BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Xwebûn ya da Hegemonik Bilme Biçimlerinin Dekolonizasyonu

Xwebûn ya da Hegemonik Bilme Biçimlerinin Dekolonizasyonu

Efendinin araçları efendinin evini asla yıkamaz.

Audre Lordet[1]

Derya AYDIN

Kürtçede “kendi” ve “benlik” gibi anlamlara gelen “xwe” ismi ile “oluş”, “olmak” ve “oluşmak” anlamlarına gelen “bûn” fiilinden türeyen “xwebûn” ifadesi “var oluşu kendinden olan” ve “kendinden/benliğinden var olan” manası taşır. Bu kavramla Abdullah Öcalan, Martin Heidegger’in deyişiyle, varlık ve oluşu bilen öznenin iki temel edimi biçiminde belirleyerek özneyi kendinden/yerelden kurup radikal bir antikolonyal tepki verir. Peki bu niçin önem arz eder ve dahası, hayatidir? Çünkü bugün epistemoloji, yalnızca bilgi teorisi değil, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal adaletle doğrudan ilişkili bir mücadele alanı. Okuyacağınız bu yazı dizisinin odağında da bu mesele var; hegemonik epistemoloji ve bunun dekolonizasyonu, yani bilginin hegemonik rejimleri ve direniş pratikleri. Diziye giriş mahiyetindeki bir ilk yazı…

İlksöz: Epistemik egemenlik üzerine bir kritik

Uzayçağda bilgi üretmenin anlamı nedir? Bilgi ne için ve kimler için üretiliyor? Neyin bilmeye değer olduğuna kimler karar veriyor? Bilimsel bilginin çerçevelenmesinin ölçütü nedir? Bilgiyi kimler üretiyor, sorunu kimler tanımlıyor, kategorileri kimler belirliyor? Çerçeveye kimler dâhil ediliyor, kimler dışında tutuluyor? Kimlerin sesine el konuyor? Bu sorular yalnızca bilginin üretim rejimine değil, bilmenin etiğine ve epistemolojik iktidarın sınırlarına yöneliyor.

Epistemik rejim, yalnızca bilgiyi üretenlerin değil, bilginin üretildiği bağlamın ve metodolojinin de sorgulanmasını zorunlu kılıyor. Bilme biçiminin yöntemlerini kimler belirliyor? Şeyler nasıl tasnifleniyor, hangi ölçütlerle anlam kazanıyor? Nitelik niceliğe ve anlatı temsile dönüştüğünde neler kayboluyor; hangi sesler, varlıklar, hakikat rejimleri sessizleştiriliyor? Dışlamaya, yok saymaya ve hatta yok etmeye dayalı modern hegemonik epistemik zeminde kimler kazançlı çıkıyor, kimler kaybediyor? Modern epistemoloji hangi ahlaki düzeni yeni, yine ve yeniden üretiyor, hangi özneyi ve öznelliği meşrulaştırıp hangisini unutturuyor? Hangi değer rejimini yeniden üretiyor?

Öznelliğin ve özgürlüğün kurucu biçimde yeniden buluşabileceği yeni epistemik ölçütleri tahayyül etme, bilginin hakikat rejimlerinin sınırlarını aşarak gücün yeniden tanımı ve dağıtımı, tarihsel tanınma ve adaletin kurucu olanağını içeren bir siyasal alana işaret ediyor. Bu bağlamda bilgi, artık yalnızca hakikatin bir temsili değil; sömürgeci, ırksal, ataerkil ve sınıfsal epistemik düzenlerin çözülmesi yönünde işleyen bir direniş pratiği ve öznenin kendi sınıfını ve konumunu tanıma, yeniden kurma ve dönüştürme edimi. Öyle ya, bilginin üretimi, dağıtımı ve meşrulaşması hiçbir zaman salt nesnel-bilimsel değil, aynı zamanda toplumsal ve politik bir mücadele alanıydı. Bugün ise sömürgeciliğe karşı isyanla birleşen bir adalet talebi. Peki, bilginin bir hegemonya alanı olarak pekişip şiddet sarmalına dönüşmesini engelleyen, buradan çıkaran, bilme biçimlerini çoğullayan, iktidar ilişkilerinin çözülmesine aracılık eden ve böylece kolektif biçimde epistemik-politik yaşam pratiğinin yeniden kuran bir bilgi üretim perspektifini yaşamsallaştırmak mümkün mü?

Sahne I: Epistemolojik fragman

Bilgi üretimi nesnel bir süreç değil; güç, konum ve tarihsel ilişkilerle şekillenen epistemik bir pratik. Modern bilim ve devletin ideolojik aygıtları, bilgiyi tekilleştirerek batı merkezli epistemik hegemoniyi kurumsallaştırmış, hangi bilginin değerli ve hangi bilimsel yöntemlerin geçerli olduğunu belirlemiştir. Bu çerçeve, yalnızca bilginin dağıtımını değil, bilme biçimlerini, toplumsal normları ve bilgi üreten öznenin epistemik konumunu düzenler. Sömürgecilik tarihinin bıraktığı epistemik miras, yerli, batı dışı ve kadınların bilgi sistemlerini marjinalleştirerek modern bilginin meşruiyetini kurarken, bilginin ifade edilme biçimini ve dolaşımını ise iktidar ilişkilerinin hizmetine sunar. Bu nedenle bugün epistemoloji, salt bilgi teorisi değil, tarihsel ve toplumsal adaletle doğrudan ilişkili bir mücadele alanı.

Sömürgecilik karşıtı toplulukların, siyahların, yerlilerin, -bir elin parmağını geçmese de- devrimci hareketlerin ve kadınların bugün öncülüğünü yaptığı antikolonyal epistemoloji mevcut hegemonik bilgi düzenini sorgular ve bilme biçimlerinin dekolonizasyonunu hedefler. Bilgi üretiminde hiyerarşilerin farkına varma, yerli ve deneyimsel bilgiyi çoğaltma, metodolojik çoğulculuğu ve epistemik adaleti tesis etme ve bilginin hem bireysel hem kolektif dönüşüm aracı olarak yeniden işlev kazanmasını sağlamayı hedefler. Nitekim bilgi bugün bir nesnel hakikat peşinde koşma değil, her zamankinden daha fazla bir güç ve direniş aracı. Bu nedenle epistemik direniş, kolonileşmiş, dışlanmış ve marjinalleştirilmiş toplulukların kendi olmalarına, kendi bilme biçimlerini yeniden kurmalarına, epistemik hegemonyayı dönüştürmelerine ve toplumsal varoluşlarını yeniden inşa etmelerine imkân tanıyabileceğini ileri sürer. Burada Abdullah Öcalan’ın Kürdistan özelinde özgürlük sosyolojisini ve antropolojisini geliştirecek bir epistemolojinin ve kavram setinin Kürdistan’a ait olması gerektiğini vurgulamak amacıyla önerdiği “xwebûn”[2] kavramı dikkat çekicidir. Bu kavramla Öcalan, Martin Heidegger’in deyişiyle, varlık ve oluşu bilen öznenin iki temel edimi biçiminde belirleyerek özneyi kendinden/yerelden kurup radikal bir antikolonyal tepki vermektedir. Zira bilen öznenin hüviyeti ve konumu her zaman epistemolojik tartışmaların merkezinde yer almıştır.

Sahne II: Epistemik (de)kolonizasyon

Modern epistemoloji, Miranda Fricker’in[3] deyimi ile hem tanıklık hem de hermeneutik açıdan adaletsizdir, daha da önemlisi toplumların etik ve politik yönlerini ortaya çıkarmaya elverişli herhangi bir teorik çerçeveden yoksundur. Modern epistemik rejimler, bilginin üretimini, dolaşımını ve meşrulaşmasını salt metodolojik bir süreç olarak değil, tarihsel sömürgeci güç ilişkileriyle yapılandırır ve hiyerarşilerini yeniden üretir. Bu sürece yerli ve ‘marjinal’ epistemik konumların sistematik olarak dışlanması, görünmez kılınması ve bilmenin hegemonik batı merkezli normlarla sınırlandırılması eşlik eder.

Postkolonyal teori ile bugün zirveye çıkmışsa da bilme eylemindeki güç ilişkileri eleştirisi yeni değil. Antikolonyal epistemoloji bilme eyleminin bireysel bir süreç değil, tarihsel, toplumsal ve politik güç ilişkileri tarafından biçimlendirildiğini uzun yıllardır haykırmakta. Bilgi ile iktidar arasındaki ilişkiye radikal bir yorum getiren Michael Foucault bilginin iktidarın işleyişiyle şekillendiğini, iktidarın normatif söylemlerle neyin bilinebileceğini ve hangi öznelerin bilgi üretebileceğine dair bir çerçeve kurduğunu belirterek her düzeyde var olan güç ilişkilerine dayalı epistemik pratiklerin toplumsal düzenin ve epistemik hiyerarşilerin yeniden üretiminde merkezi bir rol oynadığını belirtir. Franz Fanon’un[4] sömürgeleşmenin salt maddi değil, zihinsel olduğu, kolonize edilenin bilme kapasitesi ve kimliğinin kolonyal öteki tarafından belirlendiği ve bunun bir epistemik şiddeti doğurduğu vurgusu, batı bilme biçime sert bir eleştiri olarak ortaya çıktı. “Bilişsel adaletsizlik” kavramını merkeze alan Boaventura de Sousa Santos’ın[5] batı egemenliğinin küresel Güney’de var olan bilgi ve bilgeliği derinden dışladığını ifade ederek bilginin katli, bu bilgiye sahip olan toplumsal grupların ölümü ve soykırımın koşullarından biri şeklinde istikrarsızlaştırıcı bir imge olarak “epistemicide” kavramını kullandı ve çoklu bilme biçimlerinin eşit temsiline dayanan “bilgi ekolojisi” kavramını önerdi. Gayatri Chakravorty Spivak[6] ise sömürgeleştirilmiş toplulukların seslerinin ve deneyimlerinin batı epistemik sisteminde sessizleştirildiğini ve temsilsiz bırakıldığını tartıştı. Sonuç olarak bu teoriler, modern bilginin sınırlarını ve otoritesini sorgulamanın, bilme pratiğini özgürleştirmenin ve antikolonyal bir epistemik adalet inşa etmenin temel aracı olabileceğini vurgular.

Epilog: Antikolonyal ve çoğulcu epistemik olanaklar

Uzun süredir yapılan eleştirilere rağmen batı epistemolojisinin hegemonik etkisi geniş bir skalada sürmekte. Antikolonyal ve çoğulcu epistemik girişimler, yeni bilme biçimlerini ortaya çıkarmaya ve hâkim bilgi rejimlerinin ötesine geçmeye çalışsa da hâlâ batının zamansallığının ve epistemik çerçevelerinin kıskacında kalmakta. Kavram setini bu hâkim bilme biçimleri üzerinden ya da karşısında konumlanarak oluşturabilmekte. Hala önemli oranda batıya konuşabilmekte. Hegemonik epistemoloji ve metodolojileri eleştirmenin önemi açık ancak dekolonizasyon egemen anlatıyı yapıbozuma uğratmakla sınırlı kalmamalı zira Lauren Berlant’ın deyimi ile acımasız bir iyimserliğe[7] kapılarak efendinin bilgi kuramıyla ne hegemonya yıkılabilir ne de yeni yaratılabilir.

Nitekim bilgi kuramına ilişkin şimdiki zamanın dikkat çekici bir toplumsal, siyasal ve duygusal tarihçesini ortaya koyduğu halde, antikolonyal teori hala ne mevcut koşulları iyileştirmeye ne necro rejimlerin savaş tertibatlarını önlemeye ne de insanın insan olmayan varlıklar ve şeyler üzerindeki hakimiyetini bertaraf etmeye yetiyor. O halde kolonileştirilmiş bilgi sistemlerini eleştirmekle epistemolojik çoğulculuğu canlandırmak mümkün mü? Kaynak talanından hayal gücü sömürgeciliğine kadar her türden varlığı ve varoluşu yutma ve yaşam kabiliyetinden koparmaya kadar maddi ve manevi tüm düzlemlerde tahakküm kuran kapitalist egemenlik karşısında kolektif örgütlenme, dayanışma ve barış temelli bir yaşam pratiğinin zafer kazandığı, aşağıdan yukarıya inşa edilen antikolonyal ve çok özneli bir küresel etik perspektifin ana hatları yeni bilme biçimleriyle nasıl tahayyül edilebilir?

Patika

Bu patikada hegemonik epistemoloji ve bunun dekolonizasyonu üzerine, antropoloji disiplinin iç görü kavrayışıyla etnografik araştırmalar özelinde düşünülecek. Alan araştırmaları, katılımcı gözlem, dekolonyal ve çoklu metodolojilere dayanma iddiasında olan bir dizi kitabın kritiği yapılarak çağdaş etnografilerin küresel düzeyde süre giden sorunlara nasıl yanıtlar verebildiği ve/veya veremediği tartışılacak. Sömürgecilikten şiddete ve savaşa, çatışma ve savaş sonrası yıkım alanlarından doğa tahakkümüne, devlet şiddetinden mültecileşmeye, gıda krizinden insan-hayvan-doğa-şeyler ilişkisine, güvencesiz emek rejiminden engelliliğe, toplumsal cinsiyetten üreme politikalarına ve yapay zekadan yeni enformasyon teknolojilerine kadar küresel düzeyde, tarihsel şimdiki zamanda yaşadığımız bir dizi krize odaklanan kitaplar incelenerek Kürdistan ve Türkiye’de süregiden kapitalist sömürgeci şiddet sarmalıyla bağlantılar kurulmaya çalışılacak. Tahakkümün en iyi işlediği yerin kopukluklar ve parçalanmışlıklar kültürü olduğu ve bağlantı kurmanın salt teori ve kuram açısından değil; yeni bir yaşam tahayyülünün ilk adımı olduğu akılda tutularak müdahil teori[8] ışığında farklı bölgelerde yaşanan farklı bağlamların birbiriyle bağlantıları incelenecek. Böylece uzun yıllardır sömürge geçmişiyle yüzleşme ve özeleştiri verme çabasında olan antropolojinin Kürdistan özelinde militan[9] bir patikaya oturabilmesinin olanaklarına kapı aralanmaya çalışılacak. Ancak kitap incelemelerine geçmeden önce modern epistemolojik egemenliğe meydan okuma iddiasında olan çağdaş manifestolar odağa alınacak. Daha sonra antropoloji biliminin bilme biçimi, esas aldığı metodoloji ve epistemolojik egemenlikle imtihanına yer verilecek. Sürekli bir değişim halinde olan bir dünyanın sakinleri olan Kürtlerin ve Kürdistanlıların değişme, entegre olma ve hareket etme kudretine katkı sağlayabilme niyetiyle.

[1]Lorde, Audre (1 979), ‘The Master’s Tools will Never Dismantle the Master’s House’, comments at “The personal and the Political” panel, Second Sex Conference, reproduced in Moraga, C. and G. Anzaldua (1981), This Bridge Called My Back, Kitchen Table Women of Color Press, New York, pp. 98-1 01.

[2] Kürtçede “kendi” ve “benlik” gibi anlamlara gelen “xwe” ismi ile “oluş”, “olmak” ve “oluşmak” anlamlarına gelen “bûn” fiilinden türeyen “xwebûn” ifadesi “var oluşu kendinden olan” ve “kendinden/benliğinden var olan” anlamına gelmektedir.

[3] Fricker, M. (2007). Epistemic injustice: Power and the ethics of knowing. Oxford University Press.

[4] Fanon, F. (1963). The wretched of the earth (C. Farrington, Trans.). Grove Press.

[5] Santos, B. de S. (2014). Epistemologies of the South: Justice against epistemicide. Routledge.

[6] Spivak, G. C. (1988). Can the subaltern speak? In C. Nelson & L. Grossberg (Eds.), Marxism and the interpretation of culture (pp. 271–313). Urbana: University of Illinois Press.

[7] Berlant, L. (2011). Cruel optimism. Duke University Press.

[8] Adams, C. J. (2021). Etin cinsel politikası: Feminist-vejetaryen eleştirel kuram (Çev. Z. Y. Yüksel). Ayrıntı Yayınları.

[9] Burada antropolog Nancy Scheper-Hughes’un “militan antropoloji” kavramına gönderme yapılmaktadır. Scheper-Hughes bu kavramla tarafsız, duygusuz, soğukkanlı, rasyonel ve objektif özne şeklinde tarif edilen antropolog tanımına itiraz ederek adaletsizliğe tanık olan antropoloğun politik ve etik eylemde bulunmasını gerektiren bir yaklaşım ortaya koymaktadır.

×

DERYA AYDIN KİMDİR?

Yeditepe Üniversitesi’nde antropoloji ve felsefe eğitimi aldı. Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Programı’ndan, Cemeteries and Memorials: Violence, Death and Mourning in Kurdish Society (Mezarlıklar ve Anma Törenleri: Kürt Toplumunda Şiddet, Ölüm ve Yas) başlıklı yüksek lisan teziyle 2017’de mezun oldu. 2015-2025 yılları arasında politik danışman olarak HDP ve DEM Parti’nin farklı kurullarında çeşitli görevlerde yer aldı. 2014-2025 yılları arasında ZAN Vakfı yönetim kurulu üyesi, 2018-2025 yılları arasında ise Jineoloji Dergisi yayın kurulu üyesi olarak çalıştı. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin kurucuları arasında yer alan Aydın, 2021-2025 yılları arasında inisiyatifin eş sözcülüğünü yaptı. Halihazırda Minnesota Üniversitesi Antropoloji Bölümünde doktora adayı olan Aydın, Kürt toplumunda politik ölüm ve öznellik çalışmaktadır. Kürdistan antropolojisine odaklanan Aydın’ın çalışma alanları arasında sömürgecilik, şiddetin antropolojisi, nekropolitika, adli antropoloji, yas, duygulanım ve hafıza yer almaktadır.

Benzer Haberler