Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

B. Zeyno Bayramoğlu yazdı |

Johan Cruyff: Pasın devrimi ve kolektif aklın kurucusu

B. Zeyno Bayramoğlu yazdı |

“Futbol, hata oyunudur. En az hata yapan kazanır. En iyi takım ise birlikte düşünebilenlerdir.” — Johan Cruyff

B. Zeyno Bayramoğlu

Tarih, olağan zamanlarda tekrarı yazar. Ama olağanüstü anlarda, öyle insanlar doğar ki oyunları yalnızca topa değil, çağa değil, bütün bir dünyanın yönünü değiştirir. Johan Cruyff, işte böyle bir anda doğdu. II. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında, Amsterdam’ın gri sokaklarında, meşin topun peşinden koşarken yalnızca bir oyunun değil, bir fikrin izini sürüyordu. Topla konuşan, pasla düşünen bir çocuktu o.

1947’de Betondorp’ta doğduğunda, Hollanda ne Avrupa futbolunda söz sahibiydi ne de onun gibi bir hayali kucaklamaya hazırdı. Babasını 12 yaşında kaybetti. Annesi Ajax stadında temizlik yaparken, Johan kendi kendine pas çalışıyor, duvarlara top sektiriyor, çimleri bir okul gibi görüyordu. Kitaplardan değil, çamurdan öğrendi futbolu. “Savaştan sonra doğdum ve bana her söyleneni olduğu gibi kabul etmemem öğretildi,” diyecekti yıllar sonra. Ve o günden sonra sadece futbolcu olmadı; bir düşünür, bir hafıza, bir pusula oldu.

O dönem dünya futbolu Zico’nun sezgisi, Beckenbauer’in aklı, George Best’in isyanıyla yoğruluyordu. Cruyff bu olağanüstü kuşağın içinden çıktı. Ama her takımda yönü çizen biri olur. O, aklı oynatan adamdı.

Cruyff’un parladığı ilk kulüp olan Ajax, sadece bir takım değil, bir laboratuvardı. O dönem Amsterdam sokaklarında ona “Sarı Fare” diyorlardı. Sarıydı çünkü alışılagelmişin dışındaydı; ‘fareydi’ çünkü her yerden çıkıyor, rakiplerini şaşırtıyordu. Ama aslında o, bastırılmış bir halkın sahadaki hayal gücüydü. Rinus Michels ile birlikte “Total Futbol” anlayışı filizleniyordu. Sahadaki her oyuncunun her rolü oynayabileceği, oyunun kolektif akılla yoğrulacağı bir sistemdi bu. Ve bu sistemin kalbinde Cruyff vardı. Mevkisi yoktu; mevcudiyeti vardı. Takımı düşünürdü, oyunu şekillendirirdi. Sahadaki bir forvet değil, yaşayan bir organizmanın zihniydi. 1971-73 yılları arasında üst üste üç Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası kazanıldı. Bu zaferler, birlikte düşünmenin ve yaratıcı oyunun meyvesiydi; bir oyundan çok bir düzenin hayalini kuruyorlardı.

Cruyff’un milli takımla 1974 Dünya Kupası performansı, futbol tarihine aklın estetiği olarak kazıldı. Almanya karşısındaki final sadece bir maç değildi; savaş sonrası Avrupa’sının iki farklı tahayyülüydü. Cruyff’un ilk dakikadaki ceza sahasına dalışıyla kazanılan penaltı, aklın zorbalığa cevabıydı. Ajax’ta kurduğu kolektif oyunu, milli takıma da taşımıştı. Kupayı kaybettiler ama o günden bugüne elli yıl geçti; hâlâ o finalin galibi değil, Hollanda’nın oynadığı futbol konuşuluyor. Çünkü Cruyff için zafer, oyunun güzelliğini kalıcı kılmaktı.

1973 yılında Ajax, Cruyff’u Real Madrid’e satmak istedi. Cevabı netti: “Ben diktatörlüğün takımında oynamam.” Bu söz, onu Barcelona’ya taşıdı. Franco rejimi altındaki Katalonya için Cruyff bir futbolcudan fazlasıydı. 5-0’lık Real galibiyeti bir skordan öte politik bildiriydi. Jordi ismini oğluna vermesi ise meydan okumayı ete kemiğe bürüyen bir jest haline getirdi. Çünkü Franco döneminde Katalanca isimler yasaktı; Jordi ismini seçmek, bir futbolcunun sadece sahada değil, dilin ve kimliğin yasaklandığı bir düzende direnişi sahiplenmesiydi.

Cruyff’un Barcelona’daki futbolculuk yılları, sadece skorlar değil, oyun algısını değiştirdiği dönemdi. Sahada görünmeyen boşlukları dolduran, pasla oyunu yöneten bir figürdü. Bu dönemde Cruyff’un saha içindeki vizyonuna tanıklık eden Barcelona’nın kadrosunda Migueli, Rexach, Schuster gibi isimler öne çıkıyordu.

1988’de teknik direktör olarak göreve geldiğinde, kulüp yeni bir çağın eşiğindeydi. Guardiola, Zubizarreta, Koeman, Bakero, Laudrup, Stoichkov ve Romario gibi oyuncularla oluşturduğu efsane kadro, 1992’de kulüp tarihinin ilk Şampiyonlar Ligi (eski adıyla Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası) zaferini kazandı. Johan Neeskens’in de dediği gibi: “Tarihin en iyi futbolcuları teknik direktör olamaz, ama Cruyff ikisini de yaptı.” Michels’in izinden gitti ama kendi pusulasını çizdi. La Masia’yı bir altyapıdan öte düşünsel bir okul haline getirdi. Yıllar sonra, Arjantinli küçük bir çocuk—Lionel Messi—bu okulun kapısından içeri girdiğinde, yalnızca bir oyuncu değil, bir fikrin devamı da yetişmiş oluyordu. Cruyff, Messi’yi doğrudan keşfetmemişti belki ama onun yetişeceği zemini, düşüncenin oyuna dönüştüğü bir sahaya çevirmişti. Guardiola’nın teknik direktörlüğünde Messi, Xavi, Iniesta ve Busquets gibi oyuncular, Cruyff’un attığı düşünsel temellerin ürünü olan bir futbolu oynadılar. Böylece Cruyff’un etkisi yalnızca bir nesil değil, bir çağ yarattı.

Guardiola’nın daha sonra söylediği gibi: “Cruyff bize, futbolun yalnızca kazanmak değil, kim olduğunu unutmamakla ilgili olduğunu öğretti. O bize yol değil, yön verdi.” Bu yön, oyunun her saniyesinde düşünmeyi, birlikte karar almayı, sahada kolektif bir zeka örmeyi gerektiriyordu.

Cruyff Dönüşü

Saha içindeki yaratıcılığı en çok “Cruyff Dönüşü” ile simgelenir. 1974’te İsveç’e karşı oynarken, bir an geldi kalça bir yana döndü, göz başka yöne baktı, top ise ayağın dışıyla geriye çekildi. Rakip savunmacı yönünü şaşırdı; Fakat mesele o değildi. Cruyff, ayak bileğiyle yalnızca bir çalım yapmamıştı; dünya futbolunun yönünü tamamen değiştirmişti.

O anı izlerken, bir çalımı değil, bir çağın dönüşünü hissettim. Sanki çizilmiş rotaların ötesine geçiliyor, ezberin kenarından dışarı bakılıyordu. Beden diliyle konuşan bir direnişti bu. Ne bağırıyordu, ne yumruk sallıyordu; sadece topu bir başka açıdan görmemizi sağlıyordu. Çalımı yiyen savunmacı, aslında geçmişin kendisiydi. Oysa Cruyff’un pas verdiği yer, henüz düşünülmemiş bir oyundu.

Bu dönüş, yalnızca rakibi değil, sistemi terse yatıran bir düşünce biçimiydi.

Cruyff’un futbolu sadece estetik değil, etik bir direnişti. Katar sponsorluğuna karşı çıkarken, Ajax’tan ayrılırken annesine kötü koltuk verilmesine isyan ederken de aynı düşünceyi taşıyordu. Futbolu satılacak bir meta değil, savunulacak bir değer olarak gördü.

O sadece oyun kurucu değil, aynı zamanda Barış’ın da savunucusuydu. (İsrail’in eski Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Cruyff’un vefatının ardından) “Johan sadece harika bir futbolcudan fazlasıydı. Dünya barışını destekleyen bir rol modeldi. Eğitim değerlerini futbol oyununa taşıdı ve sahada herkesin eşit olduğunu kanıtladı – Yahudiler, Müslümanlar ve Hristiyanlar – hızlı koşmanın ve iyi oynamanın ayrımcılığa ve ırkçılığa rağmen zafere yol açacağını kanıtladı.Cruyff, herkesin eşit olduğu bir dünyayı kurmak için de oynadı.

Mirasa Dair

Jonathan Wilson’ın ifadesiyle, “Cruyff modern futbolu icat etti. Onun etkisi olmadan bugünkü oyunu hayal etmek imkânsız.”

Cruyff’un mirası kupalarla değil, bir düşünceyle ölçülür. Onun adı, yalnızca zaferle değil, oyunun ne olabileceği üzerine kurduğu hayalle yaşar. Sahada yalnızca topa hükmetmedi; zamana, mekâna, akla da hükmetti. Her pasında bir fikir, her dönüşünde bir isyan, her tercihte bir etik vardı. Cruyff’un mirası, oyuncudan çok bir filozofun, teknik direktörden çok bir öğretmenin ardında bıraktığı bir okul gibiydi. Çünkü onun için pas yalnızca topun ayağa değmesi değil, aklın akla değmesiydi. Pas, ben değil biz demenin sahadaki dilidir; kolektif aklın, dayanışmanın, ortak düş gücünün beden bulmuş halidir. Gerçek zafer, hayalin kendine bir takım bulmasıdır. Ve o takım, pasla başlar.

Zeyno Bayramoğlu yazdı | Yashin: Sovyetlerin “Kara Örümceği” ve futbolun devrimi

Benzer Haberler