasetin söylemi ne, ne isteniyor, itirazları hep « devlet » sözlüğüne göre mi?

Ben hep söylüyorum: Ermeni meselesine nasıl bakıyorlarsa, Kürt meselesine nasıl bakıyorlarsa, Kıbrıs meselesine de o şekilde yaklaşıyorlar. Türk milliyetçiliğinin omurgasına oturtulmuş bir mesele bu. Ve maalesef, kendini solcu ya da demokrat olarak tanımlayanlar bile bu noktada çoğu zaman aynı söyleme kayabiliyor. “Kıbrıs’ta bizim de haklarımız var” gibi söylemlerle, Kıbrıslı halkların taleplerinin önüne geçiliyor.

Ben her zaman arkadaşlara da soruyorum: “Tam bağımsız Türkiye” diyorsunuz, peki neden “tam bağımsız Kıbrıs” bir sorun olsun?

Ama Türkiye’nin “milli çıkarları” söylemi devreye girdiği anda, en demokratik görünen sohbet bile bir noktada tıkanıyor. Bu çok üzücü. 2003’te Barışarock etkinliğine gittiğimizde Irak işgaline karşı sloganlar atılıyordu. Bizim arkadaşlar da “Irak’ta işgale hayır” derken eklediler: “Kıbrıs’taki işgale de hayır!” Ve bir anda kavga çıktı. Irak işgaline karşı çıkmak tamam ama Kıbrıs’taki işgali konuştuğunuzda işler değişiyor.

Maalesef, Türkiye’deki birçok demokrat kesim bile bu konuda sorunlu. Hâlâ meseleyi bir “milli dava” çerçevesinde görüyorlar. Elbette içlerinde bizimle birlikte bu mücadeleyi sürdüren dostlarımız, yoldaşlarımız da var. Ama geniş kesim açısından baktığınızda, resmi politika sorgulanmadan sürdürülüyor.

AKDENİZ ÇILGINLARIN COĞRAFYASINA DÖNDÜ

*“Bu adanın ihtiyacı olan barıştır. Yeniden birleşmedir. Daha fazla silaha değil, barışa ve insanlığa ihtiyacımız var” dediniz. Biraz açar mısınız?

Kıbrıs’ta bugün 40 bin asker var ve bu sayı artmaya devam ediyor. Fransızlar, İtalyanlar, Amerikalılar derken, Doğu Akdeniz’deki gaz yatakları bahane edilerek silahlar yığılıyor. Kuzey’de ve Güney’de liderler ABD ile yeni silah anlaşmaları peşinde. Oysa biz biliyoruz ki bu sorunun silahla çözülmesi mümkün değil.

Gazze’yi unutmayalım. Suriye’yi, Ukrayna’yı düşünelim. Eğer bir an bile silahın ne anlama geldiğini unuttuysak, sadece oralara bakmamız yeterli. Kıbrıs’ta binlerce insan kayboldu, öldü, hâlâ kayıp olanlar var. Bu adada yaşanan savaş büyük bir yıkımdı. Biz bu yıkımın tekrar yaşanmaması için barışı savunuyoruz. Bu, aklı başında bir toplumun yapacağı şey değildir. Gerçekten, Akdeniz artık çılgınların coğrafyasına döndü.

*Kıbrıs yeniden birleşebilir mi?

60 yıl geçti. 1964’te Kıbrıslı Türkler geri çekildiğinden bu yana çok şey değişti ama hâlâ çözüm mümkün. Herkesin üzerinde uzlaştığı çerçeve; iki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayanan bir federal yapı hâlâ geçerliliğini koruyor. Bu yapı işleyebilir. Annan Planı döneminde bunun pek çok yönü zaten denendi. Yeniden birleşme gerçekleşirse, Kıbrıs Avrupa Birliği’nin uç noktası olacak. Ortadoğu’ya açılan bir kapı haline gelecek. Bu da sadece siyasi değil, ekonomik refah açısından da büyük bir olanak sunar.

×Bahsettiğimiz çözüm gerçekleşirse, gençler için çok daha güvenli, çok daha yaşanabilir bir gelecek mümkün. Aksi hâlde bu işin adı savaş olur. Silaha dayanan her denklem, bir gün patlar. Ortadoğu’da bunun sayısız örneğini gördük. Gazze’de yaşananlar hâlâ gözümüzün önünde. O yüzden bizim çağrımız net: Barış.

Erdoğan’ın sürekli gündeme getirdiği “iki devletli çözüm” önerisi ise gerçekçi değil. Bu küçücük ada üzerinde iki ayrı devlet kurmak ne mantıklı ne de uygulanabilir. Türkiye’nin talep ettiği şey şu: “Kıbrıs’ın bir kısmı Avrupa Birliği’ne girsin, ama bir kısmı benim kontrolümde kalsın.” Aslında mesele bu. Ama bu öneri uluslararası hukukta hiçbir karşılık bulmuyor.

Üstelik Türkiye’nin bu tutumu kendi imzaladığı anlaşmalara da aykırı. 1959’da imzalanan Kıbrıs Anlaşması’nda Türkiye, adanın toprak bütünlüğünü garanti ettiğini açıkça beyan ediyor. Bu garantiyi Kıbrıs Cumhuriyeti için veriyor. Şimdi ise bu anlaşmadan geri adım atıyor. Yani kendi imzasını tanımıyor. Biz “işgal” dediğimizde “marjinal” ilan ediliyoruz ama Erdoğan kendisi bağırarak “işgalciyim” diyor. O yüzden bu adada barış mümkündür ve barış şarttır. Aksi takdirde bu ada hepimiz için bir cehenneme dönebilir.

Benzer Haberler