Mert YILDIRIM
Somaspor- Bursaspor karşılaşmasında yaşananlar, futbol sahalarında sıkça rastlanan “kontrolsüz taraftar taşkınlığı” olarak geçiştirilemeyecek kadar siyasal, ideolojik ve planlıdır. Leyla Zana’ya yöneltilen ağır küfürler, ne bireysel bir öfkenin ne de maçın tansiyonunun ürünüdür. Bu saldırı, hem kadın kimliğini hem de Kürt siyasal temsiliyetini aynı anda hedef alan bilinçli bir linç pratiğidir. Elbette, bu iğrençlikler yeni değildir.
Türkiye’de bazı futbol tribünleri, yalnızca birer spor mekânı değil; devlet ideolojisinin alt-kültürel kodlarla yeniden üretim alanlarıdır. Burada sergilenen ırkçılık ve cinsiyetçilik, toplumsal sapma değil; tarihsel bir siyasal sürekliliğin güncel biçimidir.
Tribünlerde ortaya çıkan şiddet dili çoğu zaman “kontrolden çıkmış kitle psikolojisi” ile açıklanır. Oysa özellikle Kürt siyasal aktörleri hedef alan saldırılarda bu açıklama yetersizdir. Zira: Hedefler rastgele seçilmez, simgeler bilinçlidir ve söylem süreklidir.
Amedspor’un deplasman maçlarında yıllardır karşılaştığı ırkçı saldırılar, bunun en somut göstergesidir. Burada söz konusu olan, rakip takıma duyulan sportif husumet değil; Kürt kimliğine yöneltilmiş kolektif bir nefret tezahürüdür.
Tribün, bu anlamıyla, bastırılmış bir “sivil alan” değil; resmî ideolojinin denetimsiz konuşabildiği bir boşluk işlevi görür.
Kontrgerilla Simgeleri ve Şiddetin Normalleştirilmesi
Tribünlerde açılan Mahmut Yıldırım posterleri, “Beyaz Toros” göndermeleri ya da faili meçhul cinayetleri ima eden pankartlar, sıradan provokasyonlar değildir. Bunlar: Devlet şiddetinin meşrulaştırılması, hukuksuzluğun kahramanlaştırılması, Kürt siyasetine gözdağı verilmesi amacı taşır.
Faili meçhul cinayetlerin sembollerinin bir spor karşılaşmasında alkışlanabilmesi, ancak şiddetin tarihsel olarak cezasız bırakıldığı bir siyasal kültürde mümkündür. Tribün, burada bir hafıza mekânı gibi çalışır: Devletin kirli geçmişi inkâr edilmez, tersine sahiplenilir.
Müzakere Süreci Ve Karşı-Toplumsal Mobilizasyon
Özellikle çözüm/müzakere süreci sonrasında tribünlerde Kürt önderliğinin şahsında Kürt halkına yönelen küfürlerin artması, rastlantı değildir. Barış ihtimali, bu milliyetçi/ırkçı çevreler açısından bir “tehdit”tir.
Çünkü barış: Şiddet üzerinden kurulan kimliği bozar, devlet içi kutsal hiyerarşileri sorgulatır, milliyetçiliğin ve ırkçılığın zemini ortadan kalkar, demokratik ortamı oluşturur, Kürt siyasal öznesini meşrulaştırır.
Bu nedenle tribünler, barış fikrine karşı bir karşı-toplumsal mobilizasyon alanı hâline getirilmiştir.
En son yaşanan saldırı cinsiyetçi ve etnik nefret içerikli çifte saldırıdır.
Leyla Zana’ya yöneltilen saldırının özgül ağırlığı burada yatmaktadır. Zana yalnızca Kürt değil; aynı zamanda kadın mücadelesinde siyasal bir semboldür. Bu nedenle saldırı iki eksende ilerlemiştir: Kadın bedenini aşağılayan cinsiyetçi dil, Kürt siyasal temsilini hedef alan etnik nefret.
Bu, tribün faşizminin en çıplak hâlidir: Kadın düşmanlığı ile etnik inkârın birleştiği noktadır.
Neo-İttihatçılığın Güncel Tezahürü
Burada karşımıza çıkan zihniyet, basit bir milliyetçilik değildir. Bu, neo-İttihatçı bir sürekliliktir. Yani: Devleti toplumun üstünde kutsayan, farklılığı tehdit olarak gören, şiddeti “kurucu irade” sayan bir siyasal mirasın güncel versiyonu.
Futbol tribünleri, bu mirasın yeniden dolaşıma sokulduğu, sorgulanmadan alkışlandığı alanlardır. Çünkü bu alan bunun için uygundur. “Ani bir heyecanın sonucu ” olarak lanse edilir. Makul gösterilir.
Sonuç
Bursaspor–Somaspor maçında yaşananlar ne münferittir ne de apolitiktir. Bu olay: Tribün faşizminin, derin devlet sembolizminin, neo-İttihatçı ideolojik sürekliliğin aynı anda görünür olduğu bir momenttir.
Leyla Zana’ya yöneltilen küfürler, yalnızca bir kişiye değil; kadın siyasal öznesine, Kürt halkına ve barış fikrine yöneltilmiştir. Bu nedenle mesele futbol değil; hangi toplumda yaşamak istediğimiz sorusudur.



