Nihat ALTAN
Sözleşmelerde dönüşür!
Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yükselişiyle birlikte 1990’ların sonuna gelindiğinde, devletin geleneksel zırhı olan Ordu, Yargı, MİT, Üniversite ve Medya gibi aygıtlar, artık “tek kimlikli” bir toplum inşasında yetersiz kalmaya başladı.
Sözleşme hâlâ “Türk ve Müslüman, Sünni ve erkek” kimliğini idealize ediyordu. Fakat taşıyıcı aygıtlar, bu kimliği artık topluma benimsetemiyor; Kemalist elitlerin laik-milliyetçi çizgisi, halkın geniş kesiminde karşılık bulmuyordu. İşte bu noktada AKP sahneye çıktı.
AKP, dışarıdan bakıldığında sözleşmeye muhalif gibi görünüyordu. Laikçi seçkinlere karşı halkı temsil ettiğini söylüyor, Osmanlı’ya atıf yapıyor, İslam kardeşliğini öne çıkarıyor, AB üyeliği ve demokratikleşme gibi vaatlerle Kemalist modernizmi sorguluyordu.
Ama bu yalnızca biçimseldi ve yüzeyde görünendi. Gerçekte AKP Sözleşmeyi karşı çıkmıyor, onun asli içeriğini (Türklük, Sünnilik, erkeklik) koruyordu; ancak bunu “modernist-Kemalist” söylemle değil, “dindar”, muhafazakâr, “halktan” bir dil kullanarak meşrulaştırmaya çalışıyordu. O dönem için fark edilmeyen, görülmeyen, görülse de ifade edilemeyen şey şuydu: Türklük sözleşmesi restorasyon sürecine alınmıştı ve amaç, taşıyıcı kolonları çoğaltmak, güçlendirmekti.
AKP’nin başa geldiği 2002 ‘Seçimleri’nin Türk yönetici sınıfları arasında klasik bir iktidar değişimi değil; sözleşmenin taşıyıcı sınıfında yaşanan bir devir-teslim anlamına gelmesi bu nedenleydi. Kimi kesimler bunu Kemalist elitlerin tasfiyesi olarak okudu; ancak derinlikli bakıldığında görülecektir ki, yaşanan iktidar değişimi, devletin asli mutabakatı olan Türklük Sözleşmesi’nin hem korunması hem yeniden kodlanması süreciydi.
Nitekim AKP, iktidarı devraldıktan sonra kısa sürede bu sözleşmenin özünü reddetmek yerine içine sızmayı, onu İslami sembollerle tahkim etmeyi tercih etti. İlk etapta kaygılı yaklaşan devlet, çok kısa süre içinde bu yeni taşıyıcılarla, sözleşmeyi daha geniş bir toplumsal mutabakatla sürdürebileceğini fark etti ve 2007 Erdoğan-Yaşar Büyükanıt Dolmabahçe mutabakatı ile bu durum resmi olarak ilan edildi.
İslam Kardeşliği Retoriği: İnkarın Dindar Versiyonu
AKP’nin Kürt politikasının en dikkat çekici yanı, inkârı modernist kodlardan değil, “İslam kardeşliği” üzerinden sürdürmesidir. Bu yeni dilde “hepimiz ümmetiz”, “etnik ayrım yoktur”, “Kürt, Türk yok, Müslüman var” söylemi öne çıktı. Ama bu, Kürtlerin taleplerini etkisizleştiren, ayrımcılığı görünmez kılan yeni bir inkâr biçimiydi! Kürt kimliği tanınmıyor, talepler “bölücülük” olarak damgalanmaya devam ediliyordu, ama bu kez bunu kravatlı bir general değil, ‘abdestli’ bir ‘siyasetçi’ yapıyordu.
“Çözüm” Süreçleri: Ya da Sözleşmeyi Krizden Çıkarma Manivelaları
AKP döneminde devlet, çeşitli dönemlerde PKK ile açık ya da örtük müzakerelere oturdu:
2006 Diyarbakır konuşması, 2009 Oslo görüşmeleri, 2012–2015 Süreci…
Bu süreçler çoğu zaman, AKP’nin demokratikleşme iradesi olarak sunuldu. Oysa bunlar, gerçek bir sözleşme eleştirisi ya da alternatif kurma çabası değil; devletin hegemonya krizlerini atlatmak için başvurduğu pragmatik ara yollardı. Öcalan ve Kürt hareketi bu süreçleri karşılıklı bir “eşitler müzakeresi” olarak götürmeye çalıştı. Ama AKP-Erdoğan bunu, meseleyi kontrol altına almak için bir manivela olarak gördü ve yaklaştı. Nitekim bu süreçlerin hiçbirinde: Kürt kimliği anayasal güvenceye alınmadı, Anadilde eğitim hakkı verilmedi, yerinden yönetim modelleri kabul edilmedi, aksine; Kürt dili, kimliği, kültürü ağır baskılar altında olmaya devam etti, 2009 ve 2011 yıllarında “KCK operasyonları” adı altında binlerce Kürt siyasetçi tutuklandı.
2015 Sonrası: İttifak Devleti ve Sertleşen Hegemonya
Bu dönemle birlikte yeni bir blok oluştu: Bu yeni yapı, sözleşmeyi İslamcı-milliyetçi-Kemalist ve işbirlikçi kontralardan oluşan bir mutabakatla yeniden kurdu.
Bu yeni mutabakatın ve uygulanacak politikanın temel hatları: bir yandan Kürt kimliğini ontolojik olarak inkar etmeye devam ederken, öte yandan da yapabiliyorsa kendi makbul Kürt’ünü yaratma, “İslam kardeşliği” üzerinden her türlü hak talebini bastırma, “Terörle mücadele” kisvesi adı altında kültürel soykırım derinleştirme, Kadınlar, Aleviler, LGBTİ gibi bütün çoğulculuk potansiyellerini aynı anda bastırma olarak belirlendi.
Bu mutabakatın oluşmasıyla birlikte, “çözüm süreci” sonlandırılarak Kürt halkına ve demokrasi güçlerine tarihin en kapsamlı saldırıları başlatıldı. Bu dönemde devlet ve PKK arasında yürütülen savaş sadece askeri değil, epistemolojik ve varoluşsal bir savaş olarak yürütüldü; yüzbinlerce insan yerinden edildi, şehirler yok edildi, tüm belediyelere kayyımlar eliyle el konuldu. Bir milyon insan KHK’lar ile işten atıldı. Rojava toprakları işgal edildi, Güney Kurdîstan’da 30 Türk askeri üssü kuruldu ve onlarca köy boşaltıldı. Kürt sözcüğünü kullanmak, hak talebinde bulunmak, “Teör” ile eşdeğer tutuldu. Devletin uluslararası desteği de aldığı bu dönem, içeride ve dışarıda kaskatı bir güvenlik rejimi kuruldu. Öcalan’ın 8 yıl boyunca tecrit edilmesi, bu dönemin en sembolik müdahalesi oldu. Çünkü Öcalan, yalnızca bir kişiyi değil, devletin karşısında kendi sözünü kuran ve bunu her şart altında yapan bir tahayyül biçimini temsil ediyordu. Onun sesi “kısıldıkça”, sözleşmenin “tekil hakikat” iddiası güçleniyordu! Ancak bu kez zorlama yetmedi: 10 yıl boyunca taraflar arasında en şiddetli düzeyde yürütülen savaş, sözleşmenin sınırlarını açığa çıkardı…
Devlet, 2015 sonrası kurduğu otoriter-milliyetçi-tetikçi koalisyonla Türklük Sözleşmesi’ni güçlendirdiğini düşünmüştü. Bunun için her türlü tahkimatı yaptı. Ancak bu tahkimat, uzun vadede kendi krizini daha da derinleştirdi. Öcalan geri adım atmadı. Kürt hareketi kimi zorluklar yaşasa da bastırılamadı. Aksine; birçok alanda yeni modellerle ve yeniden örgütlendi. Rojava’ya karşı yürütülen işgal saldırıları, Türkiye’nin uluslararası alanda meşruiyetini zedeledi. Savaş ekonomisine geçişle birlikte, ekonomik kriz, siyasal tıkanma ve yönetim krizi büyüdü. Bunun sonucu olarak, toplumda Kürt sorununa dair sessiz ama derin bir sorgulama başladı. Bu koşullarda devletin en sağlam kalesi olan Türklük Sözleşmesi artık kendi anlamını koruyamaz hale geldi. Hrant Dink’in ifadesiyle: “Bir gün bir bakacaksınız ki, en çok güvendiğiniz şey, size en çok zarar veren olmuş.” Sözü gerçeklik haline geldi…
Bahçeli’nin Çağrısı: İnkârın En Katı Dili Görüşmenin Kapısını Açıyor!
Bir devlet, kurduğu sözleşmeyi, onun varlığına meydan okuyanla yeniden konuşmak zorunda kalıyorsa; o sözleşme artık hükmünü kaybetmeye başlamıştır!
2024 sonbaharı, Türk devlet tarihindeki en sembolik kırılmalardan birini ifade ediyor. Kürt hareketinin lideri Öcalan’ın 8 yıl aradan sonra ilk defa sesinin dışarıya yansıması, yalnızca bir “müzakere süreci”nin başlangıcı değil; devletin Türklük Sözleşmesi üzerindeki mutlak kontrolünün sarsılmaya başladığının göstergesidir
2024 Ekim’inde Bahçeli’nin Öcalan’a yaptığı çağrı, bu anlamda sözleşmenin kurucu figürlerinin dönüşmeye zorlandığını gösteriyor. Çünkü Bahçeli, yalnızca bir politikacı değil; Türklük Sözleşmesi’nin retoriğini inşa eden-taşıyan bir “beden”dir; onun ağzından çıkan bu cümle, rejimin kolonlarında oluşan çatlakların artık yıkılmaya doğru gittiğini göstermektedir.
Şimdi devlet; 50 yıllık bir mücadele sonunda, ilk kez Öcalan ile aleni biçimde temas kuruyor. Bu temas, kamuoyuna yansıtıldığı gibi “terörü bitirmek” amacıyla değil; artık sürdürülemeyen bu sözleşmenin geldiği aşamayı gösteriyor.
PKK ve Öcalan, bir yılı dolmak üzere olan bu temaslarda alternatif bir sözleşme kurma çağrısını sürdürüyor. Fakat devlet cephesi henüz söylemin dışına taşmış değil. Henüz bir anayasal reform yok, öz yönetimler konuşulmuyor, kimlik tanımının değişmesi henüz dile gelmiş değil. Kim bilir; belki de devlet, sözleşmeyi yeniden sürdürülebilir kılacak yeni formüller arıyor. Bu anlamda bu durum, rejim açısından hegemonyasını yeni biçimlerde sürdürmek için bir “resetleme” amacı da olabilir. Ama ne olursa olsun: Artık o sözleşmenin geri dönme zemini yoktur, kalmamıştır!
Çünkü 50 yıl süren bu savaş ve direniş, artık toplumun belleğine, diline, sezgisine işlemiş durumda. Devlet, artık “Kürt yoktur” diyemiyor. Artık Öcalan’ı tecrit ederek yok sayamıyor. Artık kayyum politikasını izah edemiyor. Artık parti kapatarak sorunu çözemiyor. Artık kadınları eve kapatıp susturamıyor. Özcesi devlet, artık rıza üretemiyor. Bu yüzden 2024 Ekim’i ile başlayan süreç, sadece politik bir görüşmeden daha fazlasıdır! Bu görüşmeler ister başarıya ulaşsın ister ulaşmasın: Türklük Sözleşmesi ilk kez bu kadar alenî biçimde müzakereye açıldı!
Yeni bir tahayyül mümkün mü?
Bu uğursuz sözleşmenin başarısı için milyonlarca insan katliamdan geçirildi, “kılıç artığı” olarak kalanlar asimilasyona uğratıldı; açlık ile terbiye edilmeye çalışıldı. Fakat halkların sırtına giydirilen bu deli gömleği artık yırtılmıştır ve hiç bir yama bunun devamını sağlayamayacaktır.
Şimdi, tarihsel bir noktada duruyoruz: Bu sözleşmenin yerine yeni bir sözleşme nasıl yapılacaktır?
Rejim başta olmak üzere birçok çevre, birkaç anayasa maddesiyle meselenin çözülebileceğini düşünüyor. Oysa bu çok dar bir yaklaşım. Çünkü: Sözleşmeler sadece hukuki değil, epistemolojik bir meseledir de. Anayasa sadece kurumları değil, hakikati kim belirleyecek? sorusunu da içerir. Hukuk felsefesi sadece ceza kanunları değil, varlığın varlığını ve kendisini inşa-ifade-yaşatma-geliştirme hakkını kavramsallaştırmak ve bunu tanımlamakla yükümlüdür.
Özcesi mesele; Yeni bir tahayyül meselesidir. Yeni bir tahayyül ise salt söylemle değil; coğrafyadaki tüm kimliklerin, dillerin, inançların, kültürlerin ve kadınların kendi hayatlarının kurucu öznesi olabilmeleri anlamına gelir.
Peki, mevcut Türkiye gerçekliği içinde bu mümkün mü? Evet, ama bu kolay değil. Çünkü sözleşme hâlâ güçlü; ordu, medya, yargı ve sermaye tarafından korunuyor. “Muhalefet” hâlâ bu sözleşmenin dilinden kopmuş değil. Bu sözleşme sayesinde konfor elde eden rejim aparatı yapılar, Kürt halkının varlık mücadelesine karşıt pozisyonlarını her tutumlarında ilan ediyorlar. Akademi ve basın, nefret dilini terk etmiş değil. Lakin Türkiye toplumu, inkârın ağır sonuçlarını artık daha fazla taşıyamıyor. Yeni kuşaklar bu tekçi sözleşmeye yabancılaşıyor. Dolayısıyla yeni ve demokratik bir sözleşme, yalnızca ideolojik değil, tarihsel bir zorunluluk haline geliyor.
Sözün Özü:
“Bütün mümkünlerin kıyısındayız” derken şair, belki de bir karar anında olmayı ifade ediyordu: Bugün işte böylesi bir karar anındayız!
Kürt halkı, tarihsel bir eşikte olunduğunu, bu eşiğin herkes için bir sınanma anı olduğunu söylüyor ve bu coğrafyada yaşayan tüm halkların, kültürlerin, dillerin, inançların ve kadınların özne olacağı yeni bir sözleşme için herkese bir çağrı yapıyor!
Bu çağrıya verilecek yanıtlar, herkes açısından etik ve estetik ölçü olacaktır!
×Kaynakça:
Barış Ünlü; Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi
Tanıl Bora; Türklük Halleri
Abdullah Öcalan; Demokratik uygarlık manifestosu
Erik Jan Zürcher; Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Protestodan Direnişe
Fatma Müge Gökçek; Soykırım Meselesi: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Ermeniler ve Türkler
Hamit Bozarslan; Türkiye Tarihi: İmparatorluktan Günümüze
Ömer Ağın; Kürtler, Kemalizm ve TKP
Cengiz Güneş; Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi