Şam yönetiminin, katliamlar ve Kürtlere dönük baskı ve tehdit siyaseti altında Suriye’de kurguladığı seçimi değerlendiren gazeteci Sinan Cudi, bu “seçimin” halkın geleceğini değil Şara’nın meşruiyetini tesis etmeyi amaçladığını söyledi.
Çağdaş KAPLAN
Geçtiğimiz aylarda yaşanan Alevi katliamı, Dürzi kenti Süveyda’ya yönelik saldırılar ve ambargo, Kuzey ve Doğu Suriye yönetimiyle bir yandan sürdürülen görüşmeler, diğer yandan artan baskı ve tacizler…
Suriye, böylesi bir ortamda “seçim”e gidiyor. Ancak bu, bilinen anlamda bir seçim değil. Eylül ayında yapılması planlanan seçimlerde, 210 sandalyeli Meclis’in üçte biri halk tarafından seçilmeyecek; doğrudan geçiş dönemi başkanı Ahmed el-Şara tarafından atanacak.
Peki, bu “ipotekli” seçim Suriye halklarının iradesini ne kadar yansıtacak? Saldırıların sürdüğü bölgelerde seçimin bir anlamı var mı? Bu seçim göstermelik bir “meşruiyet” seçimi mi? Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Bölgesi’nde durum ne? Seçim kararı, bu bölgedeki yönetimle yapılan görüşmelerde istişare edildi mi?
Tüm bu soruları, bölgeyi sahadan takip eden gazeteci Sinan Cudi ile konuştuk.
Gazeteci Sinan Cudi, geçici Şam yönetiminin aldığı seçim kararını, yöntem itibariyle halk iradesini yansıtmayan ve Baas yönetiminin daha önce yaptığı denetimli ve kontrollü seçimlere benzetti.
Cudi, geçici hükümetin kurulmasıyla başlayan tartışmalarda, seçim konusunun Suriye halklarının katılımıyla gerçekleşecek bir diyalog konferansına evrilmesi, ardından bir Anayasa Komisyonu kurulması ve sürecin demokrasi, etnik ve dini grupların haklarını önceleyen bir sistem temelinde, Birleşmiş Milletler’in 2254 sayılı kararı doğrultusunda ilerlemesi gerektiğini belirtiyor. Ancak Cudi’ye göre, bu adımların hiçbiri atılmadı.
HUKUKİ VE PRATİK ZEMİNİ MEVCUT DEĞİL
İlan edilen seçim yönetmenliğine göre Meclis’teki 210 sandalyenin 140’ı için vilayetlerden seçim komisyonları üzerinden kurulacak sandıkla şekillenecek. Ancak kalan 70 sandalye doğrudan Şara tarafından belirlenecek.
Sinan Cudi’ye göre bunun da sahada pratik ve hukuki zemini mevcut değil.
דÇünkü hem güvenlik, hem nüfus sayımı, hem buna benzer hazırlıkların olmadığı bir süreçten bahsediyoruz. Yani kimlik dağıtımı, adres tespitleri ve bunlar mümkün değil. Pratik olarak da sıkıntılı bir süreç.”
MEVCUT YÖNETİMİ MEŞRULAŞTIRMAYA DÖNÜK BİR HAMLE
Böylesi bir ortamda yapılacak seçimin amacının Şara’nın “yürütme erkini pekiştirmeye” dönük olduğunu ifade eden Cudi, “En son yaşanan Alevi katliamı, yani Kürt bölgelerine yönelik tehditler ve bunun gölgesinde yürütülecek bir seçim çalışması kesinlikle sadece mevcut yönetimin meşrulaştırmaya yönelik bir adım ve bir komplo olarak değerlendirilebilir” diyor.
Kuzey ve Doğu Suriye Özerk yönetimi bölgesinde bu süreç nasıl işleyecek? Cudi, Özerk yönetim bölgesinde geçmiş dönemlerde de halkın Esad yönetimin yaptığı seçimlere katılmadığını hatırlatıyor. Bunun “meşruiyetini halktan almayan, kendi gizli ajandası üzerinden iktidarını meşrulaştırma çabalarına karşı” ilkesel bir tutum olduğunu belirten Cudi, Şara yönetiminin de benzer bir yol izlediğini bu sebeple de sonucun bu bölgeler açısından aynı olabileceğini kaydediyor.
SURİYE HALKININ ŞÜPHELERİ VE ENDİŞELERİ VAR
“Hangi yöntem olursa bu bölge seçimlere katılır ve nasıl bir yöntem izlenebilir?” sorusuna ise gazeteci Cudi şu yanıtı veriyor:
Kürt bölgeleri ve muhalif sahalara da temsilcilerin gönderileceği, yabancı gözlemcilerin gideceği belirtiliyor ama bu sadece göz boyamaya yönelik bir yaklaşım. Bu anlamıyla Suriye halkları açısından büyük bir sıkıntı. Muhalif bölgelerdeki yetki paylaşımı ne olacak? Bu belli değil. O yüzden sadece sembolik bir anlam ifade edebilir. Yine tüm Suriye halkının seçim sürecine, Şara’nın atayacağı vekillere dair endişeleri ve şüpheleri var. Son yaşanan Alevi katliamı, Dürzi katliamı ve Kürt bölgelerine yönelik tehditler bu şüpheleri artırıyor.”
ŞARA’NIN CİDDİ BİR MEŞRUİYET SORUNU VAR
Seçim sürecine dair sahadaki uluslararası güçlerin onayı olup olmadığına dair soruya ise Cudi, “büyük ihtimalle öyle bir telkinleri var” yanıtını veriyor.
Gazeteci Sinan Cudi bu konuda şu değerlendirmeleri yapıyor:
דHızlıca ülkeyi yeniden yapılandırmak, ekonomik reformlar yapmak ve altyapı yatırımlarını planlamak istiyorlar. Bunların hepsini de seçimlere bağlıyorlar. ‘Seçilmiş bir yönetim olsun ki, biz de onu muhatap alalım; bu bizim açımızdan daha kabul edilebilir bir pozisyon olur’ diye düşünüyorlar. Uluslararası güçlerin ve sermayenin yaklaşımı bu yönde. Çünkü Şara seçimle gelmedi, dolayısıyla ciddi bir meşruiyet sorunu var.
Uluslararası aktörlerin tutumu, Alevi ve Dürzi katliamlarının ardından daha da ikircikli bir hal aldı. Şara artık tartışmalı bir pozisyonda. Bu meşruiyet nasıl sağlanır? ‘O zaman bir seçim yapın, biz de bunu kotaralım’ gibi bir yaklaşım var ortada.”
Peki hem Şara hem de uluslararası güçler ve sermayenin seçim eliyle yaratmak istediği bu meşruiyet Kürtlerin ve diğer halkların katılımı olmadan nasıl sağlanacak?
Cudi’ye göre, son süreçte Kürtlere dönük artan baskı siyasetini bu çerçeveden de okumak gerekiyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve MHP lideri Devlet Bahçeli üzerinden yapılan “entegrasyon geciktiriliyor” yönündeki tehditler ile ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın sürecin hızla ilerlemesi gerektiğine dair açıklamaları, Şara’ya meşruiyet kazandırmayı planlanan seçimlerin altyapısını oluşturmayı amaçlıyor.
Cudi, bu konuda şu değerlendirmeyi yapıyor:
דÖzerk Yönetim ve Demokratik Suriye Güçleri’ne dönük olarak, ‘Madem 10 Mart Anlaşması’nı yaptınız, bu seçim sizin için de bizim için de ön açıcı olur’ şeklinde bir yaklaşım var. Ama Özerk Yönetim’in böyle bir pozisyon alacağını sanmıyorum. 10 Mart Anlaşması’nın, Alevi katliamlarının engellenebilmesi için imzalandığını belirtmişlerdi. Ancak tek taraflı dayatmalara kesinlikle karşı çıkacaklarını da açıkça ifade etmişlerdi.”
Geçici yönetim ve Özerk yönetim arasında yapılan görüşmelerde seçim konusun gündeme gelip gelmediğine dair soruya ise Cudi şu yanıtı veriyor:
Görüşmelerde şu ana kadar öncelik askeri ve sivil yapıların entegrasyonu üzerineydi. Seçim gündemi bu toplantıların gündemine hiç taşınmadı bildiğim kadarıyla. Özerk yönetimin oluşturulacak yeni hükümet, yeni anayasa yazımı ve bunun üzerinden oluşturulacak seçim kanunu ve benzeri işleyişler tamamlandıktan sonra bir seçime gidilebilir gibi bir yaklaşımı var.”
Sinan Cudi ile, Türkiye’nin Kürt bölgesi ve güçlerine son dönemde artan baskı ve tehdit siyaseti ve son olarak Tışrin Barajı’na ateşkese rağmen Türkiye bağlantılı silahlı güçlerin saldırılarını da konuşuyoruz. Tüm bunların ne anlama geldiğine dair. Cudi, Tışrin’de çok açık bir ateşkes ihlali olduğu görüşünde ve bu saldırıların “Özerk yönetim bölgesine caydırıcılık ve baskı hamlesi olarak okunabilir” diyor.
Cudi’nin bu konudaki değerlendirmeleri şöyle:
“Öncelikli olarak bir moral bozma hedefi sezinliyoruz. Özerk Yönetim’i daha hızlı entegrasyona ve silahsızlanmaya zorlamak gibi bir çaba söz konusu. Aynı zamanda bu, Türkiye’ye yönelik bir politik mesaj da olabilir. Sınır ötesinde müdahale kabiliyetini açıkça göstermek, hem uluslararası aktörleri hem de Özerk Yönetim’i pazarlık masasına çekmek için bu saldırılar bir araç olarak kullanılıyor.”
BASKI VE THDİT POLİTİKASI SONUÇ ALIR MI?
Cudi, “Bu baskı ve tehdit siyaseti sonuç verir mi?” sorusunu şöyle yanıtlıyor:
“‘DSG’nin orduya hızlı entegrasyonundan söz ediliyor ama sahadaki gerçeklik çok farklı. Suriye Geçici Yönetimi’nin kendi açıklamalarında bile ülkede yaşanan çatışmalarda ‘denetleyemediğimiz silahlı güçler’ olduğuna dikkat çekiliyor. Şimdi, kendine bağlı Zafer Konferansı içinde birlikte poz verdikleri silahlı grupları bile denetleyemeyen bir merkezi yapıdan söz ediyoruz.
Bu nedenle DSG, kendi yapısını koruyarak ordunun bir parçası olmayı istiyor, en azından ilk aşamada.
Bu baskı ve tehdit politikasının sonuçlarını üç başlık altında değerlendirebiliriz:
Birincisi; taraflar arasındaki müzakere devam ederken silah bırakma dayatması, kopuş riskini artırabilir. Bu, Kuzey ve Doğu Suriye halkları açısından bir kırmızı çizgi çünkü. Halkların varlıklarını koruma gibi bir kaygıları var.
İkincisi; bu tür bir dayatma, ciddi bir güvenlik boşluğu yaratabilir. Entegre olacak bir yapı oluşmadan silah bırakılması, iç istikrarsızlığı derinleştirir ve yeni silahlı çete gruplarının ortaya çıkması riskini artırır.
Üçüncüsü; bu durum, bölgesel aktörler arasındaki dengeleri de zedeleyebilir. DSG’nin sahadaki rolünün korunmasına ilgi duyan pek çok güç var. Türkiye’nin baskısı, bu aktörlerle de diplomatik gerilim yaratabilir. Özellikle Türkiye’deki Barış ve Demokratik Toplum çağrısı sonrası, bu süreç olumsuz etkilenebilir.
Özetle, Kuzey ve Doğu Suriye’nin entegrasyon sürecine dair önceliğine rağmen, Suriye Milli Ordusu’nun saldırıları ve Türkiye’nin baskısı, hem sahada hem de müzakere masasında sert bir güç mücadelesinin sürdüğünü gösteriyor. Bu dinamikler, Suriye’nin uzun vadeli istikrarı açısından hem demokratik hem de güvenlik temelli ciddi engeller oluşturuyor.”