BIG_TP
Bluesky Social Icon
Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Zelal Sadak yazdı |

Kürt meselesi ne değildir?

Zelal Sadak yazdı |

Zelal SADAK

Toplumsal bir mesele, yanlış yerden tanımlandığında yalnızca çözümsüz kalmaz; zamanla toplumu da yanlış bir yere taşır. Kürt meselesi de tam olarak böyle bir kaderle kuşatılmış durumda. Yıllardır bu mesele hakkında konuşuluyor ama konuşulan şey çoğu zaman meselenin kendisi değil; onun etrafında örülen korkular, tehdit anlatıları ve bastırma refleksleri oluyor. Bu nedenle Kürt meselesi, Türkiye’de bir düşünme konusu olmaktan çok, bir reaksiyon alanına dönüşmüş durumda. Oysa düşüncenin yerini refleks aldığında, siyaset yerini güvenlik tehdidine; söz yerini suskunluğa; adalet yerini itaate bırakır. İşte tam bu noktada mesele, Kürtlerin taleplerinden çıkar ve toplumun tamamını içine alan daha geniş bir problem hâline gelir.

Kürt meselesinin özellikle son yüz yılı, egemen tarih yazımı ve egemen ideolojiler tarafından sistematik biçimde yok sayıldı, üzeri örtüldü ve bastırıldı. Buna rağmen hâlâ “Kürt yoktur” inkârı üzerinden üretilen çarpıtmalar, hakikati değiştirmez; yalnızca Kürt meselesini daha da derinleştirir. Bu inkâr siyaseti, özellikle Türkiye Devletini ve bütün Ortadoğu’yu bir çıkmaza ve siyasal bir bozuluşa sürükleyen sonuçlar üretmiştir. Artık bu bedel, yalnızca Kürtlerin ödediği bir bedel olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle Ortadoğu’daki tüm halkların ve ulusların, varlıklarını koruyabilmek ve sürdürebilmek için önlerine koymaları gereken temel bir hakikat vardır: Kürt meselesini ciddiyetle konuşmak. “Kürt meselesi şimdiye kadar anlatıldığı gibi değilse, nedir?” sorusunu sormak; Kürt varlığının inkârının onlara ne kaybettirdiğini, kabulünün ne kazandırabileceğini dürüstçe tartışmak zorundadırlar. Çünkü Kürt meselesi, sanıldığı gibi bir güvenlik sorunu değildir; bir “terör” meselesi hiç değildir; yalnızca etnik ya da kültürel haklara indirgenebilecek bir “azınlık talebi” de değildir. Kürt meselesini bu kavramlarla tanımlamak, meselenin kendisini değil, onunla yüzleşmekten kaçınma biçimlerini tarif eder. Çünkü bu sorun, Kürtlerin ne istediğinden çok, ulus devletin neyi kabul edemediğiyle ilgilidir. Kürt meselesi, bir halkın varlığının inkârı üzerinden kurulan siyasal düzenin, çoğul bir toplumsal gerçeklikle kuramadığı ilişkinin adıdır. Bu nedenle mesele ne silahla başlamıştır ne de silahla açıklanabilir; şiddet burada neden değil, bastırılmış bir tarihsel hafızanın ve tanınma krizinin sonucudur. Kürt meselesi, özünde bir adalet, tanınma ve eşit yurttaşlık meselesidir; fakat tam da bu yüzden, güvenlik diliyle ele alındıkça çözümsüzleşmiş, bastırıldıkça derinleşmiş ve ertelendikçe tüm toplumu içine alan bir siyasal ve ahlaki krize dönüşmüştür.

Medeniyet, çoğu zaman soyut ve büyük kavramlarla tanımlanır; oysa gündelik hayatta çok daha kırılgan bir zeminde var olur. Bir toplumun medeni olup olmadığı, insanlarının geleceği düşünüp düşünememesiyle ilgilidir. İnsan, yarına dair bir tasavvur kurabiliyorsa zamana güven duyuyor demektir. İçinde yaşadığı mekânda var olabiliyor, kamusal alanı bir tehdit olarak değil bir yaşam alanı olarak deneyimleyebiliyorsa, mekâna güven duyuyordur. Konuşabiliyor, düşünebiliyor ve kuracağı sözün başına ne getireceğini hesaplamak zorunda kalmıyorsa, dile güven duyuyordur. Medeniyet kaybı dediğimiz şey, tam olarak bu üç güven alanının—zamanın, mekânın ve dilin—eş zamanlı olarak aşınmasıyla ortaya çıkar. Zamanın, mekânın ve dilin aşınması ise insanı çürütür.

Tam da bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’de son on iki yılın siyasal seyri belirgin bir kırılmaya işaret eder. 2013’te başlayan ve Kürt meselesinin kamusal alanda görece açık biçimde tartışılabildiği çözüm süreci, 2015’te bilinçli bir siyasal tercihle sonlandırıldı. Bu kopuş, yalnızca bir müzakere masasının dağılması değil; şiddetin yeniden devreye sokulduğu, korkunun siyasal bir yönetim aracına dönüştürüldüğü uzun bir dönemin başlangıcı oldu. 2015’ten 2025’e uzanan bu süreçte şiddet yalnızca artmadı; katmerleşti, normalleştirildi ve kurumsallaştırıldı. Barış dili yerini güvenlik jargonuna, siyasal tartışma yerini kriminalize edici söylemlere bıraktı. Bir zamanlar kamusal alanda söylenebilen sözler, bu dönemde soruşturma dosyalarına, fişleme pratiklerine ve cezalandırma mekanizmalarına dönüştü. Böylece Kürt meselesi yalnızca çözümsüz bırakılmadı; konuşulması dahi tehlikeli bir alana hapsedildi. Artık bu şiddet sarmalı sadece Kürtleri değil tüm Türkiye’yi saran bir anti demokratik yönetim biçimine dönüştü.

Yukarıda zamanın, mekânın ve dilin aşınması da insanı çürütür, demiştim medeniyetle kurduğum ilişkide. Tam da bu noktada kritik bir ayrımı özellikle vurgulamak gerekir: Türkiye’de 2015’ten 2025’e uzanan bu on yıllık süreçte yaşanan sosyolojik gerilemeyi yalnızca baskıcı yönetim pratikleriyle açıklamak, toplumu bütünüyle edilgen bir nesneye indirger. Oysa bu dönemde vasatlık, adeta kanserli bir ur gibi toplumsal dokunun içine yayılarak, sağlıklı düşünme kapasitesini felce uğrattı. Toplum, eleştiren, sorgulayan, itiraz eden dinamik bir yapı olmaktan çıkıp; korku, konfor ve uyum ekseninde hareket eden bir yığına dönüştü. Bu dönüşümde yalnızca iktidarın dili değil, bu dile bilinçli ya da bilinçsiz biçimde eklemlenen geniş kesimlerin payı vardır. Akademisyenden sanatçıya, gazeteciden siyasetçiye kadar uzanan bu vasatlaşma hattı, faşist, ırkçı ve tekçi söylemleri olağanlaştırırken; özne olma sorumluluğundan sistematik bir kaçışı da beraberinde getirdi. Suskunluk burada yalnızca korkunun sonucu değildir; çoğu zaman kariyerin, statünün ve “zarar görmeme” arzusunun bilinçli tercihidir. Bu tercih ise toplumu, yönlendirilmeye açık, tepki veren ama düşünmeyen bir kitle hâline getirir. Bugün milliyetçilik, güvenlik ya da beka söylemi adı altında yeniden üretilen bu dilin, ne Türkiye’nin uzun vadeli geleceğine ne bölgesel siyasete ne de gerçekten savunulduğu iddia edilen kimliklere bir faydası vardır. Aksine bu vasatlık, siyaseti sığlaştırır, kamusal alanı çoraklaştırır ve toplumu kendi geleceğine yabancılaştırır. En çarpıcı olan ise şudur: Bu dili yeniden üretenlerin büyük bölümünün derdi ne ülke, ne kimlik, ne de güçlü bir gelecek tahayyülüdür; asıl mesele, mevcut düzen içinde yerini korumak ve hesap vermekten kaçınmaktır. Böylece baskı, yalnızca yukarıdan dayatılan bir rejim olmaktan çıkar; aşağıdan onaylanan, içselleştirilmiş bir toplumsal mutabakata dönüşür.

Kürt meselesini hâlâ bir güvenlik sorunu, bir ‘’terörü bitirme’’ başlığı ya da geçici bir “süreç” meselesi olarak ele almak, yalnızca Kürt meselesini değil, toplumun kendisini de yanlış yerde konumlandırmak anlamına gelir. Kürt meselesi; bir halkın “fazla talepkâr” olması, bir kimliğin “tehdit” oluşturması ya da devletin zaman zaman “sert önlemler almak zorunda kalması” değildir. Kürt meselesi, medeniyetin gerilediği- zamana, mekâna ve dile duyulan güvenin aşındığı Türkiye’de, toplumun düşünme ve özne olma kapasitesini kaybetmesinin adıdır.. Bu mesele, şiddetle başlamadığı gibi şiddetle de çözülemez; çünkü asıl sorun, silahlarda değil, tanınmayan hafızada, bastırılan sözde ve vazgeçilen etik sorumluluktadır. Kürt meselesi ne yalnızca Kürtlerin meselesidir ne de yalnızca bir siyasal başlık; o, Türkiye’nin çok uluslu bir coğrafyada kendiyle kuramadığı ilişkinin, yüzleşmek yerine imha ve inkâr politikalarıyla çoğulluğu tekliğe sıkıştırarak kaçtığı geçmişin ve bütün bunların sonucunda medeniyet iddiası aşınmış bir kamusal iklimin aynasıdır. Bu aynaya bakmayı reddeden her yaklaşım, meseleyi çözmek bir yana, onu daha da derinleştirir. Çünkü Kürt meselesi ne değildir sorusuna dürüstçe cevap verilmeden, onun ne olduğuna dair yüz yıldır tekrarlanan her ezber söz eksik ve çarpık kalacak; başlatılan her “süreç” ise kaçınılmaz olarak sekteye uğrayacaktır.

Benzer Haberler

Zelal Sadak yazdı |

Kürt meselesi ne değildir?

Bütçe teklifi kabul edildi |

AKP ve CHP’li vekiller arasında kavga

“Uyuşturucu” soruşturması |

6 kişi hakkında tutuklama kararı

Avustralya’nın kararının ardından |

İsviçre’de de çocuklara sosyal medya yasağı hazırlığı

Bütçe teklifi kabul edildi |

AKP ve CHP’li vekiller arasında kavga

Koçyiğit’ten “hukuki gereklilikler” vurgusu

Siyaset kurumuna ve iktidara “adım” çağrısı

Meclis’te maraton tamamlanıyor |

Bütçe görüşmelerinde sona gelindi

Meclis Komisyonu raporu öncesi I

Uçum: Geçiş sürecinde demokrasi pazarlığı olmaz