Tarih tekerrür edebilir. Ancak Kürtlerin ve Türkiye toplumunun ortak iradesi de bu döngüyü kırabilir. Barış ve demokratikleşme, yalnızca bir tarafın çabasıyla sağlanamaz. Bu ancak halkların katılımıyla ve ortak sorumlulukla mümkündür. Kürtlerin ve Türkiye toplumunun bu cesareti, Ortadoğu’da yeni bir gelecek inşa etmenin de anahtarıdır.
Zelal SADAK
20. yüzyılda Avrupa sömürgeciliği, Orta Doğu’da sınırların yapay şekilde çizilmesi ile beraber etnik ve mezhepsel fay hatlarının derinleşmesine yol açtı. Bu, günümüzdeki birçok çatışmanın temelini oluşturdu. Emperyalist devletlerin çıkarları doğrultusunda, savaşlar ve çatışmalarla şekillenmeye çalışıldı. Ancak bu döngü her zaman bu coğrafyanın asli unsurları olan halklar tarafından direnişle de karşılık buldu.
Egemen tarihin aksine yazılan alternatif tarih incelemelerinde ezilen halkların direnciyle karşılaştığı binlerce direnişe de şahitlik etti. Kürtler, bir asrı aşkın süredir parçalanmışlık ve inkâr politikalarıyla mücadele ederken, bugün hâlâ sahnenin en kritik, merkezdeki aktörlerinden biri olarak varlık gösteriyor. Onların kazanımları yalnızca kendi kimlik ve özgürlük mücadelesi ile sınırlı kalmıyor; aynı zamanda Türkiye, bölge ve Orta Doğu halklarının demokratik geleceğini de doğrudan etkiliyor.
Suriye iç savaşının yarattığı kaosta Kürtler, sadece askeri varlıklarıyla değil, toplumsal ve siyasal düzen kurma kapasiteleriyle de öne çıktı. Rojava’daki özyönetim deneyimi, bölgedeki statükoyu sarsan bir demokratik model sundu. Kadın öncülüğünün yerel yönetimlerde aktif rol alması, halkların eşit temsiliyeti ve toplumsal karar mekanizmalarına katılım, Rojava’yı Orta Doğu’da benzersiz bir deneyim haline getirdi.
Kürtler, Arap, Süryani, Türkmen ve diğer topluluklarla ortak yaşam modelleri kurarak etnik ve dini çeşitliliği yönetilebilir bir demokrasi biçimine dönüştürdü. DSG’nin IŞİD’e karşı kazandığı askeri başarılar, Kürtlerin uluslararası ve bölgesel devletlere karşı gücünü/sözünü artırdı ve uluslararası tanınırlıklarını güçlendirdi. Ancak ABD’nin geçici ortaklık yaklaşımı, Türkiye’nin sürekli ‘sınır güvenliği’ söylemleri ve Suriye’de sürekli değişen denge, bu kazanımların kırılganlığını ve sürekli bir tehdit altında olduğunu gösteriyor.
İran’daki Kürtler tarih boyunca baskı altında yaşamış ve hâlen Tahran’ın en kırılgan iç güvenlik fay hattını oluşturuyorlar. Jîna Mahsa Amini olayları ve ardından gelişen protestolar, İran Kürtlerinin direniş geleneğini dünyaya göstermiş oldu. Onlar, yalnızca rejime karşı değil, aynı zamanda kadın özgürlüğü ve demokratik haklar alanında da bir modeller. Ancak Tahran, Kürt bölgelerine askeri yığınak yaparak, Kürt gençlerini idam ederek sürekli şiddetle kontrol altında tutmaya çalışıyor. Bu tablo, Kürtlerin sadece askeri veya idari kazanımlarının değil, toplumsal ve siyasi meşruiyet üretme kapasitesinin de bölgesel denklemde belirleyici olduğunu ortaya koyuyor.
Uluslararası aktörler de bu denklemde kritik rol oynuyor elbette. ABD, Suriye’de Kürtlerle askeri işbirliğini sürdürüyor; ancak bu stratejik değil, taktiksel bir ilişki düzeyini aşamadı. Washington için Kürtler, IŞİD benzeri radikal yapılara karşı bir denge unsuru hala. Ancak aynı ABD cihatçı bir örgüt olan HTŞ’nin lideri Colani ile BM toplantısında sıcak iletişim geliştiriyor ve sıcak pozlar kesebiliyor. Türkiye ile ilişkilerini bozmamak isteyen ABD, Kürtlerin siyasi kazanımlarını tam olarak desteklemiyor.
İran hem kendi Kürt nüfusunu bastırmak hem de Güney Kürdistan’ı ve Rojava’daki gelişmeleri sınırlamak için sert bir politika izliyor. İsrail ise Kürtleri bölgesel denge unsuru olarak görüyor. Aktif bir destek sağlamak gibi bir iddiası söylemde ara sıra ortaya çıksa da gerçek denklemde bu açıklamaların bir karşılığı yok. Tüm bu tablo, dış ve iç aktörlerlerin Kürtlerle ilişkilerinin sürekli kaygan bir zeminde ve kırılgan olduğunu gösteriyor.
Bütün bu deneyimler bize tek bir gerçeği hatırlatıyor: Kürt halkı, kendi öz gücüne yaslandığında, demokratik kurumlar inşa ettiğinde ve komşu halklarla eşit ilişkiler kurduğunda güçlüdür. Dış güçlerin vaatleri, kırılganlık ve risk taşır. Elbette Kürtler, Avrupa merkezli devletler ve uluslararası oluşumlarla diplomatik ilişkiler kuracak, sözünü ve öz gücünü ortaya koyacaktır. Ancak belli bir risk her zaman göz önünde bulundurulmak zorundadır. Çünkü tarih, bu gerçeği tekrar tekrar hatırlatmıştır bizlere.
Kürtlerin kazanımları ve 2024 Ekim itibarıyla başlayan yeni süreç, Türkiye’nin demokratikleşme eşiklerini aşması için kritik bir fırsat sunuyor. Eğer barış ve eşitlik sağlanırsa, bu yalnızca Kürtler için değil, Türkiye ve bölge halkları için özgürlük ve demokratik haklar anlamına gelir. Kürt halkı, bu topraklarda sadece bir etnik topluluk değil; bu coğrafyanın belleği, kültürü ve direncidir. Tarih, insan topluluklarına yalnızca yaşanan olayların kronolojisini sunmaz; aynı zamanda ders çıkarılacak bir laboratuvar işlevi de görür. Kürt özgürlük mücadelesinin yaklaşık yüzyıllık süreci, bu derslerin ne kadar hayati olduğunu gözler önüne seriyor.
Kürtlerin varlığına dair tartışmaları bir “azınlık” meselesi ya da “güvenlik” sorunu olarak görmek, tarihi inkâr etmekle eşdeğerdir. Kürtler, bu coğrafyanın asli unsurudur. Ancak bu hakikati teslim etmek yerine, talepleri hep erteleniyor, öteleniyor ya da çeşitli politik hesaplara kurban ediliyor. Bu sürecin kalıcı olması için sorumluluk herkesin omuzlarındadır. Devlet şeffaf ve samimi bir müzakere yürütmeli; Türkiye halkı barış ve eşitliği savunmalı; Kürt halkı ise iç birlik ve ulusal stratejiyi güçlendirmelidir.
Türk, Kürt, Arap, Fars ya da başka kimlikler… Hiçbir halk diğerinin varlığını yok sayarak, onun haklarını inkâr ederek kendi geleceğini güvence altına alamaz. Ortadoğu’nun değişken dengelerinde milliyetçiliğin dar kalıplarına sıkışmış devletler ve siyasetçiler bu gerçeği görmezden geliyor. Oysa bu bilmedikleri bir gerçek değil. Ama ayrıştırdıkları, düşmanlaştırdıkları ve zehirli söylemi körükledikleri sürece kendi varlıklarını devam ettirebileceklerini bildikleri için sürdürüyor.
Yürütülen bir ‘süreç’ olmasına rağmen ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı söylemler, halkları barış ve birlikte yaşama konusunda hareketsiz bırakıyor ayrıca güvensiz ortamı derinleştiriyor. Oysa halklar, yan yana yaşamayı, tarihlerinin kesiştiği yerleri ortaklaştırmayı ve hakikatle yüzleşmeyi deneyimledi/deneyimleyebilmeli. Kürt halkı, bu ortaklığın kurucu unsurlarından biridir.
Kürtler, bu dengelerin sürekli kaygan zemininde; kendi kaderini kendi iradesiyle tayin eden bağımsız ve barışçıl bir aktör olmak istemekte kararlı. Bu sadece Kürtlerin değil, bütün bölgenin çıkarınadır. Kürtler eşit yurttaşlık ve demokratik zeminde politika üretebilme haklarına kavuştuğunda, coğrafyada demokrasi güçlenir ve barış kalıcı hale gelir. Demokrasinin ve birlikte yaşamanın koşullarını inşa etmek zordur; ama aynı zamanda zorunluluktur. Böylesi bir sürece dahil olan, destekleyen tüm siyasi partiler, demokratlar, sol sosyalist yurttaşlar, sadece beklemek, temenni etmek, kınamak yerine somut adımlar atabilmeli, toplumsal refleksleri harekete geçirmeli ve halkların ortak yaşam talebini güçlü bir biçimde seslendirebilmeli.
Tarih tekerrür edebilir. Ancak Kürtlerin ve Türkiye toplumunun ortak iradesi de bu döngüyü kırabilir. Barış ve demokratikleşme, yalnızca bir tarafın çabasıyla sağlanamaz. Bu ancak halkların katılımıyla ve ortak sorumlulukla mümkündür. Kürtlerin ve Türkiye toplumunun bu cesareti, Ortadoğu’da yeni bir gelecek inşa etmenin de anahtarıdır.