Kürtler için bu süreç, ne tamamen bir fırsat ne de mutlak bir tehdit. Ancak her zamankinden daha fazla, kendi pozisyonlarını sağlama alma, uluslararası kamuoyuna açık ve ilkeli mesajlar verme ve kendi içsel birliğini sağlama zorunluluğu taşıyor.
Amed DİCLE
Ortadoğu’da son 48 saatte yaşananlar, bir askeri operasyonun değil, çok katmanlı bir satranç oyununun ilk hamleleri gibi okunmalı: Her tahliye, her açıklama ve her sessizlik, İran’dan Rojava’ya, Tel Aviv’den Şam’a kadar uzanan bir denklemin taşlarını yeniden yerleştiriyor.
Ortadoğu, bir kez daha uluslararası güçlerin sessizce yer değiştirdiği ve kartların yeniden karıldığı bir eşiğe doğru ilerliyor. Henüz sahada açık bir değişim yaşanmamış olsa da, tahliyeler ve açıklamalar yeni bir askeri ve diplomatik denge arayışını işaret ediyor.
Dünden itibaren yaşanan gelişmeler, bölgedeki gerilimin sadece geçici bir diplomatik manevra değil, çok daha derin stratejik hesapların sonucu olduğunu gösteriyor. ABD’nin Bağdat büyükelçiliğinden personelini tahliye etme kararı, Pentagon’un Kuveyt ve Bahreyn’deki askeri ailelere tahliye izni vermesi ve Trump’ın üst üste yaptığı açıklamalar, bölgede yaklaşan büyük bir hamlenin habercisi olabilir.
BBC ve CBS’in aktardığı bilgiye göre tahliyenin arka planında, İsrail’in İran’a yönelik bir operasyon hazırlığı içinde olduğuna dair ciddi sinyaller bulunuyor. Eğer bu operasyon gerçekleşirse, yalnızca Tahran değil, onun bölgede nüfuz sahibi olduğu Irak gibi ülkeler de doğrudan çatışma alanına dönüşebilir. ABD yönetimi, bu ihtimali önceden öngörerek, hem diplomatik varlığını azaltıyor hem de askeri pozisyonunu daha esnek bir zemine taşıyor.
Donald Trump’ın “çok yakında bölgede neler olacağını göreceğiz” ifadesi ve “İran asla nükleer silaha sahip olamaz” vurgusu, doğrudan güç siyasetine işaret ediyor. Bu sert dil, Washington’un artık nükleer pazarlığı değil, caydırıcılığı esas aldığı bir döneme geçtiğini düşündürüyor. Bu, aynı zamanda ABD’nin bölgede askeri hazırlıklarını artırdığı, yeni vekil çatışma alanları için sahayı ısındırdığı anlamına geliyor.
Ancak bu tabloyu yalnızca ABD-İran gerilimiyle sınırlamak eksik olur. Suriye, şu anda sadece iç savaş sonrası yeniden yapılanan bir devlet değil; aynı zamanda Ortadoğu’daki küresel ve bölgesel güç mücadelesinin somutlaştığı ana sahalardan biridir. ABD’nin İran’a yönelik mesajları kadar, Suriye’nin doğusundaki askeri varlığı da bu stratejik çatışmanın parçasıdır.
Yeni dönemde Şam’daki merkezi yönetim, yalnızca iç politik bir aktör değil; küresel ve ekonomik aktörlerin yön verdiği çok yönlü etkileşimlerin şekillendirdiği bir merkezdir. Artık Şam, sadece Suriye içi dengelerin değil, uluslararası diplomatik hesapların da kesiştiği bir alan haline gelmiştir.
Türkiye’nin buradaki siyasi ve askeri etkinliği, İsrail’in artan hava saldırıları ve Rojava’daki Özerk Yapı, bu büyük denklemin farklı ama iç içe geçmiş bileşenleridir. Suriye haritası artık yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda askeri ve diplomatik bir satranç tahtasıdır.
Bugün yaşanan gelişmeler, sadece Rojava’daki Kürtler açısından değil, tüm Kürt coğrafyası için tarihsel bir kırılma anıdır. Irak Kürdistanı’ndaki siyasi hareketlilik, İran’daki toplumsal gerilimler ve Türkiye’de ‘çözüm süreci’ bağlamında biriken belirsizliklerle birlikte düşünüldüğünde, Kürtler bölgesel denklemde giderek daha belirleyici bir aktöre dönüşüyor. Artık Kürt meselesi, “iç güvenlik” ya da “terör” bağlamında değil, Ortadoğu’nun yeniden inşasında söz ve pozisyon sahibi halkların stratejik geleceği olarak okunmalıdır.
Kürtler açısından tablo hem fırsatlar hem de ciddi riskler içeriyor. Rojava’daki Özerk Yönetim, uluslararası meşruiyetini büyük ölçüde IŞİD’e karşı savaşta sağladı. Ancak bugün, o meşruiyet alanı ABD-İran geriliminde bir baskı noktasına dönüşebilir. Washington’un Rojava’yla kurduğu ilişki, Kürtler için bir güvence olmaktan çıkıp, tersine hedef haline gelme riski taşıyor.
Türkiye açısından ise denklem daha karmaşık. Erdoğan yönetimi, geçmişte Trump ile kurduğu kişisel diplomasiye bel bağlamış, Rojava’ya yönelik askeri operasyonlar için Washington’dan yeşil ışık beklemişti. Ancak mevcut durumda bu alan kapanmış görünüyor. Ankara’nın Rojava’ya yönelik pozisyonu tümüyle değişmiş değil ama manevra alanı giderek daralıyor. Özellikle Tel Aviv yönetiminin baskısı altında ABD’nin bölgede sertleşmesi, Türkiye’nin Rojava’ya dönük adımlarını daha da sınırlayabilir. Sahadaki tablo; Türkiye’nin Rojava ile ilişki ve ittifakı gerekli kılıyor.
Kürtler için bu süreç, ne tamamen bir fırsat ne de mutlak bir tehdit. Ancak her zamankinden daha fazla, kendi pozisyonlarını sağlama alma, uluslararası kamuoyuna açık ve ilkeli mesajlar verme ve kendi içsel birliğini sağlama zorunluluğu taşıyor. Tam da bu bağlamda, Sayın Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat tarihli çağrısı yalnızca Türkiye’nin iç politikasına değil, bölgesel denklemde Kürtlerin pozisyonuna dair tarihsel bir perspektif sunmaktadır.
Bu çağrı, çatışma döngüsünü kırmayı, demokratik müzakereyi önceleyen bir üçüncü yol stratejisini ve bölge halkları arasında eşit-temelli bir barış fikrini esas almaktadır. Neoliberal savaş düzenlerinin ve kimlik temelli ayrıştırmaların ötesine geçmeyi hedefleyen bu vizyon, yalnızca Kürtler için değil, bölgesel halkların birlikte yaşama potansiyeli için de stratejik bir çıkış yoludur.
Çünkü bölgede yeni bir denklem kuruluyor ve bu kez sessiz kalmak, sadece yok sayılmak değil, hedef olmak anlamına da gelebilir.