Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Nihat Altan yazdı…

Sınırlar, kimlikler, çatışmalar | Türkiye’nin 100 yıllık Kürt politikası üzerine bir değerlendirme

Nihat Altan yazdı…

Türkiye’nin, 50 yıllık çatışmalı süreci sonlandırmak amaçlı diyalog kurduğu bir güce, halka, örgüte karşı aradan geçen 1 yıla yakın zamana rağmen dilini değiştirmemesindeki ısrar ve kibir dolu yaklaşımları hem taraflar ve hem de toplum nezdinde barışın toplumsallaşması önünde bariyerlerin yıkımını zorlaştırmaktadır.

Nihat ALTAN

Giriş: 100 Yıllık Bir Çatışmanın Anatomisi

Ortadoğu’nun kırılgan yapısı, sadece etnik, dini ve mezhebi çeşitlilikten değil, bu çeşitliliğin üzerine inşa edilen ulus-devlet modellerinin dışlayıcı karakterinden kaynaklanmaktadır. 17. yüzyılın sonlarından itibaren gerileme sürecine giren Osmanlı İmparatorluğunun, 20. yüzyılın başlarında gerçekleşen 1. Dünya Savaşı’na katılarak kaybettiği sömürgelerini yeniden elde etme, bu gerçekleşmese dahi mevcut sömürgeleri elinde tutmak istemesi için yer aldığı paylaşım savaşında yenilgiye uğrayıp parçalanmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni siyasal sınırlar, özellikle Kürtler açısından tarihi bir travmanın başlangıcına işaret eder.

Kürt halkı, tarihsel olarak yaşadığı coğrafyada dört ayrı ulus devletin egemenliği altına alınırken; Türkiye, İran, Irak ve Suriye, kendi ulusal kimlik inşa süreçlerini büyük ölçüde “Kürt sorununun bastırılması” üzerinden şekillendirdiler.

Türkiye özelinde bu süreç, ‘modern’ Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlar. 1923 Lozan Antlaşması ile Türk ulus-devleti hukuken tescillenmiş; fakat bu yeni devletin temel paradigması, “tek dil, tek millet, tek bayrak, tek devlet” ilkeleriyle Kürtlerin varlığını siyasal ve toplumsal alandan silmeyi amaçlamıştır. Kürtler, bir gecede ‘dağ Türkleri’ olarak tanımlanmış, dilleri, kültürleri, kolektif hafızaları inkâr edilmiştir. Bu inkârın sonucu olarak 1925 Şeyh Said, 1930 Ağrı ve 1937-38 Dersim katliamı başta olmak üzere ağır bastırma politikaları devreye sokulmuş; Kürt meselesi, devletin ‘varoluşsal’ tehditlerinden biri olarak kalıcı bir politikaya dönüşmüştür.

Bu yaklaşım yalnızca Türkiye ile sınırlı kalmamış; İran’da Pehlevi ve sonrasındaki İslam Cumhuriyeti rejimi, Irak’ta Baas rejimi, Esad hanedanı öncesinden başlayarak Suriye rejimi de benzer biçimde Kürtleri bir “iç tehdit” olarak kodlamışlardır. Bu dört ülkenin Kürt politikalarında görece istisnai gelişmeler, 1990’lı yıllarda Irak devleti sınırları içerisinde (Başûr) özerk bir yönetimin oluşmasıyla başladı. Ardından Suriye iç savaşı, Rojava’daki Kürtlerin tarih sahnesine hem bir özne ve hem de özerk bir aktör olarak çıkmasına zemin hazırladı.

Ancak gelinen aşamada Kürt meselesi, artık sadece bu 4 devletin iç meselesi olmaktan çıkmış; bölgesel jeopolitik denklemde kilit bir rol oynayan çok boyutlu bir dosya haline gelmiştir.

Bu yazıda, Türkiye’nin Kürt politikası ekseninde gelişen bu çelişkili pozisyonunu tarihsel, siyasal ve jeopolitik katmanlarıyla birlikte ele alacağız. Amacımız, yüz yılı aşan bu kördüğümün ardındaki yapısal nedenleri görünür kılmak, süregiden çatışmalı durumun çözülebilmesi için gerekli olan siyasal aklın ve etik sorumluluğun altını çizmektir.

I. Türkiye’nin Kürt Politikası: İnkâr, Asimilasyon, Bastırma (1923–1980)

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, bir imparatorluğun çöküşü ardından ortaya çıkan yeni ulus-devlet modelinin en katı örneklerinden biri oldu. Bu model, modernleşmeyi homojenleştirme ile özdeşleştirdi. Türkiye’nin etnik, dini ve kültürel çeşitliliği bir zenginlik olarak değil; bir tehdit olarak algılandı. Lozan Antlaşması’nda gayrimüslimler “azınlık” statüsünde tanınırken, Kürtler Müslüman oldukları için bu tanıma dâhil edilmedi. Böylece Kürtlerin farklılığı, anayasal ve siyasal düzlemde tamamen silindi.

“Yurttaşlık” Kılıfında Etnik Temizlik

Yeni rejim, ulusal kimliği Türk etnisitesi ile özdeşleştirdi. Bu doğrultuda, eğitim, hukuk, kültür ve dil politikaları üzerinden Kürtler sistematik bir asimilasyon sürecine tabi tutuldu. Anadilde eğitim yasaklandı; Kürtçe konuşmak “irtica” ya da “gericilik” olarak damgalandı. 1925’te Şeyh Said isyanının bastırılması sonrası çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile tüm muhalefet ve Kürt varlığı, ‘devletin bekasına tehdit’ söylemiyle bastırıldı. 1934’te yürürlüğe giren İskân Kanunu, etnik temizlik araçlarından biri olarak kullanıldı; Kürt nüfus Türkiye illerine zorla göç ettirildi.

Dersim: Bir Soykırım Anatomisi

1937-38 yılları arasında gerçekleştirilen Dersim Tedip ve Tenkil Harekâtı, (Genelkurmay belgelerinde SEL HAREKÂTLARI) sadece bir askeri operasyon değil; bir halkın kolektif hafızasında silinmez izler bırakan genosit girişimiydi. On binlerce kişi öldürüldü, binlerce çocuk ailelerinden koparıldı, kalan nüfus tehcir edildi. Bu süreç, Türkiye’nin Kürt politikalarının sertlik düzeyini ve modern devletin tahakküm mekanizmalarını gözler önüne serdi. Devlet, Kürt sorununu siyasal değil, askeri ve güvenlik temelli bir mesele olarak kodladı.

Cumhuriyetin “İkinci Yüzyılına” Giden Yol: Sessizlik ve Birikim

1940’lar ile 1970’ler arası dönem, görünürde daha “sessiz” geçse de bu dönemde Kürt meselesi sosyal ve kültürel bir bastırılma ile karşı karşıya kaldı. Öte yandan Kürt gençliği, 1960’lardan itibaren yükselen sol hareketlerle temas kurdu. Türkiye İşçi Partisi içinde, üniversitelerde, Doğu Mitinglerinde, Kürt meselesinin dillendirilmesi bu döneme denk gelir. Bu yeni siyasal uyanış, ileride PKK’nin çıkışının sosyal zeminini oluşturacaktı.

II. PKK’nin Ortaya Çıkışı ve Devletin Sert Güvenlik Paradigması (1980–1999)

1972 12 Mart ve 1980 askeri darbeleri, Türkiye tarihinin en sert otoriter dönemlerinden birini başlattı. Kürtler açısından bu dönem, sadece siyasal baskının değil, kültürel ve fiziki şiddetin de yoğunlaştığı bir sürece işaret eder. Tam da bu dönemde, 1970’lerin sonunda kurulan ve kısa sürede silahlı mücadeleye yönelen Kürdistan İşçi Partisi (PKK), Kürt halkı adına siyasal ve askeri alanda sahneye çıktı.

PKK’nin Felsefi ve Siyasal Temeli

PKK’nin kurucu kadroları, Türkiye solundan etkilense de kısa sürede Kürt halkının özgün sorunlarına odaklanan bir strateji geliştirdi. Öcalan öncülüğünde şekillenen bu hareket, başlangıçta Marksist-Leninist bir çerçevede ulusal kurtuluş mücadelesi yürüttü. 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınları ile başlatılan silahlı eylemler, Türkiye devletinin Kürt bölgelerinde uyguladığı baskıcı politikalarla geniş kesimlerde karşılık buldu.

Devletin Yanıtı: Olağanüstü Hal, Köy Yakmalar ve JİTEM

Devlet, bu çıkışa karşılık olarak, 1987’de Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamasını yürürlüğe koydu. 2000’lerin başlarına kadar süren bu dönem, Kürt illerinde çok ağır ve sistematik insan hakları ihlallerine sahne oldu. Binlerce köy yakıldı ya da boşaltıldı; milyonlarca insan göç ettirildi. Faili meçhuller, JİTEM operasyonları ve ağır işkencelerle Kürt toplumu üzerinde büyük bir travma yaratıldı. MGK tarafından oluşturulan devletin güvenlik konsepti, PKK ile mücadeleyi “Düşük yoğunluklu savaş” olarak kodladı ve buna göre hareket etti. Bu süreçte sivil-asker ayrımı çoğu zaman gözetilmedi. Kürtlere ait partiler, sivil kurumlar kapatıldı, gazeteleri bombalandı. Siyasetçiler suikasta uğradı, parlamenterler tutuklandı, Kürtlere ait ekonomik alan tasfiye edildi.

Çatışmaların Süregeldiği Gerilimli Dönem

Türkiye, Bir yandan sınırları içerisinde bir yandan da sınırları dışında PKK’ye yönelik saldırılarını arttırdı. Devletin askeri operasyonları ve PKK’nin karşılıkları, savaşın yoğunluğunu arttırırken, toplumsal kutuplaşma derinleşti.

Uluslararası Dönüşüm ve Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilişi

1990’lar aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninin yeniden şekillenmeye başladığı yıllardı. Bu yeni ‘düzen’ içinde PKK de dış politikadaki gelişmelerin etkisiyle daha geniş bir yelpazede faaliyet yürütmeye çalıştı. Ancak 1998’de Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel güçleri arkasına alarak, Suriye’ye yönelik askeri baskısı sonucu, Öcalan Suriye’den çıkarıldı; Şubat 1999’da uluslararası bir komplo ile Kenya’da Türkiye’ye teslim edildi. Bu gelişme hem PKK hem de Türkiye açısından yeni bir dönemin başlangıcını işaret etti.

Direnişten Diyaloğa Geçişin Eşiği

Öcalan’ın böylesi bu biçimde Türkiye’ye teslim edilmesi, PKK’nin stratejik bir kırılma yaşamasına yol açtı. Hareket, kısa sürede “tek taraflı ateşkes” ilan etti; Öcalan ise Türkiye’nin demokratikleşmesi için barışçıl bir çözüm önerdi. Bu, Türkiye-Kürt çatışmasında askeri üstünlükten ziyade, siyasal çözüm yollarının tartışılmaya başlandığı yeni bir evreydi.

III.  Çözümsüzlüğün Kıskacında: 1999–2011 Arası Yeni Arayışlar

Bu dönemde hem PKK hem de Türkiye devleti, farklı siyasal ve stratejik yaklaşımlar üzerinden yeni denemelerde bulundu. Ancak bu süreç, barış ve demokratik çözüm arayışları kadar, gerilim ve çatışmanın da derinleştiği yıllara sahne oldu.

PKK’nin Stratejik Dönüşümü ve Barış Arayışları

PKK, örgütsel ve ideolojik olarak dönüşüm sürecine girdi. Öcalan, İmralı’dan yaptığı çağrılarla hem silahın rolünü yeniden tanımladı ve hem de silahlı mücadelenin sınırlarını yeniden tanımlamaya çalıştı. PKK, 2005 yılına dek şiddet eylemlerine başvurmayarak, diyalog ve çözüme yol açmaya çalıştı. Bu adımlar ve bu yıllar PKK’nin klasik stratejisinden demokratik özerklik ve barış odaklı stratejiye geçişe ilk adımlarını attığı yıllardı aynı zamanda.

Türkiye’de Demokrasi ve Kürt Meselesinde Sınırlı Reformlar

Bu dönemde Türkiye’de Kürt meselesine yönelik sınırlı tartışmalar gündeme geldi. Kürtçe yayınlar üzerindeki engeller kısmen kaldırılırken (bol ceza davaları ve toplatmalar ile birlikte) TRT 6 adı altında Türkiye’nin resmi tezlerini ve Kürt karşıtlığını Kürtçe dile getirmek dışında işlevi olmayan bir televizyon kanalı açıldı, ancak bunlar görüntü olmaktan öteye gidemedi; tutarlı ve kapsamlı bir demokratikleşme sürecine dönüşmedi. Türkiye’nin Kürt dili, kimliği ve kültürüne dönük yok sayıcı ve inkârcı yaklaşımları sürgit devam etti. (Bakınız, mecliste Kürt dili halen bilinmeyen bir dil olarak tutanaklara geçirilmekte ve konuşmacıların mikrofonu kapatılmaktadır.) Devletin güvenlik odaklı bakışı, Kürtlere yönelik baskıların sürmesine yol açtı. Silahlı çatışmalar yeniden başlarken barış umutları da sönümlendi.

Uluslararası Boyutun Etkisi

ABD’nin Irak’ı işgali (2003) ve Suriye iç savaşı öncesindeki gelişmeler, bölgesel dengeleri geri dönüşü olmayacak biçimde değiştirdi. Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesi Güney Kurdîstan’da 1991 yılından beri var olan fiili özerkliği resmileştirirken, Suriye içten kaynamaya başlamış, Esad rejimi yol ağzına gelmişti. Tam da bu süreçte Türkiye, bu gelişmelere karşı bölgesel hegemonya arayışını sıkılaştırdı.

IV. Suriye İç Savaşı, Rojava’nın Doğuşu ve Türkiye’nin Politikaları

2011’de Suriye’de başlayan iç savaş, bölgesel dengeleri radikal biçimde değiştirdi. Bu yeni jeopolitik ortam, Kürtlerin Suriye topraklarındaki siyasi ve askeri varlığını görünür kıldı. Rojava olarak adlandırılan Kuzey ve Doğu Suriye bölgesi, Suriye rejiminin zayıflamasıyla özgün bir özerk yönetim modeli geliştirdi. Bu dönemde gerçekleşen DAİŞ-İŞID’in Şengal ve Kobanê saldırılarına karşı Kürtlerin direnişi uluslararası alanda yankı yarattı. Dünya kamuoyunda Kürtlerin bu direnişine karşı gelişen olumlu tepkilere devletler de sessiz kalamadı ve Kürtler ilk kez resmi olarak uluslararası güçlerle temas ve ilişki kurdu. Bu gelişme, Türkiye’nin hem sınır güvenliği hem de bölgesel hegemonya stratejisini yeniden tanımlamasına yol açtı.

PKK ile Türkiye Arasındaki Karmaşık İlişki ve Barış Denemeleri (2009-2015)

Bu dönemde, Türkiye’nin PKK ile dönemsel barış görüşmeleri oldu; (2009 Oslo ve 2012-2015 İmralı görüşmeleri) özellikle Öcalan üzerinden yürütülen müzakereler kamuoyunda umut yarattı. Ancak bu görüşmeler tutarlı bir barış sürecine dönüşemedi. Türkiye hem sahada hem uluslararası alanda Rojava’yı sınırlandırma ve PKK’yi tasfiye etme stratejisini sürdürdü.

Rojava’nın Özgün Modeli ve HSD’nin Gücü

Rojava, bir yandan Baas, bir yandan DAİŞ ve öte yandan da Türkiye’nin saldırılarına rağmen savunma ve inşa çalışmalarını iç içe sürdürerek çok etnisiteli ve çok kültürlülük temelli, özerklik ilkeleri üzerine inşa edilmeye devam etti. Kadın özgürlüğü, ekoloji ve doğrudan demokrasi gibi yaklaşımları içeren bu model hem Kürtler hem de Arap, Ermeni, Süryani ve diğer etnik gruplar tarafından desteklendi. HSD (Halk Savunma Güçleri), bu yeni oluşumun savunma gücü olarak geniş bir coğrafyada kontrolü sağladı ve uluslararası aktörler tarafından da önemli bir stratejik güç olarak görülmeye başlandı.

Türkiye’nin Rojava Politikası: Güvenlik Kaygısı ve Müdahaleler

Türkiye, Rojava’yı PKK’nin Suriye’deki uzantısı olarak gördü ve bu bölgedeki gelişmeleri kendi ulusal güvenliğine tehdit olarak değerlendirdi. Efrîn (2018 başı), Girê Spî ve Serêkanî (2019 sonu) bölgelerine yönelik askeri operasyonlarla, Türkiye fiili olarak bölgenin bazı kısımlarını işgal ederken, IKBY yönetimini de yanına alarak, diplomatik ve ekonomik ambargolarla Rojava’yı tecrit etmeye çalıştı.

Uluslararası Aktörlerin Rolü ve Bölgesel Rekabet

ABD’nin Suriye’de varlık oluşturması, Rusya’nın rejimle iş birliği ve İran’ın bölgesel nüfuzu, Rojava’nın kaderini belirleyen diğer dış dinamikler oldu. Türkiye ise bu aktörlerle zaman zaman ilişkiler geliştirirken, bölgesel dengeleri kendi lehine çevirmeye çalıştı. Bu karmaşık güç oyunu, çözüm süreçlerini zorlaştırdı.

V.  Günümüz Dinamikleri: Türkiye-Kürt Meselesinde Çelişkiler ve Gelecek Perspektifleri

Türkiye-Kürt ilişkileri, bugün hâlâ çözüm bekleyen en karmaşık ve kırılgan meselelerden biri olmayı sürdürüyor. Türkiye’nin bir yandan Öcalan-PKK ile diyalog girişimleri, öte yandan ise sahadaki askeri operasyonları ve Rojava meselesi, Türkiye’nin hem iç politikasını hem de bölgesel stratejisini belirleyen temel dinamikler olarak öne çıkıyor.

Çelişkili Politikalar: Barış Görüşmeleri ve Operasyonlar

Bugün, Türkiye’nin PKK ile masaya oturmuş olması, çözüm için umut yaratsa da Kürt kimliğine dönük dilin değiştirilmiyor oluşu, siyasal-demokratik alana yönelik olarak devam eden operasyonlar, Kandil’e (azalmış olsa da) dönük saldırılar ve Rojava’ya yönelik tehditler, bu süreci olumsuz etkiliyor. Bir yandan Öcalan’la yürütülen görüşmelerin varlığı, devletin kısmi de olsa çözüm arayışında olduğunu gösterirken; diğer yandan Kürt dili, kimliği ve kültürüne dönük baskıcı ve anti-demokratik tutumunu devam ettirmesi ve Rojava’yı güvenlik tehdidi olarak tanımlayıp askeri müdahalelerle tehdit etmesi, ciddi bir çelişkiyi ortaya koyuyor.

Rojava’nın Jeopolitik Önemi ve Türkiye’nin Tecrit Stratejisi

Oysa Rojava, sadece Kürtler için değil, bölge için de önemli bir demokratik model olma potansiyeli taşıyor. Türkiye ise bu potansiyeli kendi ulusal güvenliği açısından risk olarak görüyor ve bölgeyi diplomatik, ekonomik ve askeri yollarla tecrit etmeye çalışıyor. Ancak bu politikanın Türkiye açısından uzun vadede sürdürülebilir olduğu tartışmalıdır! Zira bölgede yaşanan alt-üst oluşlar sadece bir ülke veya dar bir alanla sınırlı değildir ve kalmayacaktır. 100 yıl önce oluşturulan nizam, bu nizamı oluşturanların dahi savunamayacağı bir gelişme ortaya çıkarmıştır. (Bakınız ABD’nin yeni Türkiye büyükelçisinin açıklamaları) öte yandan halkların özgürlük taleplerinin şiddet ve silahla engellemeyeceğini hem tarih ve hem de şu son 20 yıllık zaman bizlere çok net göstermiştir. (Bakınız; Irak, Libya, Esad, Mübarek vd)

Gelecek İçin Öneriler: Diyalog ve Demokratik Çözüm

Türkiye ister istemez Kürtlerle ilişki kurmak zorundadır. Çünkü kendi sınırları içinde yaklaşık 25 milyon Kürt bulunmaktadır ve üç sınırı da Kürt nüfusuyla çevrilidir. Kimliklerinin kabul edilmemiş olması bu gerçekliği ortadan kaldırmamaktadır. Türkiye ve Kürtler arasında tarih boyunca bu ilişki çoğunlukla negatif bir zeminde gelişmiş ve ne Türkiye ne de Kürtler bu durumdan kazanç sağlamıştır. Lakin bu tarihsel ve coğrafi zorunluluk, (Ahmet Arif) bu durumu tavuklarımızın birbirine karışmışlığı ile ifade ediyor) Türkiye için bu ilişkiyi pozitif, yapıcı ve sürdürülebilir bir düzeye taşımanın kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır. Pozitif ilişkiler, sadece iç barış için değil, bölgesel istikrar ve kalkınma için de Türkiye’nin akılcı ve uzun vadeli yoludur.

Bu anlamda Türkiye açısından akılcı yol, içeride Kürt halkının demokratik haklarını tanımak, kalıcı barış görüşmelerine odaklanmak ve Rojava dahil bölgedeki tüm aktörlerle barışçıl ilişkiler geliştirmektir. Zira bölgesel istikrar ve Türkiye’nin güvenliği, ancak kapsayıcı demokratik çözümlerle sağlanabilir. Öte yandan uluslararası toplumun da bu süreci desteklemesi, taraflar arasındaki güven tesisini kolaylaştıracaktır.

Sonuç yerine

Türkiye’nin Kürt liderliği ile yeniden yürütmeye başladığı görüşmeler, barış umutlarını canlı tutsa da, yasal ve anayasal adımlar atmadaki isteksizliği ve ağırdan alan tutumuna (Bakınız, Meclis’e sunulan infaz yasasına), silahlı mücadeleyi bitirdiğini ve kendisini feshettiğini belirten bir yapıya saldırı ve operasyonlarını devam ettirmesi (Bakınız, HPG, son bir hafta içerisinde 7 gerillanın yaşamını yitirdiğini açıkladı),  Kayyım marifeti ile el konulan belediyelerin geri iade edilmemesi, Yerel seçimlerde CHP ile kimi illerde yapılan Kent uzlaşısını “terör” olarak kodlayıp muhalif belediyelere yönelik devam eden (Ahmet Özer, Ekrem İmamoğlu vd) tutuklamalar ve Rojava’ya yönelik kibirli dil ve diplomatik tecrit politikalarının sürdürülmesi (Bakınız, Türkiye’nin Colani hükümeti üzerinde Kürt fobisi temelli oluşturmak istediği negatif ilişki biçimi) bir çelişkidir.

Henüz sürecin başında olduğumuz, yönlü bir itiraz gelebilir! Evet, henüz sürecin başındayız. Ancak unutulmamalıdır ki: Barış, öncelikle dilde başlamaktadır. Adına ne derseniz deyin; Türkiye’nin, 50 yıllık çatışmalı süreci sonlandırmak amaçlı diyalog kurduğu bir güce, halka, örgüte karşı aradan geçen 1 yıla yakın zamana rağmen dilini değiştirmemesindeki ısrar ve kibir dolu yaklaşımları hem taraflar ve hem de toplum nezdinde barışın toplumsallaşması önünde bariyerlerin yıkımını zorlaştırmaktadır.

Çünkü barış, parçalı ve bölünmüş bir süreç değil, bütüncül ve karşılıklı güvene dayalı bir inşa sürecidir; dilde ve uygulamada eskinin çatışmalı paradigmasına göre hareket edilemez!

Benzer Haberler