Eğer rejim, toplumdan ve entelektüel kesimden gelen bu son uyarıları dikkate almaz; insan hakları, özgürlükler ve kadınlara yönelik yasal baskıları kaldırmazsa, İran baş aşağı gidişini durduramayacaktır. İran’da son yıllarda yaşananlar, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi “ulusal güvenliğe tehdit” olarak gören çevreler için ibretliktir.
Kawe KARZAN
Son günlerde, özellikle 12 günlük savaştan sonra, İran kamuoyunda; aydınlar, düşünce merkezleri ve hem devlet yanlısı hem de devlet dışı medyada, eleştirel ve çözüm arayışına yönelik yoğun bir tartışma yürütülüyor. Bu tartışmalarda İran’ın ulusal birliğini ve bütünlüğünü koruma, devlet ve millet birlikteliğini sağlama vurgusu öne çıksa da reformist, eleştirel ve daha özgürlükçü-eşitlikçi görüşlerin sesi de azımsanacak düzeyde değil.
Atmosfer o denli yoğunlaşmış durumda ki, bazı önemli şahsiyetler, savaş sürecinde İran lehine tavır alan siyasi mahkumlar için genel af önerisinde bile bulundu. Ancak yaratılan bu tartışma ortamına rağmen, İran’ın temel sorunlarına değinilmekten özellikle kaçınıldığı, ya da bu sorunların bilinçli şekilde gündem dışı tutulduğu da dikkat çekiyor.
İran hem içten hem dıştan adeta kuşatılmış durumda. Çin ile kurulan ilişkiler ufuk açıcı olmaktan uzak. Örneğin, Çin merkezli “Think China” düşünce kuruluşu, 12 günlük İran-İsrail savaşı sonrası yayımladığı bir analizde şu tespitleri yaptı: “Derin askeri-teknik işbirliğine rağmen, İran güçleri Rusya’nın sağladığı hava ve füze savunma sistemlerinin İsrail ve ABD gibi gelişmiş Batılı güçlere karşı zayıf kaldığına tanık oldu. İran, gelecekteki saldırılara karşı etkili bir caydırıcılık arayışında; ancak Rus sistemlerinin tek başına yeterli olmadığını düşünmeye başlamış görünüyor.”
Çin, İran’a ideolojik bir yakınlıktan çok stratejik çıkarları doğrultusunda yaklaşmakta. ABD ve İsrail’in saldırılarına karşı BM Güvenlik Konseyi’nde yalnızca etkisiz bir açıklamayla yetinen Pekin, İran’ı bölgede aşırı kışkırtıcı davranmaktan alıkoymaya çalışıyor. Çin, İran’ı tam teşekküllü bir müttefikten ziyade, ABD ile rekabetinde bir araç olarak değerlendiriyor. Çin’in stratejik bir ortak olduğu açık; ancak sadık bir müttefik olmadığı da ortada.
Rusya‘nın ise Ukrayna savaşı nedeniyle Batı ve NATO ile ölüm kalım mücadelesi verirken, İran’a aktif destek vermesi beklenmiyor.
İbrahim Anlaşmaları sonrasında birçok Arap ülkesi ABD desteğiyle İsrail’le yakın ilişkiler kurdu. Azerbaycan ile yaşanan gerilim hâlâ sürüyor. İsrail’in İran’a yönelik saldırılarında Azerbaycan’ın olası rolü hakkında spekülasyonlar, Tahran-Bakü ilişkilerinde siyasi ve medya düzeyinde ciddi gerilimlere neden oldu. Azerbaycan kaynakları, İsrail’in kendi topraklarını veya hava sahasını kullandığını öne sürdü.
Azerbaycan’a yakın medya organları, İran liderliğini açık şekilde eleştirirken, Azerbaycan’ın laik yapısını İran’ın ideolojik yönetimiyle karşı karşıya getirdi. Bu da İran’ın kuzey cephesinden de kuşatıldığını gösteriyor. Türkiye, mevcut şartlarda İran’a açık destek veremez durumda. Komşular arasında sadece Taliban yönetimindeki Afganistan kalıyor ki, onların da İran lehine dengeyi değiştirecek bir gücü yok.
Dış baskılar giderek sıkılaşırken, İran adeta nefes alamaz hâle gelmekte. Belki de devlet geç kaldı, zira ateşkes oldukça kırılgan. ABD’nin İsrail’e 510 milyon dolarlık askeri mühimmat satışını onaylaması ve İsrail’in İran’a karşı askeri planlar açıklaması, durumu daha da kritik hâle getiriyor.
İçerideki durum da dışarıdan farklı değil. Hatta devlet, içeride dışarıya kıyasla daha fazla kuşatılmış durumda. Reformist düşünür Mohammad Reza Tacik bir yazısında devlete şöyle sesleniyor: “Ateşkes, sessiz bir savaştır ve stratejik bilgelik, yaklaşan savaşın ayak seslerini duymayı gerektirir. Bugün iktidarda olanlara düşen, ulusal uzlaşmayı taktiksel değil, stratejik bir mesele olarak ele almaktır.”
Tacik’in çağrısı, devletin artık dar ideolojik kalıplardan çıkması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Ancak mevcut iktidarın bu çağrılara kulak verecek bir pozisyonda olmadığı görülüyor. Yine de reformist kesim, mevcut rejimden tamamen umudunu kesmiş değil; belki de son bir kurtarma hamlesi olarak demokratikleşme çağrısında bulunuyor.
Eğer rejim, toplumdan ve entelektüel kesimden gelen bu son uyarıları dikkate almaz; insan hakları, özgürlükler ve kadınlara yönelik yasal baskıları kaldırmazsa, İran baş aşağı gidişini durduramayacaktır.
İran’da son yıllarda yaşananlar, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi “ulusal güvenliğe tehdit” olarak gören çevreler için ibretliktir. Şu soru artık daha yüksek sesle sorulmalı: Toplumsal güvenliği tehdit eden demokrasi mi, yoksa totalitarizm mi?
Dünyada örnekleri ortada: Güçlü demokrasilerde ne dış tehdit ne de iç istikrarsızlık başat bir sorun oluşturur. Etnik, dini ve kültürel tüm kesimlerin – özellikle de kadınların – güçlü bir şekilde temsil edildiği; özgürlüklerin güvence altına alındığı bir anayasal düzen, krizleri değil, çözüm üretme kapasitesini artırır.
Milliyetçi söylemler ve devlet merkezli çözümler, İran’ın tarihsel ve toplumsal bütünlüğünü koruyacakmış gibi sunulsa da bu görüş hem devlet hem de muhalif çevrelerde yaygınlaşmış durumda. Oysa bu yaklaşım, sosyolojik ve tarihsel sorunların çözümünde ciddi bir zaaf anlamına geliyor.
Sorunların temeli sadece mevcut teokratik düzende değil, aynı zamanda devleti merkeze alan tüm çözüm önerilerindedir. Muhalefetin büyük kısmı da devleti dönüştürmekten çok, yerine laik bir yönetim geçirmeyi çözüm olarak görmekte. Bu yaklaşım, yüz yıl öncenin paradigmasına sıkışmış bir bakış açısını yansıtmaktadır.
Çözüm, yeni bir paradigma üretmekten geçiyor. Mevcut siyasal cephelerin paradigması dar, yüzeysel ve çözüm kapasitesinden yoksundur. En ileri öneriler bile parlamenter sistem veya hukuk devleti çerçevesini aşamamaktadır.
İran gibi özgürlük hareketlerinin tarihsel zeminine sahip bir ülkede, düşünsel alanın bu kadar boş kalması büyük bir çelişkidir. Bu boşluk milliyetçi ve devletçi yaklaşımlar tarafından hızla doldurulmakta; iktidar mücadelesi ise farklı paradigmalar arasında değil, aynı paradigmanın farklı grupları arasında sürmektedir.
Sorunun kökeni sadece teokratik devlet yapısında değil; devletin tekçi, merkeziyetçi ve baskıcı doğasındadır. İran’da rejimin değişmesi kadar, onu ayakta tutan zihniyetin de dönüşmesi gerekir. 1978 öncesi laik rejimin halkı özgürleştirdiği düşüncesi tarihsel olarak yanlıştır; zira o dönemde de en ağır krizler yaşanmıştır.
İslami bir rejim de, teorik olarak demokratik değerlerle uyumlu olabilir. Ancak bu değerleri taşıyan kesimlerin devrim sürecinde tasfiye edilmesi, bugünkü sorunları doğurmuştur. Oysa devrim sürecinde “Demokratik İran İslam Cumhuriyeti” veya “Sosyalist İran Cumhuriyeti” gibi özgürlükçü projeler de güçlü şekilde gündemdeydi.
Dolayısıyla mesele, laik ya da İslami olması değil, devletin halktan kopuk bir aygıta dönüşüp dönüşmediğidir. Devlet her koşulda baskı, sömürü ve tekelciliği yeniden üretir. Çözüm devlet ile toplum arasındaki ilişkide aranmalıdır.
Ne 1978 öncesi rejim, ne de mevcut rejim halkı temsil ediyor. İran’ın bölgesel konumlanışı da dış güçlere karşı bağımsız değil; aksine bu güçlerle ilişkileri meşrulaştıran bir araç hâline gelmiş durumda.
Toplumsal ve özgürlükçü bir paradigma inşa edilmeden, demokratik ve çoğulcu bir anayasa oluşturulmadan bu krizler derinleşmeye devam edecek. Dışa bağımlılık artacak, iç meşruiyet daha da zayıflayacaktır.
İran’da artık devlet-dışı, toplum merkezli yeni bir düşünce üretimi zaruridir. Bu paradigma oluştuğunda onun pratikleşmesi ve benimsenmesi çok daha kolay olacaktır.
Genel olarak mevcut paradigmanın sorunu, sadece iktidar merkezli değil; aynı zamanda yapısal tekçilikte yatmaktadır. 1987 öncesinde halkın kılık kıyafetine müdahale eden rejim, bugün farklı gerekçelerle aynı uygulamaları sürdürmektedir. Bu zihniyet sadece iktidarda olanları değil, muhalif birçok grubu da etkisi altına almıştır.
Artık merkezden tüm İran’ı yönetme çabası sürdürülemez hâle gelmiştir. Tek din, tek mezhep, tek cins, tek dil anlayışı krizin temelini oluşturmaktadır. Yeni bir paradigma, dışlanmış kimlikleri tanıyan, farklılıkları meşru kabul eden bir yönetime ihtiyaç duyulmaktadır.
İran toplumu, teknolojik ve kültürel gelişmeler sayesinde çoğulcu bir yapıya kavuşmuştur; ancak siyasi yapılanmalar hâlâ bu gerçekliğin çok gerisindedir.
İran’da demokratik bir referandum yapılsa, ne laik saltanatçılar ne de mevcut teokratik rejim kazanabilir. Toplum, yüz yıl öncesinin siyasal yapılarından çok daha ileride. İran halkı, bölgesel ve küresel gelişmeleri takip ediyor; değişim talep ediyor.
İç ve dış krizler, ister reformla ister dış baskıyla olsun, bir değişimi zorunlu kılıyor. Ancak bu değişimin içeriği, iktidarın el değiştirmesi değil; yeni bir demokratik paradigma ile yeniden yapılanmadır. Bu sürecin hangi anlayış tarafından kazanılacağı ise yakın gelecekte netleşecektir.