Barış, ancak hakikatle yüzleşildiğinde mümkündür. Bugün Türkiye, Kürt meselesinde hakikatin kendisine dayatılan en sert biçimiyle karşı karşıyadır.
Amed DİCLE
Türkiye devleti, kurucu krizini erteleyerek varlığını sürdüren bir siyasal rejimin duvarına çarpmış durumda. Kürt meselesi artık bir ‘güvenlik’ sorunu ya da ‘kimlik’ talebi olarak sınırlandırılamaz; bu mesele, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devletçi kodlarıyla, merkezî egemenlik anlayışıyla ve tekil vatandaşlık rejimiyle doğrudan çarpışan yapısal bir fay hattıdır. Yüz yıl boyunca ertelenen bu tarihsel gerilim, artık sistemin kendisini dönüştürmeden yönetilemeyecek düzeyde derinleşmiştir. Siyasal rejim, yalnızca Kürtleri değil, tüm toplumu inkâr, baskı ve temsilsizlik üzerinden kurguladığı için, bugün gelinen noktada çözüm arayışı sadece Kürt halkının değil, Türkiye’nin demokrasiyle yeniden bağ kurmasının zorunlu bir eşiği haline gelmiştir.
PKK’nin 5–7 Mayıs 2025 tarihlerinde gerçekleştirdiği 12. Olağanüstü Kongresi, işte tam da bu tarihsel eşiğe yanıt olarak okunmalıdır. Karar, yalnızca bir örgütün dönüşümü değil; Türkiye’nin demokrasiye geçiş sürecini zorunlu kılan siyasal bir davettir.
Kongre ile birlikte silahlı mücadeleye dayalı örgütsel formasyon sonlandırıldı; fakat bu, mücadelenin sonu değil, Öcalan’ın öncülüğünde geliştirilen demokratik toplum paradigmasının siyasal hatta doğrudan müdahalesidir. Öcalan’ın yıllardır inşa ettiği ideolojik çizgi, toplumsal mücadeleye demokratik araçlarla devam etme iradesini bu kez stratejik bir kararla hayata geçirmiştir. 27 Şubat 2025’te İmralı’dan yapılan “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı, artık yalnızca bir çağrı değil, bir yol haritası, bir siyasal çerçevedir. 12. Kongre, bu çerçevenin ete kemiğe bürünmesidir.
Bu kararın tarihsel değeri kadar, geleceğe dönük iddiası da dikkat çekicidir. Çünkü bu yalnızca bir örgütsel yönelim değil, toplumsal mücadele biçimlerinin yeniden tanımlanması anlamına geliyor.
Tam da bu nedenle, sürecin yönünü tayin edecek olan şey, alınan kararların ilanı değil, bu kararların nasıl ve hangi koşullarda uygulanacağıdır.
Kongre Sonuç Bildirgesi, kararın uygulanabilmesi için üç temel koşulun altını çiziyor: Abdullah Öcalan’ın süreci yönlendirme rolünün tanınması, demokratik siyasetin anayasal güvenceye kavuşması ve kapsamlı bir hukuki zeminin oluşturulması. Bu koşullar yerine getirilmeden barış süreci soyut bir beklenti olarak kalır.
Bugün Türkiye devleti açısından bu talepler bir lütuf ya da pazarlık unsuru değil, siyasal bir zorunluluktur. Devletin mevcut kriz koşullarında sürdürülebilirliği, bu sürece nasıl yaklaştığıyla belirlenecektir. Çünkü artık dönüşümün itici gücü sadece Kürt hareketinin iradesi değil; sistemin kendi iç dinamiklerinin taşıyamayacağı kadar ağırlaşmış çelişkileridir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sürece dair kullandığı dil, önceki dönemlere kıyasla daha düşük tansiyonlu olsa da bağlayıcı bir içerik taşımıyor. Bu, görece olumsuz değil belki, ama yönsüz ve sınır koymayan bir tutumdur. “Dikkate alınabilir” ifadeleri, siyasi bir pozisyon almaktan ziyade süreci belirsizleştirme riskini içinde barındırıyor. Bu yaklaşım, çözüm iradesini muğlaklaştırırken beklentileri yönetmekle yetiniyor.
Buna karşılık, Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024’ten bu yana geliştirdiği söylem, birçok açıdan şaşırtıcı bir siyasal pozisyon ortaya koydu. Bahçeli, ilk kez Öcalan’a doğrudan teşekkür ederek yeni döneme yönelik duruşunu korudu. Bu tutum, MHP açısından hem iç siyaset hem de devlet aklı bağlamında dikkate alınması gereken bir değişime işaret ediyor. Dolayısıyla bugün, devletin bütün katmanlarında bir kırılma ya da yön değişikliği değilse bile, en azından geri dönülmesi kolay olmayan bir eşikte durulduğu açıktır.
Bu noktada devreye girmesi gereken en kritik unsur ise toplumsal basınçtır.
Yeni süreç, yalnızca iktidarın tutumuna endekslenmiş biçimde yürütülemez. DEM Parti ve demokratik siyasetin diğer aktörleri, bu aşamada artık sadece muhatap değil, oyun kurucu olmak zorundadır. Süreci beklemek değil, yönlendirmek gereklidir. Kürt halkının örgütlü siyasal temsiliyeti, yalnızca iktidardan beklentiye yaslanmakla yetinemez; toplumun geniş kesimlerini içine alan demokratik bir uzlaşma zeminini örmekle yükümlüdür.
Bu, parlamenter düzeyde yapılacak sınırlı müdahalelerle değil; yerelden merkeze uzanan toplumsal mobilizasyonla mümkün olabilir. Sivil toplumun, emek ve kadın hareketlerinin, gençliğin bu sürece katılımı, çözümün derinliğini ve kalıcılığını belirleyecektir. Çünkü barış, yalnızca devlete yöneltilmiş bir talep değil; toplumun kendi içinde kuracağı yeni sözleşmeyle mümkündür.
Bugün atılacak adımlar, yalnızca Türkiye sınırları içinde kalmayacak. Kürt meselesinin çözümü, Ortadoğu’da demokratikleşme yönünde domino etkisi yaratabilecek potansiyele sahip. Türkiye’nin içeride çözemediği her kriz, dış politikada da manevra alanını daraltıyor. Oysa kendi iç barışını kurmuş bir Türkiye, yalnızca güçlü değil; örnek alınabilir bir demokratik cumhuriyet haline gelebilir. Bu, yalnızca Kürt halkı için değil, bütün bölge halkları için umut verici bir yeni dönemin başlangıcı olabilir.
Sonuç olarak; PKK’nin 12. Kongre kararıyla başlayan yeni dönem, bir çözülme değil; kurucu bir eşiğin ilanıdır. Öcalan’ın önerdiği paradigma, artık bir öneri değil; siyasal bir mecburiyet haline gelmiştir. Bu süreci başarıya ulaştırmak, yalnızca Kürt halkının değil, Türkiye’de barışa, demokrasiye ve ortak yaşama inanan herkesin sorumluluğudur. Şimdi konuşma sırası siyasette, hukukta ve toplumdadır. Sessizlik, geçmişin tekrarına; adım atmak ise demokratik bir geleceğe açılan kapıya işaret eder.