PKK, silahları bırakarak, mücadelesinin hafızasından vazgeçmiş değildir. Onu başka bir dille ifade etmeyi seçmiştir. Artık savaşın söyleyemediklerini, sözün, kültürün, sivil eylemin ve hakikatin taşımasına izin vermektedir.
Jean-Paul Nuñez
Silahlar, onları ateşlemeye sevk eden nedenler ortadan kalktıktan çok sonra da konuşmaya devam eder. Kırk yılı aşkın bir süredir Kürdistan İşçi Partisi (PKK), Türk devletine karşı silahlı bir mücadele yürüttü. Kürt halkının varlığının derin bir inkârından doğan bu mücadele, asimetrik bir savaşın tüm aşamalarından geçti: kırsalda gerilla savaşı, şehirlerde ayaklanmalar, sürgünler, yeraltı faaliyetleri, kitlesel baskılar ve en çok da, Ortadoğu’nun alev almasıyla birlikte giderek daralan bir jeopolitik kuşatma.
Ancak 2025 yılının başında bir dönüm noktası yaşandı. Şubat ayında, hareketin kurucusu Abdullah Öcalan, İmralı’daki hapishanesinden eşi görülmemiş bir kamu çağrısı yaptı: silahlı mücadeleye son verilmesi, PKK’nin askeri biçimiyle feshedilmesi ve şiddetten arınmış yeni bir politik dönemin başlatılması. Bu bir geri çekilme stratejisi değil, tarihin radikal bir yeniden okunmasıydı.
12 Mayıs’ta bu çağrı karşılık buldu: Kandil dağlarında toplanan kongrede PKK, kendini feshettiğini ve silahlarını kalıcı olarak bıraktığını ilan etti. Bir sayfa kapandı. Ama bu ne bir unutuştu ne de bir teslimiyet.
Artık başka bir soru gündemde, taleplerden bile daha yakıcı bir soru: İnsanca, onurla silah bırakmak mümkün müdür — hele ki Türk devleti savaş halinde olduğu halkın adını bile anmayı reddederken, resmi bir tanıma olmaksızın? Bu silahsızlanma bir silinme değil de, uğruna mücadele edilen şeye başka bir sadakat biçimi olabilir mi?
Bu soru teorik değildir. Dünyanın başka yerlerinden geçmiştir: Bask vadilerinde ETA, bir gün, hiçbir anlaşma, hiçbir karşılık olmadan silahlarını bıraktı; çünkü ölüm dilinden başka anlamı kalmamış bir çatışmanın dışına çıkmak gerekiyordu. Kuzey İrlanda’da IRA, kurşunları sandıklara dönüştürmeyi bildi; mücadelesini siyasi alana taşıdı. Kolombiya’da FARC, on yıllarca süren silahlı mücadeleden sonra söze yönelmeyi denedi — hâlâ kırılgan ama umut vaat eden sonuçlarla.
Bu deneyimler bize şunu öğretiyor: Silah bırakmak bir vazgeçiş değil, bir dönüşümdür. Mücadelenin sonu değil; onun başka bir biçimde sürdürülmesi gerektiğinin kabulüdür. Daha alçakgönüllü. Daha yavaş. Ama belki de, daha derin.
PKK örneğinde ise asıl soru artık “Silahlar ne zaman bırakılacak?” değil; “Yerlerine nasıl bir dil geçecek?” sorusudur. Artık silahlar sustuğuna göre, mücadele için yeni bir sözlük icat etmek gerekiyor: nefretsiz, silinmesiz, yanılsamasız. Bu perspektif doğaçlama gelişmez; emek ister, öğrenilmesi gerekir, sınavlardan geçerek biçimlenir. Bu, silahla savaşmaktan daha büyük bir cesaret ister: İntikamsız bir hakikatin, aşağılamasız bir adaletin, safdillikten uzak bir diyaloğun cesareti. Ve eğer jeopolitik engeller göz önüne alınarak düşünülürse, sade bir ihtimal beliriyor: Silah bırakmak, bazen bir mücadelenin onurunu korumanın en radikal yoludur.
Ama bir silahsızlanmanın inandırıcı olabilmesi için, öncelikle neden silaha sarılındığının duyulması gerekir. Zira her şiddetin bir tarihi vardır. Ve çoğu zaman, sessizliklerin birikimiyle doğar.
Kürt halkı, Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüş 30 milyonu aşkın nüfusuyla dünyanın devletsiz en büyük ulusudur. Türkiye’de nüfusun yaklaşık %20’sini oluşturur, ancak varlığı uzun yıllar boyunca topyekûn inkâr edilmiştir. 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türk devleti, kimliğini dışlayıcı bir etnik milliyetçilik üzerine kurdu: “Tek millet, tek dil, tek devlet.” Kürtler bu noktadan itibaren “dağ Türkleri” olarak tanımlandı, dilleri yasaklandı, yer adları değiştirildi, kültürleri ya bastırıldı ya da yeraltına itildi.
Bu kökten inkâr yalnızca isyanları doğurmadı. Aynı zamanda kuşaktan kuşağa aktarılan sessiz bir acı yarattı — kolektif bir yoksunluk hali. Bir halkın kendini ifade etme hakkı bile elinden alınırsa, sonunda kendini başka yollarla duyurmanın yolunu arar.
İşte bu bağlamda doğdu, 1978 yılında Abdullah Öcalan tarafından kurulan Kürdistan İşçi Partisi (PKK). Hedefi açıktı: Kürt halkını, sömürgeci ve otoriter olarak görülen devlete karşı, silahlı mücadele yoluyla özgürleştirmek. 1984’ten itibaren PKK silahlı mücadeleye girişti.
Ancak bu kendiliğinden gelişen bir başkaldırı değildi. PKK, gerçek bir gerilla hareketi olarak yapılandı; hem ulusal kurtuluş mücadelelerinden (Cezayir, Filistin, Vietnam) hem de devrimci sosyalist modellerden ilham aldı. Disiplinli bir örgütlenme kurdu, etkili bir propaganda mekanizması oluşturdu ve en önemlisi, Türk güvenlik güçleriyle doğrudan çatışmayı hedefleyen bir strateji benimsedi.
PKK, üstlendiği şiddetin sorumluluğunu taşır. Ancak bu savaştan söz ederken, Türk devletinin yürüttüğü savaştan bahsetmeden geçmek dürüst olmaz: yakılan köyler, yüzbinleri bulan zorunlu göçler, işkenceler, yargısız infazlar, yaygın sansür. İki güç, hukukun çoğu zaman güvenlik adına kurban edildiği bir asimetrik savaşta karşı karşıya geldi.
1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından bu yana ideolojik bir dönüşüm süreci başladı. PKK’nin kurucusu, İmralı’daki cezaevinden zamanla bağımsızlık çizgisinden uzaklaştı ve düşüncesini, Murray Bookchin’in demokratik konfederalizminden esinle yeniden şekillendirdi. Artık hedef bağımsız bir Kürt devleti kurmak değil; ekolojiye, yerel demokrasiye, kadın-erkek eşitliğine ve azınlık haklarına dayanan adem-i merkeziyetçi bir toplum inşa etmekti.
Bu değişim yüzeysel bir makyaj değil. Hareketin stratejisinde köklü bir kopuş anlamına geliyor. Silaha başvurmak artık bir amaç değil, bir semptom olarak görülüyor. Hedef ise iktidarı ele geçirmek değil, toplumları özgürleştirmek.
Bu ideolojik dönüşüm, müzakere çağrılarıyla da paralel ilerledi. 2013 yılında Öcalan, tarihi bir çağrıyla ateşkes ilan etti, PKK’nin Türkiye dışına çekilmesini ve kalıcı bir barışın inşasını önerdi. İki yıl boyunca bu süreç umut verdi. Ancak 2015’te, seçim hesapları, bölgesel gerilimler ve manipüle edilmiş saldırılar nedeniyle süreç aniden çöktü.
Bu nedenle bugün silah bırakmak, basit bir jest değil. Özellikle azınlık bir halkın baskın bir devlete karşı savaştığı çatışmalarda bu adım çok daha zorlayıcıdır. Çünkü yalnızca bir yöntem değil, bir duruş değişikliği gerektirir — ki bu çok daha ağır bir dönüşümdür.
Abdullah Öcalan’ın 2025 Şubat’ında yaptığı çağrı, uzun bir olgunlaşma sürecinin sonucu olarak ortaya çıktı. 2000’li yıllardan bu yana, PKK’nin kurucusu hareketin stratejisini yeniden gözden geçirmeyi sürdürüyordu. Yazılarında, silahlı çatışma mantığından çıkışı, bir vazgeçiş değil; mücadelenin bir dönüşümü olarak savunuyordu.
Bu sürecin başarısızlığı, Kürt hareketinin strateji değiştirmesinden değil; devletin tutumundan kaynaklandı. Türkiye devleti tavizsiz kalmaya devam etti. Kürt meselesinin tanınması hâlâ tabu niteliğinde. Baskılar sürüyor. Seçilmiş temsilciler hapsediliyor, mahalleler yıkılıyor, medya sansürleniyor.
İşte tam da bu bağlamda, 2025’te alınan silahsızlanma kararı güçlü bir anlam kazanıyor: Bu karar, bir tür öz-belirlenim eylemine dönüşüyor; şiddetin karşılıklılık sarmalına karşı bir kopuş jesti oluyor. Artık karşı tarafın dayattığı konuma — tehdit olma pozisyonuna — hapsolmayı reddetme iradesini simgeliyor. Riskli bir adım ama yeni bir söz söyleme potansiyeli taşıyor.
Bir barış sürecinin başlayabilmesi için, en az bir tarafın aşağılayıcı ve inkârcı mantığı terk etmesi gerekir. Oysa bugüne kadar Türkiye devletinin resmi tutumu, Kürt meselesine herhangi bir meşruiyet tanımamak yönünde oldu. Hele hele PKK gibi bir örgüte — yalnızca Türkiye’de değil, birçok uluslararası güç tarafından da terör örgütü ilan edilmiş bir yapıya — hiçbir meşruiyet tanınmıyor.
Bu durumda, herhangi bir müzakere çerçevesi olmadan, dış arabuluculuk olmadan, anayasal reform perspektifi olmadan silah bırakmak bir yenilgi gibi algılanabilir. Ama yine de bu yol seçildi. İşte tam da bu noktada, bu kararın taşıdığı anlam derinleşiyor: Silahların artık dile getiremeyeceği bir şeyi söylüyor. Düşündürmeye çağırıyor. Güç dengesini başka alanlara taşıyor.
Görünüşteki yalnızlığa rağmen, hareketin içinde bazı içsel kaynaklar mevcuttur. Birkaç yıldır PKK ideolojisi değişmiş durumda. Murray Bookchin ve diğer demokratik özerklik düşünürlerinin çalışmalarından ilham alan yeni vizyon, Öcalan tarafından, kültürel, sosyal ve toplumsal direniş biçimlerine dayanmaktadır.
Yerel demokrasiye, cinsiyet eşitliğine, canlıların korunmasına verilen önem, mücadelenin sadece devletle çatışmadan çok, toplumsal bir modelin inşasına doğru yönlendirilmek istendiğini gösteriyor. Rojava’daki kadın hareketleri ve öz-yönetim deneyimleri gibi girişimler, bu dönüşümün sessiz laboratuvarlarıdır. Kürt sivil toplumu, hem Türkiye’de hem de diasporada, bu dinamiği taşımaktadır. Aydınlar, sanatçılar, öğretmenler, gazeteciler, saha aktivistleri, farklı bir sesin açık tutulmasını sağlamak için çaba göstermektedir. Hemen bir onarım talep etmiyorlar, ancak ertelemeli bir tanınma istiyorlar. Bir zafer talep etmiyorlar, ancak onurlu bir hafıza istiyorlar.
Bu bağlamda, silahların bırakılması savaşın sonu değil, derin bir yeniden yapılanmadır.
Bazı haklı davalar, haksız yollarla savunuldukça kaybolur. Ve uzun süre alay edilen veya anlaşılmayan bazı barış eylemleri, tarihsel bir dönüm noktasına dönüşür. IRA’nın Kuzey İrlanda’da, ETA’nın Bask Bölgesi’nde ya da FARC’ın Kolombiya’daki gönüllü silahsızlanması, PKK için olabilecek bir yolun düşünülmesi için önemli dönemeçlerdir. Bu örnekleri kopyalamak değil, anlamak için: Bu geçişlerin hangi mekanizmalarla, hangi arabuluculuklarla ve hangi sınırlarla gerçekleştiğini anlamak gerekir.
Bask silahlı örgütü ETA, İspanyol devletiyle yıllarca süren şiddetli mücadelesinin ardından, 2017’de silahlarını koşulsuz olarak teslim etti. Bu silahsızlanma, resmi bir anlaşmanın ya da karşılıklı bir tanımanın sonucu değildi. Aksine, üçüncü aktörler tarafından, sivil toplum aktivistleri, yerel seçilmişler, STK’lar tarafından sembolik olarak silahların teslim edilmesi “organize” edilmiştir.
Bu silahsızlanma, daha çok içsel bir kopuş eylemi olmuş, müzakere sonucu bir gelişme olmaktan çok bir adım atılmıştır. ETA, uzun vadede, Bask davasının gücünün patlayıcılarında değil, çatışmanın hafızasını başka bir şekilde yaşama kapasitesinde olduğunu anlamıştır. ETA’nın silahsızlanması, aynı zamanda Bask toplumunun yaralarını kabul etmesini, tarihi inkar etmeden yapmasını sağlamıştır. Özürler, kesişen anlatılar, hafıza üzerine acı verici tartışmalar yaşanmıştır. Ama bu adımın merkezinde şunu kabul etme vardır: Sessizliğe karşı bir reddediş. Silahsızlanmanın sağladığı şey unutmak değil, konuşmaktır.
Kuzey İrlanda süreci, 1980’li yıllardan itibaren başlatılmış ve 1998 tarihli Kutsal Cuma Anlaşması ile doruk noktasına ulaşmıştır. Bu durumda silahsızlanma, Birleşik Krallık, İrlanda Cumhuriyeti, IRA, protestan birlikçiler, sivil toplum temsilcileri ve hatta uluslararası arabulucular gibi birçok tarafı içine alan karmaşık bir müzakere mimarisinin ürünü olmuştur. Bu sürecin en büyük gücü, silahsızlanmayı, siyasi temsiliyeti ve kurumsal reformu birlikte kurgulayabilmiş olmasıdır. IRA’nın siyasi uzantısı olan Sinn Féin, önemli bir seçim gücüne dönüşmüş ve dün karşı çıktığı kurumların içine girmiştir. IRA’nın silahsızlanması, doğrulanarak ve kademeli biçimde gerçekleşmiş, taleplerden vazgeçilmeksizin silahlardan oy pusulasına geçiş yapılmıştır.
Ancak bu dönüşüm, hafızayla yüzleşme, yas tutma ve simgesel onarım çalışmaları olmadan mümkün olamazdı. İmzalanan yalnızca bir siyasal barış değil, birlikte yaşamanın yeni bir dilbilgisiydi.
Karşılaştırmak, bir şablonu kopyalamak değildir. PKK, ne ETA’dır ne IRA. Türkiye bağlamı daha otoriterdir, daha az çoğulcudur ve devletin düşmanlığı çok daha radikaldir. Türk milliyetçiliği, İspanya’nın ya da Birleşik Krallık’ın tüm sınırlarına rağmen tanıdığı türden bir bölgesel çeşitliliği değil, Kürt halkının siyasi varlığını dahi tanımamaktadır.
Yine de bu örnekler bize şunu söylüyor: Dava ihanete uğramadan da silahsızlanmak mümkündür—yeter ki neyi korumak istediğimizi adlandırabilelim: bir onuru, bir toprağı, bir hafızayı. Belki de insanlığa olan inancı.
12 Mayıs 2025 günü, Kandil dağlarında, birkaç gün süren tartışmaların ardından PKK’nin 12. Kongresi bir bildiri yayımlar: Hareket kendini fesheder, silahlı mücadeleyi sonlandırır ve başka bir mücadele biçimine çağrı yapar. Açıklama sadedir, zafer havası taşımaz. Ama yoğunluğu anında hissedilir. Sınırları aşar. Kırk yılı aşkın bir süredir bu savaşın ağırlığı altında yaşamış olanları sarsar. Uzaklardan, bazen kulak vermeden ya desteklemiş ya da mahkûm etmiş olanlara da bir soru yöneltir.
Bu bir teslimiyet değildir. Bu bir son değildir. Bu bir yön değişimidir. Uzun süredir başlayan, Abdullah Öcalan’ın metinlerinden, Rojava’daki sivil deneyimlerden, akan kanın tükenmişliğinden ve bir halkın yalnızca silahlarla ayakta kalamayacağına dair derin bir inançtan beslenen bir evrimin ürünüdür.
Bu fesih eylemi, başka bir eylemden ayrı düşünülemez: Şubat 2025’te, Abdullah Öcalan tarafından cezaevinden yapılan çağrıdan. Öcalan bu çağrıda, silahlı döngüden çıkmayı bir geri çekilme değil, mücadelenin derinleştirilmesi olarak savunuyordu. Ona göre artık mesele, kazanılamayacak bir savaşı sürdürmek değil; inkâr edilmiş bir halk için bir yaşam alanı açmaktı.
Bu nedenle bu adım kurucu niteliktedir: Eski stratejinin artık bugünün siyasi ve insani gerçekliğine karşılık gelmediğini kabul eder. Kürt meselesinin gömülmeyeceğini, unutulmayacağını, fakat artık başka biçimlerde ifade edilmesi gerektiğini ilan eder. Temel hakların hâlâ güvence altına alınmadığı bir bağlamda silahların bırakılması, elde edilmiş bir kazanımın karşılığı değildir. Bu, dünyaya verilen bir işarettir: Artık bize dayattığınız zeminde hareket etmeyeceğiz.
Bu silahsızlanma, herhangi bir güvenceye dayanmadan gerçekleşmektedir.
Bu, ne bir antlaşmanın sonucudur ne de bir zaferin meyvesi. Tam da bu yüzden daha anlamlıdır. Süregiden baskı ortamında, keyfi tutuklamaların, siyasi partilerin kapatılmasının yaşandığı bir bağlamda, bu eylem özgürlüğüyle öne çıkar. Hiçbir vaade bağlı değildir. Geleceği pazarlık konusu yapmaz. Satır aralarında şu ilan edilir: Artık istediğimiz şey, korkuyla dayatılamaz. Bedelini bilenler için, hayatta kalma kimliğine dönüşmüş bir şeyden vazgeçmek, nadir bir cesaret ister. Silahların mantığından vazgeçmek, teslim olmak değil; yeniden şekillenmektir. Başka bir şekilde var olmayı göze almaktır.
PKK’nin o gün ilan ettiği şey, bir halkın mücadeleye devam etmeye karar verebileceği, ama artık aynı şekilde savaşmayabileceğidir. Tüfek artık manzaranın parçası değildir. Geriye hafıza, kültür, sivil bağlılık, halkın bilgeliği kalır. Geriye sadece kurumları değil, bir bilinci yeniden inşa etme ihtimali kalır.
Bu, mücadelenin başka bir gramerini aramaktır. Tehdit içermeyen ama yine de güçlü bir gramer. Eğitimin, bakımın, hafızanın, aktarılmış dilin, talep edilen hakkın, korkusuz yürüyen bedenin diliyle konuşacak bir gramer.
Bu, önceden çizilmiş bir yol değildir. Önünde çok sayıda engel vardır. Ama PKK’nin feshi, Kürt mücadelesinin sonu değildir. Bu, mücadelenin belirli bir dilinin sonudur. Artık bu tarih, başka seslere, başka biçimlere aittir. Başka silahlarla: verilen sözle, sabırlı örgütlenmeyle, özgür hafızayla. Ve belki de, kurşunların gürültüsünü izleyen sessizlikte, var olmak için dayatmaya ihtiyaç duymayan bir hakikatin kendisiyle.
PKK, silahları bırakarak, mücadelesinin hafızasından vazgeçmiş değildir. Onu başka bir dille ifade etmeyi seçmiştir. Artık savaşın söyleyemediklerini, sözün, kültürün, sivil eylemin ve hakikatin taşımasına izin vermektedir. Bu, bir halkın onurunun, misilleme kapasitesiyle değil, kendini yitirmeden direnme biçimiyle ölçüldüğünü kabul etmektir. Adaletin kendini kabul ettirmesi için şiddete ihtiyaç duymadığını, ama yüzlere, mekânlara, anlatılara ve dile getirilmiş – ve tanınmış – yaralara ihtiyaç duyduğuna inanmaktır.
Birçokları bunu safça bulacaktır. Oysa tarih, bazen yolunu alçakgönüllülük içinde açar. Çünkü artık tarih, yalnızca PKK’ye silahlarıyla ne yaptığını sormayacak…
Bizlere, komşu ve dayanışma içindeki halklara da soracak: Bu sunulmuş jeste karşı biz ne karşılık verdik ?
×KİMDİR ?
1953 doğumlu Jean-Paul Nunez, Montpellier’de yaşayan bir Protestan din adamı (pasteur) ve insan hakları savunucusu.
Nunez, sosyal eşitsizlikler ve dışlayıcı politikalar karşısında her zaman sesini yükseltti; göçmenlere yönelik “istila” söylemlerine karşı çıktı, Tunus-Libya sınırında bizzat sahada bulunarak dayanışma ağlarını güçlendirmeye çalıştı. 1980’li yılların sonlarından bu yana Kürt halkının mücadelesine yakınlık duyan Nunez, defalarca Kürdistan’a gitti. Avrupa’daki Kürt mültecilerle dayanışma içinde oldu. 2000 yılının Temmuz ayında Fransa’da, PKK’nin uluslararası siyasi stratejisinin mimarlarından biri olarak kabul edilen Rıza Altun’un savunma kampanyasını örgütleyen isimlerden biriydi.