BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Namık Kemal Dinç yazdı |

Kürt Misak-ı Millisi

Namık Kemal Dinç yazdı |

Türklük, Kürtlük, Türkiyelilik-6

Namık Kemal DİNÇ

Geçen yazıda söylediğim gibi Nisan 1923 ile Nisan 1924 arasında geçen bir yılda ne yaşandıysa yaşandı ama sonuçta tekçi bir ulus ve devlet inşası kararı galip geldi. Bu kritik zaman aralığında, “Kürtlerin hiç müdahilliği olmadı mı?” sorusu da doğal olarak akla gelmekte.

Dönemin Kürt aydın ve siyasetçileri, bu gelişmeler hakkında hiçbir şey yazmadı mı sorusu haklı ve yerinde bir soru? Elimizde, doğrudan bu sürece müdahil olmaya çalışan bir mektup-risale (broşür) mevcut. 14 Eylül 1923 tarihli mektubun başlığı “Kürtler Türklerden Ne İstiyor?”.

Türkiye’nin Kürt meselesinde (ismini tam olarak böyle zikretmesi de ayrıca dikkate şayan) bir yol ayrımında olduğunu dile getiren metin; izlenecek muhtemel yolların akıbetini tasvir etmekle kalmamış, Kürtlerin ne istediklerini de ortaya koymuştur.

“Kürtler Türklerden Ne İstiyor?”

Bu başlıktaki metni kaleme alan dönemin önemli Kürt aydınlarından Dr. Şükrü Mehmet Sekban’dır[i]. Metni bir mektup gibi düşünerek hemşehrisi, Diyarbakır mebusu, aynı zamanda Nafia (Bayındırlık) Bakanı olan Fevzi Pirinççizade’ye hitaben yazmıştır.

Dr. Şükrü Mehmet Sekban

O vakit Beyrut’ta olan Sekban, Fevzi Beye öncesinde 3 mektup göndermiş ama yanıt alamamıştır. Bu sebeple olmalı ki, 31 sayfayı bulan bu dördüncü mektubu gönderip üç ay beklemiş ve yine cevap alamayınca kamuoyuyla paylaşma ihtiyacı duymuş. Bir risale (broşür) ebadındaki mektubu matbaada bastırarak yayınlamış, kamuoyu vasıtasıyla siyaset yapıcılar üzerinde etkili olmak istemiştir.

Dönemin diğer Diyarbakır mebusu Zülfü Tigrel’e de mektup göndermiş ama ondan da yanıt alamamıştır. Zülfü Bey, Lozan Konferansı’na ilk turda giden heyetin içindedir. Ancak Nisan 1923’te başlayan ikinci tur görüşmelerine dâhil edilmemiştir[ii].

Pirinççizade Fevzi Bey kimdir?

Ziya Gökalp’in dayısının oğlu olan Fevzi Bey, Osmanlı Mebusan Meclisi’nde 3 dönem Diyarbakır mebusluğu yapmıştır. Ermeni kırımına iştirak ettiği gerekçesiyle İngilizler tarafından Malta’ya sürülmüş; Malta dönüşü yeniden mebus seçilmiş, I. ve  II. dönem TBMM’de hem Diyarbakır mebusluğu hem de Nafia (Bayındırlık) Bakanlığı yapmıştır.

Şükrü Beyin anlatımlarından, aralarında yakın bir dostluk olduğu sonucu çıkmakta. Pirinççizadeler, Diyarbakır’ın nüfuzlu, hanedan olarak tanımlanan, ileri gelen Kürt ailelerinden biridir. İttihatçı-Kemalist bir çizgide siyasal pozisyon alan aile, Cumhuriyet yıllarında önemli oranda batıya göç etmiş ve Kürtlükle arasına mesafe koymuştur.

Mektuplarına cevap alamamış olmasından dolayı gücendiğini belirten Şükrü Bey, tekrar mebus seçilmesini ve ikinci kez bakanlık görevine getirilerek, devam etmiş olmasını tebrik eder, başarı dilekleriyle birlikte bundan övünç duyduğunu yazar.

Kürt meselesi, yarının önemli bir sorunudur

Şükrü Bey mektubunda siyasetten bahsedeceğini, bir bakanın “siyasetten hoşlanmam” diyemeyeceğini, eski bir dostun, bugünün olmasa bile yarının bir meselesine dair görüşlerinin okunmaya değer olduğunu söyler. Yani açıkça, Kürt meselesinin yarının önemli bir sorunu olarak önlerinde durduğuna işaret eder.

Arnavutluk ve Araplık meselelerinin Osmanlı Hükümetine neye mal olduğunu Fevzi Bey ve arkadaşlarının çok iyi bildiğini hatırlatır ve Kürt meselesinin “benzerlerinden hiç aşağı olmadığını” söyleyerek, çözüm bulma kudretinde olduklarını belirtir.

Kendi tabiriyle “bir Kürt, kavrayışlı, samimi ve vefakâr bir Türk sempatizanı olarak” görüşlerini açıklamak için yazdığını söyler. Bu kapsamda yakın geçmişte yaşananlara değinmenin kendisi için bir zorunluluk olduğunu dile getirir. 1918’den başlayarak geçen sürede yaşananları (Kürdistan Teali Cemiyeti, Kuvayı Milliye, Sevr Antlaşması, Afyonkarahisar Savaşı vb) anlatır[iii].

Sadede gelmeden önce; Mustafa Kemal’le Anafartalar Savaşı’ndan itibaren bir arkadaşı vasıtasıyla tanıştığını, askeri yetenekleri kadar, siyasi cesaretine de güven duyduğunu belirtir. Bu kadar zahmete katlanmasının sebebi olarak da Türklerin ve Kürtlerin gelecekteki ilişkisinin nasıl olması gerektiğine dair fikirlerinin önemine işaret eder. Bu fikirlerin doğruluğundan ve halisliğinden şüphe duyulmasın ister.

Kendisini bu fikirleri yazmaya sevk edenin ise II. TBMM’nin açıldığı günden (11 Ağustos 1923) itibaren Kürdistan’a ilişkin bir açıklama beklentisi olduğunu söyler. Yani, Kürtlere dair yeni meclisin politikasının ne olacağını öğrenmek için beklediğini ama hiçbir açıklama yapılmadığını ve bunun üzerine yazmaya karar verdiğini belirtir.

Hakikati ortaya koymanın vakti geldiğini söyleyerek, Kürtlerin Türklerden ne istediğini izaha geçer:

“Türklerin siyaseti ne olabilir?”

Önce, Türklerin siyasetinin ne olabileceğini izahla başlar. Sonrasında Kürtlerin ne istemesi gerektiğini açıklayacağını belirtir. Türklerin, Kürt meselesinde izleyeceği dört siyaset olduğunu söyleyerek, bunları sıralar ve sonrasında da bu politikaları değerlendirir:

  1. Türkiye sınırları içindeki Kürtleri, Osmanlı yönetiminde olduğu gibi kendi haline terk etmek,
  2. Türkleştirme politikası izlemek,
  3. Panturanizm gayesini takip ederek imha ve tehcir politikasını sürdürmek,
  4. Kürtleri bir millet olarak tanıyıp, uygun çözümler ortaya koymak.

Kürtlerin, Osmanlı idaresindeki gibi kalırlarsa zararlı olacaklarını, kimseye faydaları olmayacağı gibi her şeye alet olabileceklerini belirtir.

Türkleştirme politikasının sonuç alma ihtimali olmadığını söyler. Hatta, Ziya Gökalp gibi bunun gerçekleşeceğine kani olsaydım, “kendimi çok mutlu sayardım” der. Kılıç zoruyla asimile edilemeyen Kürtlerin, Türk kültürü ile asimile edilmesinin mümkün olmadığını savunur. Almanların bilim gücü, yüksek kültürü ve büyük meblağlı eğitim desteğiyle Lehleri asimile edemediğini; bu milletler çağında Türklerin Kürtleri asimile edebilmesinin bir hülya olduğunu söyler. Komşu ülkelerin ve dış güçlerinde buna müsaade etmeyeceklerini, her fırsatta bunu kullanmak isteyeceklerini belirtir.

Üçüncü siyaset olarak; zorla asimilasyon ve imha politikası, belki mümkündür. Gelişmiş savaş teknolojisi karşısında Kürtler kendini savunamayabilir. Belki Ermeni tehciri kadar kolay olmaz ama uygulanabilir. Fakat bunun bir faydası olmaz, imhanın ardından burayı kim imar edecek? Üç milyon zinde, her türlü yeteneğe sahip bir halkı imha etmek bir şey kazandırmaz. Onların yerine iskânla göçmen yerleştiririz deseniz de, ne mali açıdan ne coğrafi açıdan bunun sonuç alması mümkün değildir. Türklerin kendileri için canlarını vermeye hazır Kürtlere bu muameleyi reva görmeyeceklerini, bunun korkunç bir kâbus olacağını belirtir.

Dördüncü siyaseti; “Kürdü bir millet olarak tanımak ve siyasi haklarına hürmet etmek” şeklinde tarif eder. Kürdün millet olarak tanınmasının medenileşme ve gelişmesine katkı sunacağını ve bundan kazanç sağlayanın öncelikle Türkler olacağını savunur. Kürtlerin hem zenginlik kaynaklarından hem de askeri becerilerinden faydalanacaktır, der. Bunun için iki milletin ortak amaç ve görevlerine itinalı yaklaşmasının öneminin altını çizer.

Tam bu noktada Şükrü Bey çok önemli bir tespitte daha bulunur: “Türkler, Kürtlerin haklarına riayet etmekle öncelikle iç işlerini her türlü kargaşadan korumuş olacaktır”. Yüzyıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin huzur bulmamasının membaına işaret eden bu tespit, aynı zamanda dış politikadaki zafiyetini, Kürtleri inkârın acı faturasını da göstermektedir.

Bu tespitin ardından II. Meşrutiyet dönemindeki siyasi durumları tasvir etmekte; Kürtlerin hiçbir zaman ayrılıktan yana olmadığını, İttihatçıların daha Türkçülüğü alevlendirmediği bu dönemde Kürt ve Türk’ün eşit olduğunu, Osmanlı tabirinin “devlet adı” olarak herkesin taraftarlığına ve sevgisine sahip olduğunu anlatmaktadır.

Ancak, bugün izlenen Türkçülük siyaseti nedeniyle Kürdün buna dâhil olması mümkün değildir. Kürt’ten daha geri milletler bağımsız olurken, isteyerek Türk camiasına girmeleri mümkün değildir. Cihan Harbine katılanlar arasında bir tek Kürtler, İran, Türk ve Irak devletleri arasında bölünmüş ve kendi milli kaderine sahip olamamıştır. Bu bölünmüşlük ileride büyük sorunlara neden olacaktır.

Bu noktada önünde iki yol bulunmaktadır. Ya meclis, Kürtlerin haklarını tanıyacaktır ve Kürtler uyumlu bir şekilde yaşayacaktır ya da Kürdistan’ın parçalarından her hangi biri siyasi organ niteliği kazanacak, diğer iki kısmı da zahmetsizce ilhak edecektir. “Bir tehlike ve bir menfaat teşkil eden bu iki şıktan evvelkisi şüphesiz tercih edilmeye değer” diyerek, kendi tercihinin hangi istikamette olduğunu ortaya koyar.

Buradan hareketle, kendi tabiriyle “hem Kürt’ün gelişmesine elverişli hem de Türk’ün zararına olmayacak” bir yönetim biçimi Kürdistan için ne olabilir sorusuna kafa yorar. Pek çok siyasi biçim bulunabileceğini söyler ve Bavyera, Saksonya benzeri bir hidivlik ya da Cebeli Lübnan Mutasarrıflığı örneklerini verir. İtiraz edecek Türklerin bağımsızlığın bir hak olduğunu görmesi gerektiğini, Kürtlerin Türklerden ayrı yaşamak istemediğini, ama hasbelkader Türk milli camiasında yer almak milli gururumuzu zedeler, gelenek dairesinde gelişimemizi engeller, der.

Kürt Misak-ı Millisi

Şükrü Bey, biz Kürtler de, “milli dilimize hâkim ve çalışmalarımızın ürünlerini tasarruf etmek”[iv] istiyoruz diyerek, Kürt Misak-ı Millîsinin bu cümlede saklı olduğuna vurgu yapar. Dil vurgusuyla kültür ve kimliğin tanınmasını ve bu milli kimlik doğrultusundaki çabaların, gelişmesinin engellenmemesini talep eder.

“Biz Kürtler ne tac ve taht peşindeyiz, ne de milli ananemizden ayrılarak saldırgan bir politika takip etmek fikrindeyiz. Kıyamete kadar bu amacımızın gerçekleşmesinin karşısında kim olursa olsun onunla uğraşacağız; bir fert bile kalsak vazgeçmeyeceğiz. Yaşama hakkını isteyen milletler, dışardan ne kadar çaresiz ve güçsüz görünürlerse görünsünler, iş başında her biri bir kaya parçası kesilir”. Bunun en somut örneği Türklerdir der ve “Türk için yüce ve kutsal olan bu varlığı Kürt için istemek cinayet mi olur, yoksa hâyâl mi? diye sorar.

Bu noktada herkesi memnun edecek çözümün TBMM tarafından kabul edilen esaslar ve kanunlar çerçevesinde mümkün olduğunu belirtir. Yani, yeni bir yasal düzenlemeye ihtiyaç olmaksızın çözümün mevcut mevzuat içerisinde bulunabileceğini söyler ve altını önemle çizmek gerekir ki, ilk referans kaynağı Misak-ı Millinin birinci maddesi olurken, ikincisi 1921 Anayasası olur.

Misakı Millînin birinci maddesindeki “ … bir takım dini ve kültür bağlarıyla birbirine bağlı ve aynı amaç ile duygulanan unsurlardan oluşan ve işgal çizgisinin ötesinde ve berisinde sakin Osmanlı ve Müslüman çoğunluğuna sahip halk etnik haklar ve toplumsal şartlarına karşılıklı hürmetkâr olmak şartıyla hiç bir bahane ile fiilen ve hukuken ayırım kabul etmezler” ibaresinden hareketle Türk’ten gayri etnik grup olarak bahsedilenin Kürtler olduğunu söyler. Bu ibareden hareketle Kürtlerin dillerinin, etnik haklarının ve hukukunun tanınması gerektiğini belirtir.

Çözümün ikinci referans kaynağının, o günlerde hâlâ yürürlükte olan 1921 Anayasası’nın vilayet idaresine dair kanun maddeleri olduğunu belirtir. Yerelde muhtariyeti öngören bu maddelerin uygulamada şöyle işletilebileceğini dile getirir. Anayasa’nın 22. maddesinde vilayetlerin aralarındaki iktisadi, toplumsal münasebetlere dayanarak umum müfettişlikler kurulabilir, denilmektedir. Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu vilayetlerin bir umum müfettişlik mıntıkası olarak belirlenebileceğini, 23. maddeye istinaden de merkezle ilişkileri umum müfettişin yürütebileceğini belirtir.

Ancak, 22. maddeye bir ek yapmak gerektiğini söyler. Buna göre umum müfettiş Kürt olmalıdır. Bu Kürt müfettiş, devlet yöneticileri arasından veya meclisteki mebuslar arasından seçilebilir. Umum müfettişin seçimi de azli de Millet Meclisi tarafından yapılır. Bu şekilde hem Kürtlerin milli gelişimi sağlanır, hem merkez ile yerel arasında uyum sorunu olmaz, hem de ayrılık tohumların ekilmesinin önüne geçilir.

Şükrü Bey, mevcut yasal mevzuatta, umum müfettişlik maddesine yapılacak bir ek ile çözüm önerilerini tamamlar. Buna göre umum müfettişlik bünyesinde landtag benzeri bir eyalet parlamentosu oluşturulmalıdır. “Umumi Müfettişlik bölgesi dâhilinde yapılacak genel seçim ile seçilen mebuslar Umumi Müfettişlik yönetim merkezinde Vilayet Büyük Genel Meclisi adıyla toplanarak, kendi sınır ve yetkileri dâhilindeki kimi kanun ve kuralları ve Müfettiş-i Umûmiliğin bütçesini düzenleyecek ve icra organlarını tayin edecektir”.

Şükrü Bey, bu talepleri Kürt Misak-ı Millisi olarak tanımlar ve somutta şu ifadede dile geldiğini, tekrar pahasına yazar: “Kürt, lisanına hâkim ve çalışmalarının ürününü tasarruf hakkına sahip olmalıdır”. “İki kardeş millet arasındaki kadim dostluk ilişkisi bir yazılı sözleşme ile kuvvet kazanmış olur” der. Ardından, bu samimi ve mütevazı taleplerin Türk milliyetçileri tarafından da kabul edilmesini umduğunu, “Kürt yoktur” teranelerinden vazgeçilmesi gerektiğini söyler.

Bitirmeden öncede, Kürt mebusların en kıdemlisi, duayeni, kabinenin asli üyelerinden biri olan ve kendisini iyi tanıyan kadim dostunun maruzatını icap eden yerlere ulaştırmada yardımcı olacağını umduğunu; Kürt meselesinin ancak Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde halledilebileceğini düşündüğünü belirtir. Milletine karşı sorumluluk duyan fakir bir Kürt olarak bunları yazdığını, Fevzi Beyin ise tarih önünde sorumluğunun daha büyük olduğunu, layık olduğu önemi vermesini rica ederek, mektubunu sonlandırır.

Netice itibarıyla

Dr. Şükrü Mehmet Sekban’ın mektubu; tarihi bir an da, yeni devletin uluslararası arenada tanındığı, isminin konulmasına, istikametinin belirlenmesine ramak kalan, kritik bir karar aralığında, devleti yönetenlerin karşı karşıya kaldığı/kalacağı Kürt meselesine dair, tespit ve çözüm önerileriyle önemli bir müdahillik örneğidir.

Çözüm önerileri için referans aldığı Misak-ı Milli ve 1921 Anayasası’nın ise bugün dahi Kürt cenahında dile getiriliyor olması ayrıca dikkate şayandır. İki halkın tarihi ve kültürel bağlarla birbirine bağlı olduğu, ortak geçmişle birlikte ortak gelecek arzusu, yine Kürtlerin ayrılık istemedikleri ama milli kimliğinden de taviz vermeyecekleri, gerekirse kıyamete kadar mücadelesini verecekleri vurgusu gözden kaçmamalıdır.

Dönemin kurucu elitlerinin bu makul ve mütevazı sese kulak vermedikleri ve izlenecek 4 siyasetten ikinci ve üçüncü siyaset seçeneklerini harmanlayarak, ağır bir tahribata yol açtıkları ifade edilmelidir. Bu tahribattan en çok zarar gören tabi ki hedef haline getirilen Kürtlerdir. Varlığı inkâr edilip, dili yok sayılan ve iskân adı altında tehcir, sürgün ve katliamlarla geçen bir yüzyılı arkada bırakmıştır. Bu tahribat göz ardı edilerek, “hadi gelin sizi milli bünyeye kattık” kolaycılığıyla, gerçekçi bir çözüm geliştirmek mümkün değildir.

Şükrü Beyin 102 yıl önce dördüncü siyasal-seçenek olarak tarif ettiği mütevazı çözüm önümüzde duruyor: Yani “Kürtleri bir millet olarak tanıyıp, uygun çözümler ortaya koymak”. 102 yıl önceden bize seslenen bu makul sese kulak vermemek, içerisinden geçtiğimiz kritik kavşakta çok daha ağır sonuçlara yol açacaktır. Yüzyıl sonra çözüm önerisi sunan tarafların Şükrü Beyin referanslarına dayanması tarihin bir ironisi olmak kadar, bir yüzyılı daha kaybetmemek için kulaklara küpe edilmelidir.


[i] Dr. Şükrü Mehmet Sekban, 1930’lu yıllardan itibaren izlediği siyasal çizgi nedeniyle ağır eleştirilere tabi tutulmuş bir Kürt aydınıdır. İlgili tartışmayı, bu yazının kapsamı dışında tuttum. Zira, burada ele alınan mektubu Kürt siyasal taleplerine duyarlı olduğu bir dönemin ürünü olup, yazıldığı zaman ve bağlam kapsamında değerlendirilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Diğer tartışmanın öne çıkması bu metnin tarihsel öneminin gölgede kalmasına sebep olmuştur ki, dönemini etkili bir şekilde yansıtan metne karşı haksızlıktır.

[ii] Her ikisi de İttihatçı-Kemalist geleneğin içerisinde yer alan bu kişilere gönderilen mektupların gün yüzüne çıkması, belki başka bilgilere ulaşmamızı da sağlayacaktır.

[iii] Konumuzun kapsam ve çerçevesini aştığı için bu bölümleri geçiyorum.

[iv] Osmanlıca transkript hali şöyle: “lisân ı millimize hâkim ve mahsûl sa’yımıza mutasarrıf olmak”.

Mektubun giriş sayfası

 

 

Benzer Haberler