Gelinen noktada Kürt hareketi, silahlı mücadeleyi sona erdirmiş; kendi siyasal-toplumsal modelini ilan etmiş; barış için tarihsel, siyasal ve felsefi bir öneri sunmuştur. Devletin önündeki seçenek açıktır: Bu öneriyi görmezden gelmek, bir çözüm fırsatını daha kaybetmek anlamına gelecektir.
Amed DİCLE
Yüzyıllık devlet aklının bastırarak, inkâr ederek ve yok sayarak çözemediği bir hakikat, şimdi kendisini bambaşka bir dille ifade ediyor. Kürt halkı, tarihin en uzun süreli direnişlerinden birini geride bırakırken, yalnızca savaşın değil, siyasal tahayyülün de yerini değiştiren bir söz kuruyor. Bu söz, geçici bir duraksama değil; tarihin yönünü değiştiren bir kurucu adımdır. Artık sorun, bu çağrının ağırlığını taşıyabilecek bir muhatabın olup olmadığıdır.
PKK’nin 12. Kongresi, bu anlamda örgütsel bir kararlar dizisinden ibaret değil; Kürt hareketinin hem kendi tarihini hem mücadele biçimini hem de siyasal tahayyülünü yeniden tarif etmesidir. Kongreye gönderilen tüm belgeler ve Abdullah Öcalan’ın kapsamlı perspektif yazısı ile mektubu, Serxwebûn’un Mayıs sayısında yayımlandı. Bu belgeler, yalnızca bir dönüşümü belgelendirmekle kalmıyor; Türkiye’ye, Ortadoğu’ya ve hatta sosyalist hareketler tarihine doğrudan yöneltilmiş, kurucu bir eleştiri ve öneri içeriyor. Abdullah Öcalan’ın yedi başlıkta formüle ettiği çerçeve, barışın yalnızca silahların susmasıyla değil, yeni bir toplumsal yapının kurulmasıyla mümkün olduğunu açık biçimde ortaya koyuyor.
Bu başlıklar, “doğa ve anlam”dan başlayıp “modernite”, “komün ve devlet ikilemi”, “Kürt ve Kürdistan gerçekliği” ve “PKK ve fesih” gibi eşiklerde ilerliyor; “yeni dönem perspektifleri” ile tamamlanıyor. Burada mesele, yalnızca PKK’nin feshi değil; ulus-devletli sosyalizm anlayışından, demokratik toplum sosyalizmine geçiştir. Öcalan’a göre bu geçiş, köklü bir zihniyet ve kişilik dönüşümünü gerektirir. Bu da süreci teknik değil tarihsel ve ontolojik bir mesele haline getiriyor. Bir yapının sona ermesi değil, başka bir toplumsal formun ortaya çıkmasıdır söz konusu olan. Kürt hareketi, yalnızca pozisyon değiştirmiyor; kendini yeniden kuruyor.
Bu yeniden kuruluşun temel taşları, “demokratik modernite” olarak tanımlanıyor. Modernitenin üç sacayağı olan ulus-devlet, kapitalizm ve endüstriyalizme karşı; demokratik ulus, komünalite ve eko-ekonomi öneriliyor. Bu öneri, yalnızca bir siyasal program değil, alternatif bir uygarlık tahayyülüdür. Devletin egemenlik üzerinden kurduğu ilişkiye karşı, komünün dayanışmacı varlığı; merkezin iktidarına karşı yerelin öz-örgütlenmesi; kapitalist rasyonaliteye karşı toplumsal etik ve ekolojik denge öneriliyor. Belediyelerden başlamak üzere, halkın kendi yaşamını doğrudan örgütlediği bir komünal toplum modeli, artık örgütsel bir söylem değil, somut bir stratejik yönelim olarak ilan edilmiş durumda.
Bu model yalnızca Kürtler için değil, bölgedeki tüm halklar için öneriliyor. Öcalan bu yönelimin yalnızca Kürdistan’ın iç çelişkilerini değil; Ortadoğu’daki siyasal tıkanmayı da aşabileceğini savunuyor. “Bölge konfederalizmi” ve “yeni enternasyonal” kavramları, bu çözümün sınırlı bir özerklik değil, bölgesel düzeyde bir demokratikleşme süreci olduğuna işaret ediyor. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti’ne de açık bir çağrı yapılıyor: kendini yenile, demokratikleş, bölgede öncülük et. Çünkü bu tarihsel imkân yalnızca Kürtler için değil; devletin kendisi için de bir yeniden kurma fırsatıdır.
Fakat bugüne dek bu çağrıya devletin cevabı yok. Ne hukuki bir karşılık var ne siyasal bir muhataplık işareti. Ne demokratik siyasetin önünü açacak adımlar atılıyor, ne de mecliste bu süreci görünür kılacak bir tartışma yürütülüyor. Suskunluk, teknik değil; siyasal bir tercihtir. Öcalan’ın vurgusuyla bu tercihin ardında norm-dışı güçlerin tahakkümü, yani devletin karar alma süreçlerinin demokratik denetimden çıkmış olması yatıyor. Bugün de sürecin en zayıf halkası budur: devleti yöneten irade, bu dönüşüme hazır mı?
Bu sorunun cevabı yalnızca Kürt meselesiyle ilgili değildir. Türkiye’de eşit yurttaşlık, ifade özgürlüğü, toplumsal çoğulculuk gibi tüm demokrasi parametreleri bu meselede düğümleniyor. Kürt sorunu çözümsüz kaldıkça, cumhuriyetin demokratikleşme ihtimali erteleniyor. Dolayısıyla konu sadece Kürtlerle ilgili değil, Türkiye’nin geleceğini belirleyecek bir toplumsal sözleşme ihtiyacıdır.
Öcalan’ın mektubunda yazdığı gibi: “Biz savaşanlarız. Barışı da biz kurmalıyız.” Bu cümle, sadece tarihsel sorumluluğa değil; siyasal hakikate de işaret eder. Barış, dışarıdan dikte edilebilecek bir uzlaşı biçimi değil; halkların bizzat kurduğu, sahiplendiği ve dönüştürdüğü bir sözleşmedir. Ve bu sözleşmenin ilk maddesi, birbirini tanımaktır.
Bugün gelinen noktada Kürt hareketi, silahlı mücadeleyi sona erdirmiş; kendi siyasal-toplumsal modelini ilan etmiş; barış için tarihsel, siyasal ve felsefi bir öneri sunmuştur. Devletin önündeki seçenek açıktır: Bu öneriyi görmezden gelmek, bir çözüm fırsatını daha kaybetmek anlamına gelecektir. Oysa bu kez önerilen şey, yalnızca bir masa değil; geleceğin toplumsal inşasıdır.
Barış, artık bir çağrı değil; kurulmayı bekleyen bir sözleşmedir. Ve bu sözleşmenin hangi halklar, hangi kurumlar, hangi devlet aklı tarafından yazılacağı, önümüzdeki dönemin esas siyasal sorusu olacaktır.