Gerçeğe yeni ses
Nûmedya24

Ercan Jan Aktaş yazdı |

Öcalan’ın 12. PKK Kongresi’ne gönderdiği perspektif

Ercan Jan Aktaş yazdı |

Öcalan’ın 12. PKK Kongresi’ne gönderdiği perspektif metni, tarihsel bir kapanış ve kurucu bir yeniden başlangıç önerisidir. Bu metin, reel sosyalizmin çöküşünden, kapitalist modernitenin krizine, queer kuramdan ekososyalizme, feminist antropolojiden doğrudan demokrasi kuramlarına kadar uzanan geniş bir teorik bağlamda değerlendirilebilir.

Ercan Jan AKTAŞ

Giriş

Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihinde kamuoyuyla paylaştığı ve “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlığını taşıyan mektubu, yalnızca siyasal bir öneri değil, aynı zamanda tarihsel bir kapanış ve paradigmatik bir dönüşüm çağrısı olarak okunmalıdır. Bu metnin en dikkat çekici yönlerinden biri, PKK’nin silahlı mücadele evresini sonlandırma çağrısıyla son bulmasıdır. Öcalan, “Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi, devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir,” ifadeleriyle örgütün kendisini feshetmesini doğrudan talep etmiştir.

Bu çağrı doğrultusunda 5–7 Mayıs 2025 tarihleri arasında toplanan ve fesih kararı alan 12. PKK Kongresi’ne, Öcalan’ın kaleme aldığı yirmi sayfalık perspektif metni sunulmuştur. Bu metin, Serxwebûn dergisinde yayımlanarak kamuoyuna açıklanmıştır. Öcalan’ın hem kendi yaşam deneyimini hem de PKK’nin 52 yıl 1 ay 1 haftalık tarihsel seyrini kapsamlı bir tarih, sosyoloji ve siyaset bilimi perspektifinden analiz ettiği bu yazı, daha şimdiden geniş tartışmaların zeminini oluşturmuş durumdadır.

Tarihsel Dönemeç ve Eleştirel Yeniden Konumlanma

Öcalan’ın metni, Ortadoğu’daki etnik ve inanç temelli sınırların ürettiği çatışma ve otoriter rejimlere karşı alternatif bir siyasal çözüm önerisi geliştirme iddiasını taşımaktadır. Demokratik konfederalizm ekseninde önerilen bu çözüm, sadece Kürt meselesine değil, İsrail-Filistin meselesinden bölgesel mezhep çatışmalarına kadar geniş bir coğrafyayı kapsayan bir perspektif sunar. Öcalan şu ifadeleriyle çözüm önerisini somutlaştırır: “Bölge konfederalizmi mutlak bir gereklilik olarak ön plana çıkıyor. İsrail-Filistin çatışması, mezhep çatışmaları, ulus devlet çelişkilerinin panzehiri demokratik konfederalizmdir. Bu çözüm aynı zamanda yeni bir enternasyonali de gerektiriyor. Dostlarla, ertelemeden bir enternasyonal çalışması başlatmak doğru ve tarihî bir adım olacaktır.”

Öcalan, metin boyunca ulus-devlet temelli sosyalizm anlayışının tarihsel olarak tükendiğini ve bu anlayışın yerine demokratik toplum sosyalizmini ikame etme yönünde bir geçişin eşiğinde olunduğunu belirtir. Bu dönüşümü şu sözlerle vurgular: “Değerli Yoldaşlar! Mücadele tarihimizin 52 yıl 1 ay 1 haftasının sonunda resmen tarihi bir dönemini geride bırakıyoruz. Daha somut bir anlamla ulus-devlet amaçlı sosyalizmden, demokratik toplum sosyalizmine tarihsel bir döneme başlangıç yapmak istiyoruz.”

Kürt Varlığına Dair Eleştirel Tarih Okuması ve Dönemselleştirme

Abdullah Öcalan, mektubunun “giriş” bölümünde “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni bir dönemin eşiğindeyiz” ifadeleriyle tarihsel bir kırılma noktasını işaret eder. Bu ifadenin arka planında, Kürtlerin tarihsel varlık bilinci ile bu bilincin egemen ideolojiler tarafından nasıl manipüle edildiğine dair kapsamlı bir eleştiri yer almaktadır. Öcalan, Kürtlerin kolektif hafızasında yer edinen figürlerden Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın temsil ettiği dini kimliklerin (Sünnilik ve Alevilik) ulus-devlet ideolojisinin bir uzantısı olarak yeniden kurgulandığını savunur. Ona göre, bu kimlikler Kürtlerin özgün toplumsallığının bastırılması ve dönüştürülmesi için kullanılan “uydurma” kategorilerdir.

Bu eleştiri, kapitalist modernitenin ideolojik aygıtlarıyla ilişkilendirilir. Öcalan, ulus-devletçi paradigmanın bu tür dini ve etnik kimlikleri araçsallaştırarak Kürt geleneksel varlığını tasfiye ettiğini ifade eder. Bu bağlamda, özellikle Bingöl ve Dersim gibi coğrafi alanlar üzerinden Kürtlerin tarihsel sürekliliğine vurgu yapar ve bu alanları yok edilmek istenen toplumsal hafızanın somut mekânları olarak tanımlar.

Bu tarihsel kırılma noktasından sonra Öcalan, 20. yüzyılın ikinci yarısına tekabül eden bir “ara dönem” tanımı geliştirir. Bu dönemde Kadı Muhammed, Mustafa Barzani, Abdurrahman Kasımlo ve Celal Talabani gibi figürleri anarak bu isimleri “geleneksel feodal dönemin siyasal temsilleri” olarak konumlandırır. Bu aktörlerin siyasal mücadeleleri, modern ulus-devlet sistemine eklemlenme çabalarıyla sınırlı görülür.

Öcalan, 1970’lerden itibaren sahneye çıkan ve daha seküler, sosyalist ve kültürel kodları önceleyen yeni bir kuşağa işaret eder. Bu bağlamda, siyaset alanında Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak ve Süleyman Mouni; edebiyatta Cigerxwîn; müzikte ise Aram Tigran gibi isimlere referans verir. Bu figürler Öcalan tarafından “yurtsever, sosyalist ve dürüst bireyler” olarak tanımlanmakla birlikte, bireysel kaldıkları, anlam dünyalarını kolektif bir bağlama taşıyamadıkları ve komploların kurbanı oldukları gerekçesiyle eleştirilir. Bu kuşağı “Apocu hareketin prototipleri” olarak kavramsallaştıran Öcalan, böylece hem süreklilik hem de kopuş ilişkisi içinde kendi dönemini tanımlar.

Önderlik Gerçekliği: Bireysel Kült Değil, Kolektif İnşa

Öcalan, Kürt Özgürlük Hareketi’nin evrimini açıklarken temel bir dönüm noktasını “Apo Dönemi” olarak kavramsallaştırır ve bu dönemi “Önderlik Gerçekliği” başlığı altında detaylı biçimde çözümler. Ancak burada kastedilen, karizmatik bir liderlik figürünün yüceltilmesi değil; tarihsel, toplumsal ve ideolojik koşullar içinde şekillenen kolektif bir önderlik formunun inşasıdır. Öcalan, kendisini “gökten inmiş bir mesih” değil, toplumsal mücadele içinde biçimlenmiş bir aktör olarak tanımlar. Bu yaklaşım, Max Weber’in karizmatik otorite kuramının ötesine geçerek kolektif irade ve süreklilik üzerinden bir liderlik modeline yönelir.

Şöyle ifade eder: “Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. Apo bir önderlik inşasıdır; bir kişi kültü değil, kolektif önderlik inşasıdır.” Bu tanım, hem reel sosyalist deneyimlerdeki lider tapınmacılığından hem de Ortadoğu’daki geleneksel ataerkil otorite kalıplarından uzak durma iradesini yansıtır.

Öcalan, “önderlik” fikrinin doğru anlaşılamamış olmasından duyduğu rahatsızlığı da açık biçimde dile getirir. Bu bağlamda, 1998 yılında “Bu şekilde devam ederseniz PKK’den istifa ederim” yönündeki uyarısını, hareketin dönüşüm kapasitesine yönelik bir eleştiri olarak ifade eder. Bu çıkış, liderliğin sabit bir otorite değil, süreklilik içinde yeniden inşa edilmesi gereken tarihsel ve ideolojik bir pozisyon olduğunu gösterir.

Bu bölümde ayrıca Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024 günü DEM Parti milletvekillerine yönelik olarak sarf ettiği ve Öcalan tarafından aktarılan şu sözlere de atıfta bulunulur: “Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönemi başlatmak istiyorum.” Bu ifade, Öcalan tarafından yeni bir siyasal dönemin eşiğinde olunduğu biçiminde yorumlanır ve şu tespit yapılır: “Ancak savaşanlar barışabilir.” Bu formülasyon, barışın yalnızca çatışmanın doğrudan tarafları arasında ve birincil öznelere dayanarak kurulabileceğini savunan çatışma çözümü literatürüyle de örtüşür.

Öcalan, barış inşasının savaş kadar karmaşık ve zorlu bir süreç olduğunu vurgular. İkincil ve üçüncül aktörlerin değil, doğrudan çatışmanın tarafı olan birincil öznelerin bu süreci yürütebileceğine işaret eder. Bu noktada barış, sadece bir siyasi hedef değil, aynı zamanda toplumsal bir yeniden inşa süreci olarak görülür. Öcalan, “Bu eşikten atlamak istiyoruz” diyerek süreci şöyle tarif eder: “Nedir bu? Savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşmeye geçiş – özellikle Türkiye Cumhuriyeti ile -. Diğer devletlerle, yani Irak, İran, Suriye ile de benzer süreçler devreye girecektir.”

Toplumsal Doğa, Cinsiyet Farklılığı ve Özgürlük: Diyalektik Bir Kavrayış

Öcalan’ın metninde “doğa” ve “toplumsal doğa” kavramları, ontolojik ve sosyolojik bir zemin üzerinde yeniden tanımlanır. Doğa, yalnızca fiziksel dünyanın değil, insan toplumunun tarihsel oluşumlarının da içsel bir bileşeni olarak ele alınır. Bu bağlamda toplum, “ikinci doğa” olarak kavramsallaştırılır; yani insanın düşünsel, kültürel ve kurumsal üretimlerinin bir sonucu olan doğa. Öcalan, bu toplumsal doğanın temel özelliğini “düşünce esnekliği” olarak tanımlar ve simgesel, bilimsel, felsefi ve dini düşüncelerin insanın doğayla kurduğu ilişki biçimlerinin inşasında merkezi rol oynadığını belirtir.

Toplumsal doğanın bu şekilde yorumlanması, özcü olmayan, akışkan ve dönüşebilir bir gerçeklik anlayışını da beraberinde getirir. Bu doğrultuda Öcalan, cinsiyet farklılıklarına dair yaptığı değerlendirmede biyolojik determinizme karşı çıkar. Einstein’ın E=mc² formülünü referans alarak, maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşümüne dair fiziksel gerçekliği toplumsal analizlerinin temel dayanaklarından biri haline getirir. Bazı hayvan türlerinde cinsiyetin çevresel faktörlerle değişebilir olması örneği üzerinden, eril-dişil ayrımının mutlak ve değişmez olmadığını ileri sürer.

Bu bağlamda Öcalan, ilk defa bu derinlikte LGBTİ+ bireylerin varoluşunu tartışmaya açar. “Dişi ve eril arası aşılmaz bir uçurum yoktur” ifadesiyle, ikili cinsiyet sistemine yönelik eleştirisini net bir biçimde ortaya koyar. Ameliyatlarla cinsiyet geçişlerinin mümkün olması, toplumsal cinsiyetin değiştirilebilir ve yeniden inşa edilebilir bir kategori olduğuna dair güçlü bir ampirik gönderme işlevi görür. Öcalan’ın şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Bunda dikkat çeken nokta dişi-eril arası aşılmaz bir uçurum olmamasıdır. Tabii ki bunun felsefi, sosyolojik, ahlaki boyutu var. Topluma yansımış hali var. Bunlar diyalektik düşünce ile aşılabilir.”

Bu söylem, queer teorinin kuramsal kazanımlarıyla belirgin bir kesişim içerir. Özellikle Judith Butler’ın cinsiyetin bir performans olarak inşa edildiğine dair görüşleriyle paralellik taşır. Öcalan’ın metni, ikili cinsiyet sistemine karşı konuşma ve konumlanma imkânı yaratırken, toplumsal cinsiyetin sabitlenemezliğini bir özgürlük olanağı olarak sunar. Bu yönüyle metin, hareket tarihinde cinsiyet ve cinsel yönelim konularına dair normatif ahlak çerçevesinin dışına çıkmayı başaran nadir örneklerden biridir.

Aynı zamanda Öcalan, bu dönüşümlerin yalnızca teorik bir söylem düzeyinde kalmaması gerektiğini, ahlaki tahakküm biçimlerine karşı politik ve pratik bir mücadele zemini sunduğunu belirtir. Böylece LGBTİ+ varoluşu yalnızca tanınmakla kalmaz, aynı zamanda diyalektik düşüncenin toplumsal dönüşümdeki rolü bağlamında bir çözüm kaynağı olarak değerlendirilir.

Kadın Merkezli Toplumsallaşma ve Komünal Örgütlenmenin Kökenleri

Abdullah Öcalan’ın metninde kadına dair yaptığı çözümlemeler, yalnızca toplumsal cinsiyet bağlamında değil, aynı zamanda toplumun tarihsel oluşum süreçlerini anlamaya yönelik ontolojik bir çaba olarak okunmalıdır. Kadın merkezli toplumsallaşma, Öcalan’ın düşünsel evreninde, insanlık tarihinin en eski ve en doğal örgütlenme biçimi olarak kurgulanır. Bu çerçevede, ilk örgütlenme formu olarak “klan toplumu”nun ortaya çıkışı, kadın etrafında şekillenen ve çocuk bakımını esas alan bir toplumsallığın ürünü olarak sunulur.

Öcalan bu durumu şu sözlerle dile getirir:“Kadın demek ki çocuğu büyütecek, çünkü çocuğun kendinden doğduğunu biliyor. Kadın muhtemelen birlikte büyüdüğü kız veya erkek çocuk olarak nasıl birbirlerini tanıyorlarsa, ana kadın da kardeş olarak, kız kardeş olarak bir iki tane dayı, teyze gibi akrabalarını tanıyordur. Bir de kültür başlıyor bununla; 7 kişilik, 10 kişilik, 15 kişilik. Sayı 20’yi geçmiyor. Bunlar bir arada bir klan oluştururlar.”
Bu anlatım, antropolojik literatürdeki “anaerkil komünal yapı” veya ilksel komünal toplum tartışmalarına açık bir göndermedir. Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde de benzer bir çerçeve yer almakta, kadının toplumsal üretim sürecindeki asli konumu, daha sonra patriyarkal yapılar tarafından bastırılan bir tarihsel hakikat olarak yorumlanmaktadır. Öcalan’ın yaklaşımı, bu klasik Marksist yorumu güncellemekte ve toplumsal çözümleme ile ekolojik duyarlılığı birleştiren yeni bir yönelim önermektedir.

Kadın merkezli klan toplumu yalnızca biyolojik annelikle değil, aynı zamanda bakım, kültürel aktarım ve etik örgütlenme ile tanımlanır. Bu yönüyle toplumsal düzenin ilk biçimsel yapısını oluşturan bu klanlar, modern anlamda siyasi birimlerden ziyade, ortak yaşamın ahlaki ve duygusal koordinatlarını belirleyen birimlerdir. Öcalan’a göre bu yapı, kapitalist modernite tarafından dağıtılmış ve yerine ataerkil, sınıf temelli ve militarize edilmiş ulus-devlet modeli geçirilmiştir.

Bu değerlendirme, çağdaş feminist kuramlarla da örtüşen bir eleştiri içerir. Özellikle Silvia Federici’nin kadın emeğinin tarihsel bastırılmasına ve cadı avlarına dair analizleriyle paralel olarak Öcalan, kadının toplumsal rolünün tarihsel olarak görünmezleştirildiğini ve bu kaybın modern devletin doğuşuyla eşzamanlı olduğunu öne sürer. Bu anlamda kadının merkezde olduğu klan formasyonu, yalnızca geçmişin bir kalıntısı değil; geleceğin demokratik toplumunun imkânı olarak da tahayyül edilmektedir.

Kapitalist Modernitenin Eleştirisi ve Demokratik Modernite Kuramı

Abdullah Öcalan’ın metni, yalnızca Kürt sorunu ya da Ortadoğu’daki siyasal krizlere dair bir çözüm önerisi değil; aynı zamanda modernitenin hegemonik formuna, yani kapitalist moderniteye karşı köklü bir sistem eleştirisi içerir. Bu eleştirinin merkezinde, ulus-devlet, kapitalizm ve endüstriyalizmin birbirini tamamlayan üçlü sacayağından oluşan bir yapısal bütünlük yer alır. Öcalan, bu yapıyı yalnızca politik değil, aynı zamanda etik, kültürel ve ekolojik yıkımın temel kaynağı olarak konumlandırır.

Öcalan’a göre kapitalist modernite, ulusu bir askeri toplum haline getirerek, savaşın ve şiddetin kurumsal olarak sürekliliğini sağlar. Bu sistem, yalnızca ekonomik bir sömürü mekanizması değil, aynı zamanda kadın kimliğini bastıran, doğayı metalaştıran ve toplumsal ilişkileri parçalayarak bireyi atomize eden bir toplumsal tahakküm biçimidir. Bu bağlamda, Marx’ın endüstriyalizme dair çözümlemelerinin sınırlı kaldığını ve sosyalist teorinin moderniteyi aşma konusunda yetersiz olduğunu vurgular. Ona göre, “sadece anti-kapitalist bir söylemle” alternatif bir sistem inşa edilemez.

Bu noktada Öcalan, reel sosyalizme ve onun temel teorik çerçevesi olan tarihsel materyalizme yönelik eleştirilerini de ortaya koyar. Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Doğanın Diyalektiği ve Tarihte Zorun Rolü gibi metinlerini referans alarak, bu yapıların sosyalizmin doğayı ve toplumu kavrayışında yetersiz kaldığını belirtir. Mao’nun bu teorileri sömürgecilik karşıtı mücadelelere adapte etme çabasını olumlu ancak sınırlı bulur. Böylece, kendi teorik konumlanışını bu iki ana damarın (kapitalist modernite ve reel sosyalizm) ötesinde kurmaya çalışır.

Bu kuramsal zeminden hareketle Öcalan, “Demokratik Modernite” adını verdiği alternatif bir toplumsal sistem önerir. Bu sistem, üç temel karşıt kavrama dayanır:

  • Ulus-devlet yerine Demokratik Ulus
  • Kapitalizm yerine Komünalite (Komünal Ekonomi)
  • Endüstriyalizm yerine Eko-Endüstri (Ekolojik Ekonomi)

Bu üç kavram arasındaki ilişkisellikten oluşan sistem, toplumu özgürleştirici ve çoğulcu bir yörüngeye yerleştirmeyi amaçlar. Demokratik Modernite, yalnızca bir siyasal model değil, aynı zamanda bir etik yaşam formudur. Bu nedenle toplumsal yeniden inşa, devletten çok komünlere, yasalardan çok ahlaka, temsilî demokrasiden çok doğrudan katılıma dayalı olarak şekillendirilir.

Öcalan, bu yaklaşımını açık bir şekilde şöyle ifade eder:“Biz moderniteyi ve ona hizmet eden reel sosyalizmi aşmak için yeni bir analiz, alternatif bir sosyalist teori geliştirmeye çalıştık. Adına Demokratik Modernite dedik. Modernitenin sacayakları olan ulus-devlet yerine demokratik ulus, kapitalizm yerine komün komünalite, endüstriyalizm yerine eko-ekonomi analizlerini geliştirdik. Bu üç alan analizinin ilişkiselliğinden oluşturduğumuz özgürlükçü toplum sistemimizi Demokratik Modernite olarak tanımladık, yazılı hale getirdik ve önemli toplumsal bir karşılık bulduğunu gördük.”

Bu model, aynı zamanda Öcalan’ın tarihsel materyalizmi yeniden yorumlama çabasının da bir parçasıdır. Ona göre, sınıf çatışmasına dayalı klasik tarihsel materyalizm yerine, devlet-komün ikilemi ekseninde yeni bir tarihsel okuma yapılmalıdır. Bu öneri, Gramsci’nin sivil toplum ve hegemonya kuramıyla; Murray Bookchin’in komünalizm anlayışıyla; hatta Elinor Ostrom’un müşterekler kuramıyla birlikte okunabilecek güçlü bir alternatif kuramsal çerçeve sunar.

Ahlaki-Politik Toplum ve Barışta Israr

Abdullah Öcalan’ın “ahlaki-politik toplum” kavramsallaştırması, Demokratik Modernite kuramının etik ve siyasal temelini oluşturur. Bu toplum modeli, bireylerin yalnızca hak ve yükümlülüklerle değil; aynı zamanda kolektif etik değerler ve politik sorumluluklarla birbirine bağlı olduğu bir yaşam alanını ifade eder. Öcalan’a göre bu toplum biçimi, devletin ve piyasaların tahakkümünden arındırılmış, yatay ilişkilerin egemen olduğu bir kamusal alan tahayyülüdür. Bu yönüyle, klasik yurttaşlık anlayışının ötesine geçerek, yerel ve otonom komünlerin demokratik siyaseti doğrudan ürettiği bir model öngörülmektedir.

Öcalan, bu perspektifin teorik derinliğini, “komün” kavramı üzerinden açımlar. Komünü yalnızca bir yerel idari birim ya da ekonomik paylaşım mekanizması olarak değil; aynı zamanda bir etik-politik birim olarak tanımlar. “Biz komünalist olacağız bundan sonra. Sınıf kavramı yerine komünü yerleştirmek çok daha çarpıcı, çok daha bilimsel,” ifadesi, onun tarihsel materyalizm anlayışını radikal biçimde yeniden yapılandırdığını gösterir. Bu bağlamda komün, hem demokrasinin asli formudur hem de yasalardan çok etik ilkelere dayalı bir toplumsal örgütlenme biçimidir: “Komün bir de demokrasidir. Demokratik siyaset politika demektir.”

Öcalan, “ahlaki-politik toplum” modelini, reel sosyalizmin yapısal zaafları ve ulus-devletçi sosyalizmin tarihsel başarısızlığı karşısında önerdiği kurucu alternatif olarak sunar. Bu toplum modeli, bireylerin sadece yönetişimde değil, ahlaki karar süreçlerinde de aktif rol aldığı, doğa ve toplumla uyum içinde yeniden yapılandırılmış bir yaşam biçimini esas alır. Böylece özgürlük, yalnızca iktidarın yokluğuyla değil, kolektif sorumluluk ve etik özneleşme kapasitesiyle birlikte tanımlanır.

Bu noktada barış fikri, yalnızca çatışmasızlık hali değil, “ahlaki-politik toplum”un inşasıyla iç içe geçmiş bir süreç olarak ele alınır. Öcalan, savaş ve barışın yalnızca siyasal strateji düzeyinde değil, aynı zamanda tarihsel bilinç ve etik yeniden inşa düzeyinde değerlendirilmesi gerektiğini belirtir. “İnsanlıkta ısrar, sosyalizmde ısrardır. Ulus-devletçi sosyalizm yenilgiye; demokratik toplum sosyalizmi zafere götürür,” ifadesi, bu etik-politik yönelimin bir sloganlaştırılması olarak okunabilir.

Sonuç olarak, barış süreci Öcalan’a göre yalnızca silahların susması değil; yeni bir toplumun, yani demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü ve komünalist bir yaşam biçiminin inşa edilmesidir. Bu yaklaşım, yalnızca Kürt meselesine değil, bölgesel ve küresel çatışmalara da müdahale kapasitesi olan, evrensel iddia taşıyan bir siyasal ve etik vizyonun ifadesidir.

Sonuç: Yeni Bir Yaşamın Eşiğinde

Abdullah Öcalan’ın 12. PKK Kongresi’ne gönderdiği perspektif metni, tarihsel bir kapanış ve kurucu bir yeniden başlangıç önerisidir. Bu metin, reel sosyalizmin çöküşünden, kapitalist modernitenin krizine, queer kuramdan ekososyalizme, feminist antropolojiden doğrudan demokrasi kuramlarına kadar uzanan geniş bir teorik bağlamda değerlendirilebilir. Salt bir siyasal deklarasyon değil; etik, tarihsel ve kuramsal bir “geçiş manifestosu” niteliğindedir.

Bu yazıda, Öcalan’ın çağrısının yalnızca PKK’nin feshiyle sınırlı kalmadığını; aynı zamanda Ortadoğu başta olmak üzere küresel toplumsal mücadeleler için yeni bir enternasyonalizme, yeni bir dayanışma zeminine ve yeni bir özgürlük tahayyülüne davet olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Bu metnin teorik açılımları üzerine yapılacak daha derinlemesine çalışmalar, yalnızca Kürt hareketi için değil, çağdaş siyasal düşünce için de ufuk açıcı olacaktır.

Benzer Haberler