1889’da İstanbul merkezden Musul’a bir talimat gönderilir. Denilir ki, ülkenin her yerinden asker alma işleri düzenli şekilde hayata geçiriliyor ama Musul vilayetinde Êzidîler bunun dışında duruyorlar. Tez elden buradaki Êzidîlerin askere alınması için gerekeni yapın. Talimat üzerine harekete geçen idareciler; öncelikle, sık başvurdukları bir yöntem olan nasihat heyeti göndermeye karar verir. Nasihat heyeti hem Êzidîleri askere çağırır hem de İslam’a davet eder. Zira askere almanın temel hedeflerinden biri Êzidîleri Müslümanlaştırmaktır.
Namık Kemal DİNÇ
Nasihat heyetini askeri operasyonlar takip eder ve Nisan 1891’de yürütülen iki ayrı operasyonda bir grup Êzidî yakalanarak askere götürülür. Bunu bertaraf etmenin yolunu arayan Êzidîler, Mirza Bey öncülüğünde çareyi o dönem yeni kurulan Hamidiye Alayları’na başvurmakta bulur. Zira Hamidiye olanlar askere alınmaz, kendi bölgelerinde görev yapar, vergiden muaf olup üstüne de para alırlar. Aynı dönemde Dersim’deki Kızılbaş Kürt aşiretleri de Hamidiye olmak için başvuru yapmıştır. Ancak II. Abdülhamit bu iki grubunda Hamidiye Alaylarına dâhil edilmesine müsaade etmez, sadece Sünni Kürt aşiretleri bu organizasyona dâhil edilir.
Nasihat heyetinin başı olarak Abdülkadir Bey, Nisan 1891’de Êzidî liderlerle Baadre’de görüştüğünde onlara “sizde aslında Müslümansınız, ama hak yolundan ayrılmışsınız, gelin tekrardan İslam’a geçin” der. Bu teklif karşısında Êzidîler şaşırır. Verdikleri cevapta heyet üyelerini şaşkına çevirir “Bizim inancımız İslamiyet’ten önce vardı, siz bizden ayrıldınız”. Êzidîlerin bu yaklaşımı üzerine 11 ileri gelen kişinin yakalanıp Bingazi’ye yani Libya’ya sürgün edilmesi kararı alınır. Ardından yapılan operasyonlarla yaklaşık 40 Êzidî genç zorla askere götürülür.
Ama bu uygulamalar çözüm olmaz ve Êzidîler kararlarında direnir. Bu arada İstanbul merkezinin rahatsızlık duyduğu konulardan biri de sahte askerlik tezkerelerinin satılması meselesidir. Söylendiğine göre, askere alınan Êzidî gençler bir süre sonra tezkere alıp memleketlerine geri dönmüştür. Bütün bunlar Abdülkadir Beyin başarısız olarak değerlendirilmesine ve görevden alınmasına neden olur.
Kasım 1891’de yeni bir heyet kurulması kararlaştırılır. Bu kez Êzidîleri “sapkınlık” ve “ilkellikten” kurtarmak adına Kürtçe ve Arapça bilen yetkililer görevlendirilir. Bu amaçla kurulan heyetin başına Diyarbakır Nakubüleşrafı Hacı Mesut Bey getirilir. Ama bu heyetin ömrü daha kısa sürer ve görevine son verilir. Nasihat heyetiyle sonuç alamayacağını düşünen Osmanlı idaresi, Êzidîlerin üzerine Fırka-i İslâhiye göndermeye karar verir ve Ferik Ömer Vehbi Paşa’yı bu amaçla görevlendirir.
O zamanlar Erzincan’da bulunan Dördüncü Ordu’da general olan Ferik (Tuğgeneral) Ömer Vehbi Paşa Fırka-i İslâhiye Kumandanı olarak atanır. Mayıs 1892’de bu göreve getirilir ve kendisine verilen taltiflerle Haziran’da göreve başlaması kararlaştırılır. Fırkanın ve Kumandanı’nın yetki alanı sadece Musul değildir, o dönem Musul’la birlikte Irak’ın tamamını kapsayan Basra ve Bağdat vilayetleri de yetkisine verilmiştir. Ciddi bir sorumluluk yüklenen Ömer Vehbi Paşa, II. Abdülhamit idaresinin kurmak istediği düzeni hayata geçirmek üzere görevlendirilir.
Fırka-i İslâhiye’nin görevlerini belirten bir talimatname hazırlanır. Buna göre temel görevlerinin başında sayıca hayli bir yekûnu oluşturan asker bakayalarının toplanması vardır. Belirtildiğine göre bu bölgede tespit edilmiş 18 bin bakaya vardır. Yine alınamayan vergilerin toplanması, geniş çaplı bir nüfus sayımının yapılması ve kimi aşiretlerin iskân edilmesi bu görevlerden bazılarıdır. Talimatnamede bunların kan dökülmeden yapılması ama askeriyenin gücünün ve büyüklüğünün gösterilmesi de belirtilir artık nasıl oluyorsa… Ayrıca askeri gücün yerel idarecilerle birlikte çalışması vurgusu da var.
11 Haziran 1892’de Musul’a ulaşan Ömer Vehbi Paşa daha ilk günden sert uygulamalarıyla adından söz ettirir. Aşiretlere ait silahları toplamak için cezaevinden çıkardığı bir grup mahkûmu kullanır. Vergi toplarken ibret olsun diye mahkûmların ayaklarına pranga takarak şehirde dolaştırır. Bir taraftan da Şeyxan’daki Êzîdi liderlere haber gönderir, “Bir an önce İslamiyet’e geçin aksi takdirde cezalandırılacaksınız”. Elbette Êzidîler bunu reddederler. Ömer Vehbi Paşa askeri operasyon yapılması kararı verir.
2 Ağustos’ta başlayan saldırı Şeyxan’daki iki köyü hedefler. Akşam saat 8’de Mihirkan ve Bakran köylerine saldıran birliklere karşı Êzidîler de silahla karşılık verir. Resmi raporlara göre beş buçuk saat süren saldırıda 10 Êzidî ölür, 35’i yaralanır. Osmanlı tarafında ise 2 zaptiye onbaşısı ölür 4 asker yaralanır. Yabancı konsolosluk raporlarında ise iki yüz yirmi Êzidînin esir edildiği bunların bir kısmının zorla askere gönderildiği belirtilir. Ayrıca Ömer Vehbi Paşa’nın bütün Êzidîleri öldürme, bazılarının kellesi koparma talimatı verdiği de söylenmektedir.
Bu olayın ardından 19 Ağustos’ta Ömer Vehbi Paşa, Êzidî ileri gelenlerini görüşmek üzere Musul Valiliği’ne davet eder. Davete icabet eden başta Êzidî Miri Mirza Bey olmak üzere ileri gelenlere zorla Müslüman olmaları dayatılır. Paşa, İstanbul’a yazdığı raporda hiçbir zorlama olmaksızın yapılan tebliğata uyarak din değiştirdiklerini yazsa da gerçeğin böyle olmadığı bilinmektedir. Êzidî liderler bir anlamda esir alındıktan sonra Ömer Vehbi Paşa, Lalêş’e, kutsal topraklara yönelir. Burada Şeyh Adi Bin Musafir’in mezarı yıkılır ve Êzidîlere ait kutsal eşyalar talan edilir. Lalêş’teki tapınak medreseye dönüştürülür, Êzidî köylerinde cami ve okullar açılması kararlaştırılır.
21 Ağustos 1892 tarihinde Musul Vali Vekili Şeyh Yusuf Sıdkı Mardini, İstanbul’a altında vilayet meclisi azalarının da imzası olan bir tezkere yazar. Sadrazamlık makamına gönderdiği tezkerede Ömer Vehbi Paşa ile yürüttükleri faaliyetler hakkında bilgi verir. Amaçlarının açıkça “zorla Müslümanlaştırmak” olduğu anlaşılan tezkere de dikkat çeken ayrıntılardan biri de müteşerri İslam’ın yine sapkın bir grup olarak değerlendirdiği Şebeklerin de hedeflenmiş olmasıdır. Aynı dönemde Dersim’e ve genel olarak Kızılbaş Kürtlere de benzer bir yaklaşımın olduğu biliniyor. Buradan hareketle II. Abdülhamit zamanında müteşerri İslam’ın aykırı gördüğü bütün grupların hedef haline getirildiği görülüyor. Diyelim ve Şeyh Yusuf Sıdkı Mardini’nin tezkeresine bakalım:
Kumandanın hazır olduğu mecliste yürütülen müzakereler neticesinde İslamiyeti kabul ederek mesut ve müşerref olan Yezidi taifesiyle Musul’un doğusunda fırka-i dalleden olan ve İslamı kabul eden Şebek köylerinden bir diğeriyle yakın ilişki içinde olan yerlerde mescitler ve okullar açılmasına karar verilmiştir… Daimi surette oralarda ikamet ederek, Yezidilere “lisan-ı münasib ve üslub-ı hakimane ile” nasihat ve vaazda bulunacak ve Yezidi çocuklarının “talim ve terbiyesi” ile ilgilenecek on bir tane birinci öğretmen, bir o kadar ikinci öğretmen ve hizmetli atanması kararlaştırılmıştır. Ayrıca Yezidilerin kutsal mekânı Şeyh Adi Türbesi’nin İslami eğitim veren bir medreseye dönüştürülmesi ve buraya bir müderris ile yirmi bir öğrenci alınması gerekli görülmüştür…[i]
Liderleri esir alma ve bu şekilde o toplumu yönetme çok eski bir yöntemdir. Teslim alma yöntemlerinden biri de onlara maaş bağlamaktır. Başta Mirza Bey olmak üzere kardeşi Ali Bey ve amca çocukları Hamza ve Hüseyin beylere hem rütbe hem de maaş bağlanacağı belirtilir. İleride açığa çıkar ki söz verilen iki bin kuruşluk maaşlar hiç de öyle düzenli ödenmemiştir. Daha da önemlisi ileride Êzidî Miri olacak olan Ali Bey aslında din de değiştirmemiştir. Bu sebeple Kastamonu’ya sürgüne gönderilmesi kararlaştırılır. Karar üzerine Sivas’a kadar gönderilir, uzun süre orada sürgün olarak yaşar. Sonraki yıllarda maaş bağlanan diğer kişiler hakkında da benzer şikâyetlere rastlanır. Bunlar aslında Müslüman olmamışlardır ama maaş almaya devam etmektedirler. Bu sebeple maaşlarının kesilmesi kararlaştırılır.
Ömer Vehbi Paşa’nın katliamlarının ikinci safhası Kasım ayında Şengal’de yaşanır. Bilindiği gibi Lalêş’in içinde bulunduğu Şeyxan bölgesi düzlük bir arazidir, direnişe, savaşa pek müsait değildir. Daha güneyde yer alan Şengal ise zaten bir dağ silsilesinden oluşmaktadır. Çoğunlukla Şeyxan’da katliamlardan kaçan Êzidîlerin sığındığı bir merkezdir. Şengal’deki Êzidîleri teslim almak için Ömer Vehbi Paşa bizzat öz oğlu Asım Beyi görevlendirir. Oğul babadan aşağı kalır mı?
Yapılanlar o kadar vahimdir ki, 3 Aralık’ta İstanbul’a gönderilen bir bilgide, “Fırka-i İslâhiye’nin Şengal’de 500 Êzidî’yi öldürdüğü, kadın ve çocukları diri diri yaktığı, köyleri basarak mallara ve hayvanlara el koyduğu belirtilir. Saldırganlar bununla da yetinmemiş, takibe devam ederek birçok kişinin ölümüne daha sebep olmuş, mallarına el koymuş ve sonunda bölgede bir isyanın patlamasına sebep olmuştur” denilir. Elbette bunlar Ömer Vehbi Paşa’yı durdurmamış, yeni askeri harekâtlar yapmaya karar vermiş.
İşin çığırından çıkması ve yerelde yarattığı huzursuzluk üzerine Paşa aleyhinde İstanbul’a başkaca bilgiler gidince görevden alınması gündeme gelir. Bu amaçla bir tahkik heyeti kurulur, komisyon araştırmalar yapmaya başlar. Ama daha soruşturma devam ederken dehşetengiz bir olay yaşanır. Bir grup Êzidî ileri geleni yedi kesik başla komisyonun yanına gelir. Bu Êzidîlerin bizzat Ömer Vehbi Paşa’nın oğlu ve Şeyxan nahiyesi eski müdürü tarafından katledildiğini belirtirler.
İstanbul tarafından görevlendirilen tahkik heyeti ayrıntılı bir rapor sunar. En dikkat çeken şeylerden birisi, Musul Valiliği’nde görüşmek için çağrılan ve din değiştirmesi dayatılan Êzidîlerin hiçbirinin aslında buna yanaşmadığı, bu yüzden darp edilip, hakarete uğradıkları, 6-7 kişinin ağır yaralandığı, hatta 8 gün hükümet konağının harem dairesinde hapsedildikleri belirtilir.
Görevden alınan Ömer Vehbi Paşa İstanbul’a çağrılır, burada yargılanıp, suçlu bulunur. Önce Beşinci Orduya sürülüp, zorunlu emekliliğe sevk edilir, iki yıl sonra ise rütbeleri geri verilir. Yani daha sonra Cumhuriyet döneminde de sık rastlayacağımız cezasızlık politikası o zamanlarda yürürlüktedir. İşlediği suçlar yanına kar kalır. Zira Osmanlı yönetimi nezdinde Êzidîler sapkın bir inancın mensubu, devletin düzenine uymayan, oluşturulmak istenen makbul vatandaşın dışında kalan bir gruptur.
Zihni devamlılık
Êzidî toplumsal hafızasında 1892’de maruz kaldıkları bu katliam, Ferik Paşa Fermanı olarak anlatılır. İnançlarından dolayı bu saldırılara uğradıklarını söylerler. Tarihleri boyunca maruz kaldıkları 73 fermanın gerekçesi de budur. Zira İslam ulemasının haklarında “katli vaciptir” diyerek verdikleri fetvalar ilk günden bugüne hâlâ yürürlüktedir. Yüzyıllara uzanan bu içtihat ve kararlar sıradan birçok Müslüman’ın zihni dünyası üzerindeki tesirini koruyor. Günümüz dünyasında nefret söylemine denk gelen, inanç özgürlüğünü hiçe sayan bu yaklaşımların toplumsal hafızanın derinliklerde varlığını sürdürmesi, potansiyel bir tehdidi hep içinde barındırıyor. 3 Ağustos 2014’te Şengal’de Müslümanların büyük bir kısmının IŞİD’le birlikte katliamlara iştirak etmesinin altında bu ideolojik motivasyonun tesiri olmadığını kim söyleyebilir?
Geçen ay Suriye’de Dürzilerle ilgili yaşanan gelişmelerin Türk basınında, özellikle de İslamcı, muhafazakâr ve milliyetçi basında nasıl anlatıldığına bakarak bile bunu görmek mümkün. Dürzilerin inançlarına her türlü hakareti yapan “köşe yazarları”, “gazeteciler”, yapılan katliamları meşrulaştıran, haklılaştıran bir yerden konuşmaktalar. Dürzilerin maruz kaldıkları insanlık dışı uygulamaların hiçbiri haberlerinde yer bulmadı. HTŞ ve SMO unsurlarının insanlık vicdanında infial yaratan görüntüleri; toplu infazlar, zorla sakal bıyık kesip, aşağılamalar onların sayfalarında yoktu. Bu körlük, onların zihni âlemlerindeki karanlıktan değilse nereden besleniyor olabilir?
Zorla din değiştirme siyasetinin iktidarlar için bir ekonomi-politiği olduğu muhakkak. Osmanlı’dan günümüze devletler veya siyasal organizasyonlar bu siyasetle kendi iktidarlarını güçlendirme, zenginleşme, ganimet elde etme, daha çok toprağa ve insana sahip olma kavgası vermişlerdir. Bu kavgayı yürütürken kitleleri mobilize etmenin bir yolu olarak dini ve İbn-i Teymiyye’de Ebussuud Efendi’ye oradan IŞİD’e “katli vaciptir” fetvalarını kullanmışlardır. Bu fetvalarda yetişkin erkeklerin öldürülmesi, kadın ve çocuklara el konularak köleleştirilmesi, cariyeleştirilmesi hak olarak görüldüğü gibi Müslümanlaştırmaları durumunda cennetle “mükâfatlandırılmaktalar”.
73. Ferman sırasında Şengal’de alıkonulan Êzidî kadın ve çocuklardan hâlâ 3 bin 500 kadarının köle olarak yaşadıkları hakikati nasıl izah edilebilir? Öldürmeyi, köleleştirmeyi, cariyeleştirmeyi ve her şeyine el koymayı kendisine hak gören bu zihniyet halklara ne verebilir? Eşitliğe tahammülü olmayan “millet-i hâkime” zihniyeti; bitmeyen bir iktidar hırsı ve zırha bürünmüş saldırganlıkla halkların iradesini, inancını teslim almak ve yok etmek istiyor. Bu sebeple, Çiyayi Şengal’de yükselen direniş bayrağı da Cebel Düriz’de yükselen beş renkli bayrakta özgür geleceği, umudu, hakkı ve hakikati temsil ediyor.
[i] Edip Gölbaşı, Heretik aşiretler ve II. Abdülhamit rejimi: Zorunlu askerlik ve ihtida siyaseti odağında Yezidiler ve Osmanlı Siyaseti, Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar Dergisi, Sayı 9, Güz 2009, s. 87-156.