Şiyar DİCLE
Türkiye’de askerlik, yalnızca bir zorunluluk değil; devletin yurttaşla kurduğu ilişkinin en sert ve en köklü dayanaklarından biri oldu. Erkekliğin, yurttaşlığın ve hatta aidiyetin ölçüsü kimi zaman askeri üniformada simgeleşti. Bu dayanak karşısında “hayır” diyenler ise, yalnızca silahı değil, militarizmin toplumsal yaşamı kuşatan gölgesini de reddettiler.
Onların itirazı, devletin buyruğuna karşı vicdanın sesini yükseltmek, toplumun en dokunulmaz kabul edilen kurumlarından birine karşı bireysel özgürlüğü savunmaktı. Vicdani ret, bedeli ağır olsa da, bireyin kendi vicdanını devletin emrinin önüne koymasının simgesi haline geldi; sürgünle, hapisle, “sivil ölüm”le sınanan ama sessizleştirilemeyen bir direniş pratiği oldu. İşte bu yazı dizisinde, önce bu hak mücadelesinin Türkiye’deki tarihsel yolculuğunu izleyecek, ardından retçilerin kendi deneyim ve tanıklıklarıyla bugüne uzanan izlerini takip edeceğiz.
Türkiye’de vicdani ret hareketi, 1980 askeri darbesinden sonra toplumsal yaşamda militarizmin daha da güçlenmesiyle tartışılmaya başlandı. Zorunlu askerlik, devletin temel kurumlarından biri olarak kabul edilirken, ilk kez 1989 yılında Tayfun Gönül ve Vedat Zencir askerlik yapmayı reddettiklerini açıkladılar. Bu açıklamalar, Türkiye’de vicdani ret hareketinin başlangıcı kabul edilir.
1990’lı yıllarda bu fikir daha da görünür hale geldi. İzmir’de kurulan Savaş Karşıtları Derneği kısa sürede kapatıldı ama vicdani ret tartışmasını topluma taşıdı. 1993’te Osman Murat Ülke’nin ret beyanı ve ardından tutuklanması, Türkiye’de hareketin en bilinen örneği oldu. Ülke’nin yıllar süren davası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındı ve 2006’da Türkiye mahkûm edildi. Bu karar, vicdani ret meselesinin uluslararası bir insan hakları sorunu olarak görülmesini sağladı.
2000’li yıllarda yeni kuşak vicdani retçiler ortaya çıktı. Mehmet Tarhan’ın 2004’teki beyanı ve tutuklanması, LGBTİ+ hareketi ile vicdani ret mücadelesi arasındaki bağı öne çıkardı. Aynı dönemde çok sayıda kişi ret beyanında bulundu ve Vicdani Ret Platformu gibi inisiyatifler oluştu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu yıllarda başka vicdani retçiler lehine de kararlar verdi.
2010’lara gelindiğinde, vicdani ret yalnızca antimilitarist çevrelerin değil, aynı zamanda Kürt hareketinin barış söyleminin de bir parçası haline geldi. Ancak devlet tavrını değiştirmedi. 2011’de dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, vicdani ret hakkını tanımayacaklarını açıkça söyledi. 2012’de AİHM Türkiye’yi yeniden mahkûm etti, fakat yasal düzenleme yapılmadı.
Bugün hâlâ Türkiye’de vicdani ret hakkı tanınmıyor. Retçiler “yoklama kaçağı” veya “bakaya” durumuna düşüyor, sivil ölüme varan sonuçlarla karşı karşıya kalıyorlar. Yani yasal olarak çalışmaları, seyahat etmeleri ya da toplumsal yaşamın birçok alanına katılmaları engelleniyor. Hareket ise bağımsız inisiyatifler, insan hakları örgütleri ve antimilitarist çevreler tarafından sürdürülmeye devam ediyor.
Kısaca, Türkiye’de vicdani ret hareketi 1989’da başlayan, 1990’larda yargılamalarla görünür hale gelen, 2000’lerde uluslararası boyut kazanan ama günümüzde hâlâ yasal güvenceye kavuşmamış bir insan hakları mücadelesidir.
Türkiye’de vicdani ret hareketinin böyle bir tarihsel arka planı var. Yine de ne olursa olsun bu süreci anlamak için yalnızca belgeler, davalar ya da uluslararası kararlar hiçbir zaman yeterli değil. Tarih bize vicdani ret konusunda önemli dönemeçleri gösterse de; bu hareketin gerçek anlamını kavramak, onu bizzat yaşayanların sesine kulak vermekle mümkündür. Neden mi? Çünkü durum sadece bir hukuki mücadele ile değil, aynı zamanda bireylerin vicdanlarıyla, toplumsal değerlerle ve devletin dayattığı zorunluluklarla kurdukları ilişkinin bir yansımasıdır.
Bugün hala tartışmalı ve görmezden gelinen bir hak olarak varlığını sürdüren vicdani ret, ancak retçilerin kendi deneyimleri, düşünceleri ve tanıklıkları üzerinden somut hale gelir. Tam da bu nedenden, röportaj dizimizin ilk bölümünde sözü onlara bırakacağız. Yazı dizimizin ilk bölümünde iki vicdani retçiyle, bu mücadelenin hukuksal, toplumsal ve insani boyutlarını konuştuk.
İşte bu nedenle şimdi sözü, bu örgütlü mücadelenin öznelerinden birine, kendisi de vicdani retçi olan ve Vicdani Ret İzleme’nin koordinatörlüğünü yürüten Merve Arkun’a bırakıyoruz.
*Vicdani ret, yalnızca askerlik karşıtlığı olarak mı anlaşılmalıdır, yoksa daha geniş bir çerçevede mi tanımlanmalıdır?
Vicdani ret, en temel tanımıyla bireyin ahlaki, dini, felsefi veya politik görüşleri nedeniyle askerlik hizmetini reddetmesi anlamına gelir. Ancak bu eylemi yalnızca zorunlu askerliğe karşı bir duruş olarak konuşmak, özellikle Türkiye gibi militarizmin toplumsal hayata derinden işlediği bir coğrafyada yetersiz kalabilir. Türkiye’de, askerlik hizmetinin “peygamber ocağı” olarak kutsallaştırılması ya da “ordu-millet” söylemi, vicdani reddin yalnızca bireysel bir hak talebi olmaktan çıkıp, toplumsal bir dönüşüm arzusunun taşıyıcısı haline gelmesinde de etkili. Aslında bu nedenle vicdani ret, zorunlu askerliğin reddine ek olarak, militarizmin beslediği otoriterliğe, tek tip vatandaşlık anlayışına ve militarist normlara köklü bir itirazı ifade eden bir politik eylem biçimi sayılabilir.
Bu geniş çerçeveyi, Türkiye’de vicdani ret hareketinin zaman içinde farklı toplumsal mücadelelerle kurduğu bağlarda da net bir şekilde görebiliriz. Örneğin, 2004’ten bu yana, kadınların bir özne olarak vicdani ret hareketine dahil olmaları, bu bağlara dair en somut örneklerden biri. Kadınlar, askerlik yapmak zorunda olmasalar da, militarizmin ataerkil ve cinsiyetçi yapısına doğrudan bir meydan okuma biçimi olarak, vicdani retlerini beyan ettiler. Militarizmin kadın bedeni ve varoluşu üzerindeki tahakkümünü reddettiklerini açıklayarak, antimilitarist mücadele ve feminist dinamikler arasındaki kesişimselliklere odaklandılar, bunları görünür kıldılar.
Ya da örneğin Mehmet Tarhan’ın vicdani ret deklarasyonu, vicdani retçi olması sebebiyle geçirdiği yargılama ve tutukluluk süresinde yaşananlar, militarizmin heteronormatif yapısını ve dayattığı “erkeklik” kalıplarını görmek, tartışmak ve bunlara karşı bir mücadele zemini oluşturabilmek açısından oldukça kritikti. Yine 2000’li yıllarda inanç temelli retler, farklı ideolojik spekturumlardan gelen kişilerin, zorunlu askerliğe karşı duruşta ortak bir zeminde buluşabileceğini gösterdi. 2010’lu yıllarda Kürt gençlerinin ret açıklamaları ise bölgedeki savaşa karşı barışçıl bir çözüm çağrısı olarak öne çıktı.
Dolayısıyla tüm bu kesişimsellikler ve tarihsel deneyimler bağlamında da düşündüğümüzde, vicdani ret en temelinde zorunlu askerliği reddetme ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan bir insan hakkı olmanın yanında, devletin yurttaşın bedeni ve vicdanı üzerindeki sorgulanamaz tahakkümüne karşı sivil bir itaatsizlik eylemi niteliğini de taşıyor. Bireyin kendi vicdanını devletin yasalarından üstün tuttuğu, bedeniyle ve varoluşuyla kamusal alanda barışçıl bir direniş sergilediği bu eylem, bir hak talebi olmanın yanında, aynı zamanda barış odaklı, demokratik ve çoğulcu bir toplumsal tahayyülün de işaret ediyor.
Tam da bu yönüyle vicdani ret, Türkiye’nin güncel barış gündeminde de kilit bir rol oynuyor. Çünkü savaş ve militarist politikalar karşıtı bu bütüncül duruş, farklı toplumsal kesimlerin bir araya gelmesini sağlayarak, barış odaklı çözümlerin yaygınlaşmasına önemli katkılar sunmayı hedefliyor. Vicdani retçiler de militarist politikalara ve uygulamalara karşı durarak, daha adil ve barışçıl bir geleceğin mümkün olduğunu gösteriyor.
*Vicdani reddin, din ve vicdan özgürlüğü açısından vicdani ret hakkının tanınması sizce ne ifade eder?
Vicdani ret hakkının yasal olarak güvence altına alınması, yalnızca askerlik hizmetini reddetmeyi mümkün kılmaz. Bu aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğünün de somut bir biçimde hayata geçirilmesi anlamına gelir; kişinin ahlaki, dini, felsefi ya da politik inançları doğrultusunda devletin zorlayıcı mekanizmalarına karşı durabilmesini mümkün kılar. Aslında Türkiye, hem kendi Anayasası’na hem de taraf olduğu uluslararası sözleşmelere uyması gerektiğinden de, vicdani ret hakkını tanımalıdır.
Uluslararası insan hakları hukukunda bu hak açık biçimde tanınmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 9. maddesi, “düşünce, vicdan ve din özgürlüğü”nü güvence altına alır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 2011 tarihli Bayatyan v. Ermenistan kararında, vicdani ret hakkını bu madde kapsamında değerlendirilmiştir. Bu karar, vicdani reddin temel bir insan hakkı olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Bugün, Avrupa Konseyi üyesi ülkeleri arasında, vicdani ret hakkını hukuken tanımayan tek ülke Türkiye. AİHM, 2011 tarihli Erçep v. Türkiye, 2012 tarihli Tarhan v. Türkiye, 2012 tarihli Savda v. Türkiye ve son olarak 2024 yılında Kanatlı v. Türkiye kararlarında da benzer şekilde hak ihlali kararı vermiştir. Bu kararlar, Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleri doğrultusunda vicdani ret hakkını tanıması gerektiğini açıkça göstermektedir. Uluslararası hukuk açısından durum çok nettir: Vicdani ret, din ve vicdan özgürlüğünün bir parçasıdır.
Anayasa’nın 24. ve 25. maddeleri de, kimsenin vicdani kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağını ve bunlardan dolayı suçlanamayacağını belirtir. Hatta bu özgürlük o kadar temel kabul edilir ki, Anayasa’nın 15. maddesine göre savaş ve seferberlik gibi olağanüstü hallerde bile dokunulamaz. Ancak bu anayasal güvenceye rağmen, vicdani ret hakkının yasal olarak tanınmaması noktasında bir ısrar görüyoruz.
Din ve vicdan özgürlüğü, bireyin kendi inançları doğrultusunda yaşamını şekillendirebilmesinin güvencesidir. Vicdani ret hakkının tanınmaması ise, bu özgürlüğün fiilen sınırlandırılması anlamına geliyor. Bu durum, yalnızca vicdani retçilerin değil, tüm toplumun demokratik haklarının güvencesiz kalmasına yol açabilir. Dolayısıyla vicdani ret hakkının din ve inanç özgürlüğü bağlamında tanınması, devletlerin bireylere sadece “inanma” özgürlüğü değil, aynı zamanda inançları doğrultusunda eylemde bulunma veya bulunmama özgürlüğü tanıdığının bir işareti olması açısından önemli.
Merve Arkun’un aktardıkları, vicdani ret mücadelesinin örgütlü yönünü ve toplumsal zeminini ortaya koyuyor. Ancak vicdani ret, aynı zamanda yalnızca bir örgütlenme pratiği değil, hukuksal ve felsefi bir tartışma alanı da. Bu noktada sözü, vicdani retçi Atalay Göçer’e bırakıyoruz. Ona ilk olarak vicdani retin hukuksal ve toplumsal açıdan nasıl tanımlanabileceğini, ardından da pasifizm, anti militarizm ve insan hakları gibi kavramlarla ilişkisini sorduk
*Sizce vicdani ret, hukuksal ve toplumsal açıdan nasıl tanımlanmalıdır?
Vicdani ret, yalnızca “askere gitmeme” değil; bir bireyin etik, vicdani, politik veya inanç temelli kanaatleri nedeniyle zorunlu askerlik hizmetine ve daha geniş anlamda militarizme “hayır” demesidir. Hukuksal dilde bu, düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün bir tezahürüdür: AİHS gibi uluslararası metinler ve AİHM içtihatları vicdani reddin bu özgürlük kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini göstermiş, devletlere vicdani reddi tanıma veya alternatif düzenlemeler getirme yükümlülüğü doğurduğunu vurgulamıştır. Ancak bu hukuksal tanıma ile Türkiye’deki uygulama arasında hâlâ ciddi bir fark var. Türkiye hâlen vicdani ret hakkını iç hukukta düzenlememiş ve retçiler uygulamada cezalandırma, tekrar eden kovuşturmalar ve “sivil ölüm”e varan sonuçlarla karşılaşabilmektedir.
Toplumsal açıdan vicdani ret; militarizmin ürettiği erkeklik normlarına, itaate, kahramanlık söylemine ve devletin bedenler üzerindeki denetimine karşı politik bir direniştir. Türkiye şartlarında bu direniş çok biçimlidir:
Total retçiler, hem askerliği hem de her türlü devlet tarafından dayatılan alternatif sivil hizmeti etik/vicdani nedenlerle reddeden kişilerdir. Kadın vicdani retçiler, Türkiye’de askerlik yükümlülüğü erkeklere ait olduğu için genellikle doğrudan askerlik reddi değil; militarizmin, erkeklik normlarının, kadınların yaşamına, hakkına ve güvenliğine karşı bir ret pratiği olarak ortaya çıkar. Kadınların ret pratikleri hem feminizm hem antimilitarizmle kesişmektedir. LGBTİ+’lar, askerlikten muaf olabilmek için Türk Silahlı Kuvvetleri sağlık yönetmeliği kapsamında eşcinselliğin “psikoseksüel bozukluk” kategorisinde değerlendirilmesinden ötürü, mahremiyeti ihlal eden ve aşağılayıcı muayenelere maruz bırakılıyorlardı. “Pembe tezkere/çürük raporu” birçok LGBTİ+ için hem koruyucu hem de zararlı bir yoldu. Kişi askerlikte zorla karşılaşma durumundan korunuyordu ama damgalama, istihdam ve sosyal haklar kaybı gibi bedeller ödeyebiliyordu. Vicdani retçi Mehmet Tarhan tam da bu ayrımcı uygulamayı; sistemin kendisini çürük olarak tanımladığı bir metinle reddini beyan etmişti. Müslüman vicdani retçiler İslami inançlarını gerekçe göstererek askerlik hizmetini reddeden kişilerdir. Bu durum, “vicdani ret” argümanının seküler/dini ayrım tanımayacak şekilde geniş yorumlanması gerektiğini gösterir. Kürt vicdani retçiler, devletin askerlik politikasına / çatışma alanlarındaki görevlerin doğrudan kendi toplumlarına zarar verdiği gerekçesiyle ret beyan etmişlerdir. Savaşın doğaya / hayvanlara verdiği zarar sebebiyle askere gitmeyi reddedenler de bir kesimi oluşturur. Bu retçiler için savaşa iştirak etmek, ekolojik yıkıma ve canlıların soykırımına veya habitat tahribatına dolaylı / doğrudan katkı anlamına gelir. Hayvanların savaş mağdurları olarak görülmesi ve “ekolojik vicdan” söylemleri giderek kabul gören bir ret türü olarak tartışılıyor.
Kişisel deneyimimden hareketle; askerlikten muafiyet için “çürük raporu / pembe tezkere” almayı ben de seçtim; bunu bireysel bir strateji ve korunma yolu olarak görüyorum, ama bununla birlikte askeri sağlık kurullarının verdiği raporlarda yer alan “psikoseksüel bozukluk” gibi ifadeler damgalayıcı, ayrımcıdır ve insan onuruna zarar verir. Bu yüzden kişisel koruma yöntemleri ile kolektif, politik irade birbirini tamamlamalıdır. Bireysel yöntemler bir çıkış yolu sağlayabilir, fakat mesele yalnızca bireysel korunma meselesi olmaktan çıkarak kamusal hak talebine, toplumsal dönüşüme ve kolektif mücadeleye dönüştüğünde gerçek etki oluşur. Ben vicdani reddimi 2013’teki Roboski anması bağlamında Amed Vicdani Ret İnisiyatifi ile birlikte açıkladım. Bu kolektif açıklama, bireysel duruşumu sömürgecilik karşıtı, anti-militarist bir siyaset talebine dönüştürdü.
Vicdani reddi “sivil itaatsizlik” olarak sınıflandırmak bazı açılardan kullanışlı bir araç olabilir. Sivil itaatsizlik literatüründe genelde halkın hukuka karşı bilinçli, kamuya açık, şiddet dışı ve hukukî sonuçlarını kabullenmeye hazır eylemleri tanımlanır; bu tanım vicdani reddin bazı örnekleriyle örtüşür (örneğin açık ret beyanları, kamuya açık protesto eylemleri). Ancak vicdani ret ile sivil itaatsizlik birbirinden farklı kavramlardır ve birbirinin yerine geçirildiğinde bazı grupları görünmez kılma riski taşır: Birincisi, vicdani ret bazen yasalar içinde (alternatif sivil hizmet tanınmışsa) legal bir hak olabilir; ikincisi ise vicdani reddin motivasyonları çok çeşitlidir ve sadece “askere gitmemek için kasten yasayı ihlal eden eylem” olarak sınırlamak, kadın, LGBTİ+, Müslüman, Kürt, vegan ve ekolojik birçok vicdani retçinin tecrübelerini indirger. Sivil itaatsizlik genelde açık, kamusal, hukukî sonuçları göze alma anlamındadır; oysa vicdani reddin bazı biçimleri artık salt zorunlu askerliğin reddi olmaktan çıkmıştır. Bu niçin önemli? Çünkü kadınlar, bazı LGBTİ+’lar askere çağrılmadıkları hâlde militarizmin erkeklik rejimine itiraz ederek vicdani ret söylemi içine girerler; onların eylemleri “askere gitmeme” üzerinden okunamayacak biçimde farklıdır.
*Vicdani ret ile pasifizm, antimilitarizm ya da insan hakları kavramları arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz?
Vicdani ret, pasifizm ve antimilitarizmle kesişen ama onlarla tamamen aynı olmayan bir alanda durur. Pasifizm tüm şiddetin reddini öngörür; vicdani ret daha belirgin bir pratik talep; özellikle zorunlu askerliğe ve militarizme karşı bir duruştur. Antimilitarizm ise bazı vicdani retçilerin politik zeminini ve toplumsal eleştirisinin temelini oluşturur. Bazı vicdani retçiler antimilitarist değildir, ama zorunlu askerlik hizmetine karşıdır. Ben bunu vegan olmadan hayvan haklarını savunma durumuna benzetiyorum. Bir yönüyle bir tutarsızlık var gibi ama bir yandan da bir gerçeklik. İnsan hakları bakışı ise vicdani reddi koruma altına alır; vicdani reddin düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün bir parçası olduğu açıkça ifade edilir ve devletlere uygun alternatif hizmet düzenleri, cezalandırmama yükümlülüğü gibi somut adımlar önerilir. Bu üç çerçeve birlikte çalıştığında vicdani red hem hak temelli bir koruma alır hem de politik bir dönüşüm talebine dönüşür.
Eklemek istediğim önemli bir nokta var. O da vicdani reddin sınıfsal boyutu. Bedelli askerlik uygulamaları, savunma sanayiinin ve askeri-sınai kompleksin varlığı, profesyonel ordu tartışmaları; tüm bunlar askerlik yükünün sınıfsal biçimde dağıtılmasına yol açar. Bedelli uygulamaları parasal eşitsizlik üzerinden bir ayrıcalık yaratır; parası olan askerliğe para ödeyerek katılmaktan muaf olurken, mali gücü olmayanlar fiziksel riskleri ve yükleri taşır. Daha geniş olarak, militarizm ile kapitalist çıkarlar; silah sanayii, savunma tedarik zinciri, lobi ilişkileri birebir iç içe geçmiştir. Bu ilişki vicdani reddi sadece etik bir reddediş olmaktan çıkarıp aynı zamanda antikapitalist bir mücadele hattına bağlar. Dolayısıyla vicdani ret, hem asker kaynağını kurutarak savaşın sürdürülebilirliğini hedefleyen bir strateji hem de sınıfsal adaletsizliklere karşı bir politik duruştur.