Churchill aklıyla çizilen stratejik haritaları ancak yeni bir stratejik akıl aşabilir. Bu yeni akıl; savaşlardan, sürgünlerden, yıkımlardan geçerek ayakta kalan kadim halkların kolektif hafızasından süzülen, Mezopotamya’nın, Levant’ın, Zagros’un toprağında yeşeren ve bu topraklara yabancı olmayan bir politik vizyon olmalıdır.
Kawe KARZAN
Suriye’de yalnızca bir iç çatışma değil, Ortadoğu’yu ve hatta dünyayı kapsayan geniş bir siyaset çemberi kurulmuş durumda. Bu çemberin içinde, sahaya inmiş pek çok oyun kurucu aktör var; her biri kendi A ve B planlarını hayata geçirmek için, rakiplerinin senaryolarını bozma telaşında. Bu çok katmanlı ve girift mücadele, kaçınılmaz olarak dış müdahaleleri, siyasi kargaşayı ve ne yazık ki sistematik katliamları beraberinde getiriyor. Her yeni gün, yeni bir vahşet, yeni bir insanlık suçu demek.
Ancak bu suçlar, sadece saldırgan ellerin değil; onları doğrudan ya da dolaylı biçimde destekleyenlerin de eseridir. Rejimi aktif biçimde destekleyenlerle, koşullu ya da edilgen şekilde yanında duranlar… Aynı şekilde rejime karşı çıkanlar da – ister sert biçimde, ister mesafeli dursunlar – bu karmaşık satranç oyunlarının birer parçasıdır. Bütün bu politik hesapların ortak özelliği ise aynıdır: Halkın, inançların, kültürlerin, etnik ve dini toplulukların hakları hesaba katılmaksızın, yukarıdan ve dışarıdan bir dayatma olarak Suriye’nin üzerine bırakılmış olmaları.
Katı ve merkeziyetçi devlet modelinde ısrar eden her güç, aslında açık ya da örtük biçimde bir inkar ve soykırım pratiğine zemin hazırlar. Çünkü soykırımlar, ancak tek tipleştirici, dışlayıcı ve mutlak iktidar arzusuyla şekillenmiş devlet formları içinde filizlenebilir. Bu yüzden Demokratik Suriye Cumhuriyeti fikrinde ısrar, sadece bir tercih değil; varoluşsal bir zorunluluk, tarihsel bir direnme biçimidir. Çünkü demokratik bir yapı, farklılıkları yok etmek için değil, onları yaşatmak için vardır. Onu inşa etmek, yalnızca siyasi değil, ahlaki bir sorumluluktur.
Ne yazık ki bazı Arap ülkeleri, Türkiye ve benzeri bölgesel güçler, hâlâ katı bir uniter ve totaliter Suriye arayışında ısrarcı. Çıkarlarını, diplomatik hesaplarını bu yapı üzerine inşa etmiş durumdalar. Öyle ki kimi kaynaklara göre El-Şara’nın özel güvenliği dahi bu ülkelerin doğrudan desteğiyle sağlanıyor. Mali, askeri, istihbari her türden destek sunuluyor. Cihadist, baskıcı ve anti-demokratik eğilimler, sadece Suriye’nin değil, destekleyenlerin de siyasal meşruiyetini yitirmesine neden oluyor. Ama yine de bu yapının yaşaması uğruna, kendi iç dengelerini bile riske atabilecek bir gözü karalıkla hareket edebiliyorlar.
Öte yandan, Suriye’deki bu baskıcı rejimi kendi iç güvenliği açısından tehdit olarak gören ve bu yüzden daha federatif, daha çoğulcu bir Suriye modelini destekleyen başka aktörler de sahnede. İsrail, ABD ve Avrupa Birliği gibi güçler; bölgesel çıkarlarını korumanın yolunu, uniter olmayan, daha yumuşak geçişli bir Suriye yapısında buluyorlar. Onlar açısından, Irak ya da İran benzeri modellerden ilham alan bir federasyon, hem daha öngörülebilir hem de daha kontrol edilebilir bir Suriye anlamına geliyor.
İran, bir zamanlar Ortadoğu’nun stratejik oyun kurucularından biri olarak Suriye, Lübnan ve Irak sahalarında belirleyici bir ağırlığa sahipti. Ancak bu konumunu neredeyse tümüyle yitirmiş durumda. Her ne kadar hâlâ Suriye üzerinden bazı projelere ve odaklara siyasi destek sunmaya çalışsa da, etkisi artık sınırlı ve daha çok sembolik bir düzeyde. Rusya ile birlikte İran, bugün sahada yalnızca pasif birer izleyici gibi davranmakta; etkileri zayıf, müdahaleleri cılız. Büyük hesapların yapıldığı bu denklemde, artık onların hamleleri oyunun gidişatını kökten değiştirme kudretine sahip değil.
Ancak bu coğrafyada yalnızca devletler yok; bir de tarihten, yıkımdan, sürgünlerden ve umutlardan örülmüş halklar var. Suriye halkları, iki yüzyıllık bir enkazın altından çıkmaya çabalıyor. Bu yorgun halk, karanlığın içindeki en küçük ışık kıvılcımını dahi değerlendirmeye hazır. Çünkü geçici El-Şara rejiminin uyguladığı soykırımcı politikalar, sadece can almadı, aynı zamanda derin bir güvensizlik yarattı. Rejim ile dini ve etnik açıdan farklı olan toplumsal yapılar arasında artık bir hayatta kalma meselesi hâkim: Ya rejimden korunacaklar, ya da yok edilecekler.
Rejimin kılıcı, öncelikle Suriye halklarının üzerine iniyor. DAİŞ’in gerilemesinin ardından katliam sahnesinde yeni baş aktör, doğrudan rejimin kendisi oldu. Bir devlet, halkının güvenliğini sağlamak yerine onlara karşı savaş açarsa, orada artık hukuktan, devletten, adaletten bahsedilemez. Medyada ve özellikle sosyal medyada yayılan görüntüler; yıkılmış kentler, yakılmış bedenler, gözü yaşlı çocuklar, Suriye’de yaşananların açık birer soykırım olduğunu gösteriyor. Bu nedenle halkların en temel kaygısı artık demokrasi ya da ekonomi değil; çıplak, yalın bir güvenlik meselesidir. Ve bu güvenliği, ne bölgesel güçler ne küresel aktörler garanti edebilir; onu ancak bizzat halkın kendisi, kendi ittifakı, kendi öz örgütlenmesi sağlayabilir.
Demokrasi, insan hakları, kadın özgürlüğü gibi evrensel değerler ancak güvende olunan bir zeminde yeşerebilir. Suriye’de belki de ilk kez, güvenlik eksenli ittifaklar ve tabandan gelen yapılar demokratik bir geleceğin altyapısını kuruyor. Bu, Suriye’nin kendi tarihsel ve sosyopolitik özgünlüğünden doğan bir ihtiyaçtır. Çünkü burada demokrasi, sadece bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda hayatta kalmanın, var olmanın, yok edilmekten kurtulmanın adıdır.
İster federatif, ister özerk ya da bambaşka bir model adıyla sunulsun; artık Suriye’de yerel yönetim, halkın doğrudan söz sahibi olduğu bir yönetim biçimi kaçınılmaz hale gelmiştir. Merkeziyetçi, otoriter ve baskıcı devlet modeli ise hem fiilen hem de tarihsel olarak aşılmıştır. Çünkü bu modelden yükselen en büyük tehdit, artık açıkça sivil halka yönelmektedir.
Eğer Suriye’deki sosyal ve siyasal yapılar – üçüncü bir yol olarak – kendi iç dinamiklerinden beslenen, halkın güvenliğini önceleyen bir demokratik eksen inşa edebilirlerse, o zaman bugüne dek Suriye üzerinde oynanan bütün kirli çıkar oyunları boşa düşer. Belki de ilk kez, Sykes-Picot’tan bu yana, Suriye kendi kaderini halk iradesiyle tayin eden demokratik bir yapıya kavuşmuş olur. “Demokratik Suriye Cumhuriyeti” kavramı işte bu noktada bir temenni değil, bir tarihsel zorunluluk, bir varoluş meselesi halini alır.
Çünkü güvensizlikten doğan bu yeni zemin üzerinde inşa edilecek demokratik yapıların en temel işlevi, başka hiçbir şeyden önce soykırımı durdurmak olacaktır. Ortadoğu’da, özellikle Suriye gibi kırılgan toplumlarda politikanın en somut, en yaşamsal tanımı budur: Soykırımları önlemek.
Bu topraklarda farklılıklarıyla bir arada yaşamaya çalışan halkların tek umudu, kendi iradelerine dayanan çoğulcu yapılardır. Demokratik modeller, sadece siyasi bir tercih değil; aynı zamanda hayatta kalmanın, nefes almanın, çocuklarını geleceğe taşımanın yegâne yoludur. Öyle ki, bu amaca hizmet etmeyen hiçbir siyasi yapı ya da öneri, ne kadar teorik olursa olsun, gerçek anlamda politika sayılamaz.
İngiliz-Churchill mühendisliğinin ürünü olan rejimler, özellikle Suriye’de artık bir yol ayrımındadır: Ya kendiliğinden değişecekler ya da bu değişim, halkların bastırılmış iradesi tarafından onlara mecburen ve sert biçimde dayatılacaktır. Yüz yılı aşkın bir süredir Ortadoğu’ya dayatılan bu siyasal mimari, artık günü kurtaran taktik adımlarla ayakta kalamaz. Çünkü mesele, anlık krizleri aşmak değil; tarihsel bir yükten, coğrafi bir kaderden kurtulmaktır.
Churchill aklıyla çizilen stratejik haritaları ancak yeni bir stratejik akıl aşabilir. Bu yeni akıl; savaşlardan, sürgünlerden, yıkımlardan geçerek ayakta kalan kadim halkların kolektif hafızasından süzülen, Mezopotamya’nın, Levant’ın, Zagros’un toprağında yeşeren ve bu topraklara yabancı olmayan bir politik vizyon olmalıdır. Bu vizyon, yalnızca politik değil; ahlaki, tarihsel ve insani bir sorumluluğu da omuzlamalıdır.
Filistin-İsrail hattından Suriye’ye, Irak’tan Lübnan’a dek bölgemizin iki yüzyıllık sınırları, Churchill’in başını çektiği emperyal aklın mühendisliğiyle şekillenmiştir. Aynı stratejik tahayyül, Kürt-Arap, Türk-Ermeni, Kürt-Türk gibi çok katmanlı ve halen çözülmemiş sorunları da üretmiş, bunları adeta bir politik mayın tarlasına dönüştürmüştür. Sonuç: Böl-yönet siyasetiyle halkların arasına çekilmiş görünmez duvarlar, dipten akan güvensizlik, üstten dayatılan birlik.
Bugün bu haritacılığı aşmanın tek yolu, onu anlamak, parçalarını deşifre etmek ve halkların kendi siyasal kaderlerini özgürce çizebileceği yeni bir yol haritası hazırlamaktır. Gerçek barış, ancak bu stratejik aklın yerini halkların hakikatinden doğan bir akıl aldığında mümkün olabilir.
Bu bağlamda Türkiye’nin iç gündeminde kimi zaman umutla, kimi zaman baskıyla yol almaya çalışan demokratikleşme süreci ve özellikle Kürt meselesinin demokratik çözümüne yönelik atılan her adım, yalnızca Türkiye için değil, tüm Ortadoğu için stratejik bir değer taşımaktadır. Çünkü bu türden girişimler, eğer başarıya ulaşırsa, yalnızca bir ülkenin iç barışına değil; bütün bölgenin siyasal geleceğine yön verecek kalıcı, uzun soluklu bir değişim yaratabilir.
Ortadoğu’da yaşanan onca yıkım, savaş ve parçalanma arasında, eğer bir yerlerde barışa dair bir ışık yanıyorsa, bu ışık kısa vadeli hesaplarla değil, yüzyıllık bir vizyonla yanabilir. Böylesi bir stratejik akıl; sadece elitlerin değil, halkların, ezilmişlerin, yoksulların, görmezden gelinen toplumların gündelik hayatına dokunabilen bir akıldır. Zira gerçek siyaset, tam da burada başlar: Umutsuzluk kuyularında sesini duyuramayanların sesini, kurumsal ve anayasal bir karşılığa dönüştürebilmekte.
Bu akıl, ucuz taktiklerle değil; çağdaş ve tarihsel bir sorumluluk duygusuyla, İngiliz-Churchill aklının dayattığı dizaynları bozabilen yeni bir stratejik çizgi çizebilir. Eğer Suriye’de bu aklı temsil edecek bir yapı, bir halk iradesi şekillenirse, uzun vadede bu denklemde kazanan da işte o olur.
Son söz olarak: Demokratik Suriye Cumhuriyeti dışında kalan tüm projeler, bu toprakların gerçek sahiplerinin değil; dış müdahalecilerin, merkeziyetçi hayallerin ve militarist planların ürünüdür. Hele ki totaliter bir Suriye tasarısı üzerinde ısrar sürerse, bunun adı başka değil, ancak soykırım olur.