Gerçeğe yeni ses
Numedya24

‘Negatif Barış’ın gölgesinde:

Türklük ve güven krizi

‘Negatif Barış’ın gölgesinde:

Negatif barış, yalnızca çatışmanın görünür biçimini durdurur ama çatışmaya neden olan yapısal sorunları yerli yerinde bırakır: Eşitsizlik, baskı, ayrımcılık, yoksulluk, inkâr… 

ŞİYAR DİCLE

Barış kavramını hem tarihsel hem de psikolojik olarak yalnızca savaşsızlık hâliyle tanımlanmak yanlış bir değerlendirme olur. Barış, sadece çatışmanın yokluğu değil, adaletin, eşitliğin ve karşılıklı tanınmanın olduğu bir durumu da ifade eder. Bu bağlamda aktif bir toplumsal barış, yeni bir toplumsal inşa sürecidir aynı zamanda.

Johan Galtung’un geliştirdiği “negatif barış” kavramı da bu düşünsel mirasla örtüşür. Galtung’a göre negatif barış, yalnızca doğrudan fiziksel şiddetin yokluğu anlamına gelir; fakat asıl sorun tam da bu ‘barış’ halinde başlar.

Yapısal şiddet devam eder. Eşitsizlik ve adaletsizlik varlığını sürdürür. Dolayısıyla çatışma sona ermiş olsa da ayrımcılık ve güvensizlik devam eder. Tam da bu yüzden kimse bu duruma gerçek anlamda bir barış diyemez. Var olan gerilimi devam eden bir sükûnet halidir.

Türkiye’de dünyada olduğu gibi barış kavramı, genellikle çatışmasızlıkla eş anlamlı kullanılmıştır. Ancak silahların susmuş olması ne toplumlararası güvene ne de kalıcı çözüme işaret eder. “Negatif barış” kavramı, çatışmanın yalnızca görünürde sona erdiğini, halbuki yapısal şiddetin ve psikolojik güvensizliğin devam ettiğini ortaya koyar.

Türkiye’de de bu negatif barış hâlinin derinleşme korkusunun başlıca nedenleri vardır. Bunların başında devletin kuruluş ideolojisinde şekillenen “Türklük” kavramı ve bu kavram etrafında inşa edilen yurttaşlık tanımı gelir. Bu yapı, başta Kürtler olmak üzere diğer halklar ile devlet arasında yüz yılı aşkın süredir çözülmeyen bir güven krizinin kaynağı haline gelmiştir.

ÇOK KİMLİKLİ YAPININ ÜZERİNE DÖKÜLEN BETON

Türkiye Cumhuriyeti 1923’te temellerini atarken Osmanlı’nın görece çok etnili yapısından koparak, homojen, daha merkeziyetçi ve çok daha milliyetçi bir ulus-devlet modelini benimsedi. Bu modelin temel taşı ise “Türk” kimliğiydi. 1924 Anayasası’na konulan “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” maddesi, çok kimlikli toplumsal yapının üzerine beton dökmüştür. Bu tanım, Kürtler başta olmak üzere tüm farklı etnik ve kültürel toplulukları asimilasyona ya da inkâra zorlayan bir devlet refleksini beraberinde getirmiştir.

Yurttaşlık kavramını yalnızca etnik Türk kimliği ile özdeşleştiren bu yapı 1930’lu yıllarda uygulanan İskân Kanunu, Kürt nüfusu dağıtmayı ve Türklük temelinde homojenleştirmeyi amaçladı. Aynı yıllarda Milli Eğitim politikaları, sadece Türk tarihini ve dilini esas almış, farklı kimliklerin kamusal görünürlüğünü yok saymıştı. Kürtçenin yasaklanması ve anadilinde eğitim hakkının tanınmaması gibi uygulamalar, yalnızca kültürel asimilasyonu işaret etmiyordu. Hukuki ve siyasal yurttaşlıktan dışlama anlamına da geliyordu. Bu yaklaşımlar yalnızca devlet kurumları ile değil, sosyal hizmetlerden eğitime, askerlikten siyasal temsile kadar her alanda hissedildi. 1965 yılına kadar yapılan resmi nüfus sayımlarında insanların ana dillerinin sorulması, ardından bu sorunun kaldırılması; kimliğin resmî düzeyde tanınmaması sürecinin başka bir yansımasıydı. 1980‘deki askeri darbe sonrası rejimin uyguladığı baskı politikaları, özellikle zorunlu göç, köy boşaltmaları ve yaygın hak ihlalleriyle derinleşti.

Kısacası, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi, yurttaşlığı etnik Türklük temelinde tanımlayarak, başta Kürtler olmak üzere tüm farklılıkları ya görünmez kıldı ya da bastırmaya çalıştı. Bu yurttaşlık anlayışı, Kürt ile özdeşleşmeyi değil; uzaklaşmayı ve ona karşı tarihsel bir mesafe koymayı doğurdu. Bu mesafe o kadar açıldı ki en çok yaklaşılan çatışmasızlık ortamlarında ve barış süreçlerinde dahi bu tarihsel güven uçurumu kapanmadı.

Çünkü barışa dair söylemler, hala bu dışlayıcı yapının gölgesinde şekilleniyordu.

SİLAHLARIN SUSMASI, GÜVENİN İNŞASI DEĞİL

Türkiye’de Kürt meselesine dair zaman zaman çatışmasızlık ortamları oluştu. Ancak bu dönemler hiçbir zaman yüzleşme, hakikat, eşit yurttaşlık gibi pozitif barış ilkeleriyle desteklenmedi. En azından desteklenecek kadar ilerleme sağlanamadı.

Silahların susması, devletin Kürtlerle barışma iradesi olarak değil; çoğunlukla “zaman kazanma”, “toplumsal tansiyonu düşürme” hamlesi olarak algılandı. Bu algı, yüz yılı aşkın inkâr ve bastırma politikalarının yarattığı hafızadan beslendi.

Barış süreçlerinin en temel taşlarından biri güven inşa etmektir. Oysa, güvenlik merkezli politikalar her daim ön planda tutuldu. Çatışmasızlık dönemlerinde dahi istihbarat ve denetim ağlarının genişletilmesi gibi uygulamalar, barışa değil kontrol ve alan hakimiyetini ele geçirmeyi işaret etti.

Bu yaklaşım bir barış partneriyle değil, bir “güvenlik riskiyle” muhatap olma fikrini güçlendirdi. Devlet olası bir barış dilini bile kendi egemenliğini sorgulatmayacak sınırlar içinde kurmaya çalıştı. Bu da sürekli bir “kırılabilir barış korkusu” oluşturdu. Bu durum bize negatif barışın sadece sürdürülemez değil, aynı zamanda toplumsal olarak da yıpratıcı olduğunu gösteriyor.

Barışın sürdürülebilirliği, sadece şiddetin yokluğuna değil, karşılıklı güvenin varlığına bağlıdır. Oysa Türkiye’de barış arayışları, çoğu zaman devletin “güvenliği sağlama” adı altında uyguladığı yapısal baskının gölgesinde kalmıştır.

O yüzden yine diyoruz ki, yaşadığımız coğrafyada barışın kalıcı olması için yalnızca silahların susması yeterli değil. Negatif barış, çatışmanın yalnızca ertelenmiş durumuna işaret eder. Tarihsel hakikatlerle yüzleşmeden, inkar politikaları sona erdirilmeden, çoğulculuk temelli bir yurttaşlık anlayışı benimsenmeden gerçek bir barış mümkün olmayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana “Türk” kimliği etrafında şekillenen yapı, Kürt halkıyla arasındaki kalınlaşan duvarı kırmak zorundadır. Bu duvar yıkılmadan, barış yalnızca bir boşluk olacaktır. Bu boşluk ile oluşan sessizlik, adaletin değil, korkunun sessizliği olmaya devam edecektir.

Negatif barış, yalnızca çatışmanın görünür biçimini durdurur ama çatışmaya neden olan yapısal sorunları yerli yerinde bırakır: Eşitsizlik, baskı, ayrımcılık, yoksulluk, inkâr…

Korkuyoruz. Çünkü bu tür barış, hep bizden vazgeçmemizi ister. Kimliğimizden, hafızamızdan, kaybettiklerimizden. Susmamızı, unutmamızı, kabullenmemizi ister.

Benzer Haberler